Boş vakitlerimde; oynayacak bir oyun, keşfedilecek bir yer ya da hayal kurmama yardım edecek bir şey yoksa zaman bir türlü geçmek bilmez. Ölü bir zamana sahip olmaksa, oldum olası hiç istemediğim bir şeydir. Bu durumu aşmamın en güzel yolu, dedemin evinde, onunla uzun uzun vakit geçirmektir.
Oraya gitmem, hafta sonlarını dedemle geçirmem, her zaman mümkün değil. Kazanılmış bir hakkım olmadığından, her seferinde bunu elde etmek için ter döküyorum. Mesela; hafta içi okulda verilen ödevleri hatasız yapmak ya da akşam saat dokuzda yatakta olmak, annemin talimatlarını yerine getirmek gibi daha aklıma gelmeyen bir sürü şey, eksiksiz yerine getirilmesi gerekiyor. Dedem, bu yapılanlar için; Müslümana gavur eziyeti çektiriyorsunuz, diye söyleniyor. Ama bunu babama değil, sadece anneme söylüyor.
Çoğu zaman bütün şartları yerine getirmişsem ve babamın o gün canı sıkkın değilse, bir mazeretin arkasına sığınmayacaksa; cuma akşamı salonda televizyon izlerken, parmaklarının arasında, külü büyümüş sigarasından derin derin çekip, “Tamam yarın gidebilirsin, ama Hıdır Amca’nın evine yumurta atmak yok, çatı katına çıkmak yok, anneanneyi üzmek yok tamam mı?” diye sorup; sonra titrek salınan dumanın arkasından sorularının cevabını bekliyor. Peki ya tam tersi olduysa; yani şartlar yerine getirilmediyse? İşte o zaman bütün bir cumartesini, babamın dükkanında ona yardım ederek geçirmek zorunda kalıyorum.
Esnaflık denen uğraşa bir türlü alışamadım. Vitrinde tuhaf ve anlamsız bakan mankenleriyle babamın mağazasında vakit geçirmek, ona yardım etmek, kaldırımları karınca sürüsü gibi doldurmuş insanları boş boş izlemek, bana hep işkence gibi geliyor. Gün boyu çeşit çeşit insanın, vitrinde gördüğü kıyafetlerle ilgili bitmeyen sorularına hep aynı cevapları vermek ne kadar da sıkıcı.
Mağazada olduğum saatlerde; kuru kalabalık, çarşının kendine ait tuhaf gürültüsü, vitrindeki mankenler ve orada akşama kadar çalışmak zorunda olmam bana, özgürlüğü elinden alınmış biriymişim gibi hissettiriyor. Sanki Huckleberry Fınn’in Maceraları’ında Jim’in yaşadıklarının aynısını bazen ben de yaşıyorum.
Babamdan ve cansız mankenlerinden kaçtığımda kendimi tek huzurlu hissettiğim yer, dedemin yanı. Onunla birlikteysem zaman sanki geçici olarak duruyor. Gözlerimi dört açıp, hiçbir şey gözetmeden onun anlattıklarını dinliyorum. Kendine has üslubuyla, anlattığı olaya göre, kimi zaman fısıltıyla, kimi zaman da korkutucu sesiyle, başından geçen esrarengiz olayları, ona anlatılan hikayeleri, bildiği masalları dün yaşamış gibi tüm ayrıntılarıyla anlatıyor. Anlattığı insanlar ve yerler, kitaplarda okuduğum karakterlere ve mekanlara benzemese de bütün duygularımla o garip alemin içine çekiliyorum. Her biri zor şartlarda yaşayan o küçük insanların hayatları, beni her seferinde çok etkiliyor.
Bir güneşli mayıs sabahı erkenden uyandım. Bir gece önceden babamdan zor zahmet aldığım izinle, sırt çantamı hazırlamıştım. Otobüse binip doğru dedeme gittim. Birbirine benzeyen evlerin ve yonca bahçelerinin arasından geçip dedemin evine vardım.
Ön bahçeye bakan pencerenin karşına geçip, alışkanlık olduğu üzere, “dedee,” diye, bağırdım. “Ben geldim!” Pencereyi açıp, gözleriyle tam göremese de beni sesimden tanıyıp, “Mustafa sen misin oğlum!” dedi, heyecanla. Bahçe kapısını açıp içeri girdim. Merdivenlerden yukarı çıktım. Ayakkabılarımı çıkarıp verandadaki kapıya yüklenip açtım.
Sanki bütün hayatı benim gelmeme bağlıymış gibi sevindi. Dünyası şenlenmiş, yüzüne renk gelmişti. Mavi çizgili pijamasından göğsü inip kalkıyordu. Önce gözleriyle sevdi, sonra kollarıyla sarmalayıp kokladı. “Hoş geldin oğlum,” dedi. Başını çevirip içeriye doğru bağırdı:
“Zühtiye Hanım bak kim gelmiş?” İçeriden pürüzlü ve titrek bir ses karşılık verdi:
“Geliyorum, geliyorum.”
“Ne haber oğlum, nasıl vaziyetler bakalım,” dedi.
“İyiyim dedeciğim, dün akşam haberleri izlendin mi,” dedim, merakla.
“Evet izledim,” dedi. “Hayrola?”
“Karadeniz’de bir gemi batmış birçok insan ölmüş,” dedim. “Annem, ‘dedenin gemisi de batmış bir zamanlar,’ dedi, doğru mu?”
Sustu bir müddet. Hafızasından, hatırlamak istediği şeyleri gözlerinin önünde getirmesini istiyormuş gibi boşluğa baktı. Sonra pencereden dışarıya incir ağacına, ardından uzak tepelere…
Her zaman söylediği bir türküyü mırıldandı dudakları:
“Çalkan Karadeniz çalkan,
“Gemilerde olur yelken”
“Hey gidi Mustafa,” dedi, “Tam elli altı sene önceydi. 1940 yılı ağustos ayının son günleriydi. On yedi yaşında bir delikanlıydım o zaman. Mektebe devam edememiştim. Sürmene’de balıkçılık yapıyordum. İstanbul Fener’de balıkçılık yapan uzak bir akrabamız olan Sarı Süleyman, Muhtar Dursun’a haber yollamış, İstanbul’da çalışmak için on tayfa istemiş, gelmek isteyenlerin harçlıklarını bile yollamıştı. Haber köyde yayıldı. Harp yıllarıydı. Yokluk vardı. Babam, ‘iyi gündelik alırsın,’ diye, diretince gitmeye karar verdim. Paranın iki lirasını aldım, gerisini aileme teslim ettim.” dedi. “Aynı köyden on arkadaş Tarı Vapuru ile yola çıktık.”
“Nasıl yani” dedim. “Araba yok muydu o zaman?”
“Araba falan ne gezer evladım ya atlı vardı ya yaylı. O yıllarda İstanbul’dan Karadeniz’e üç gemi sefer yapardı: Gül Cemal, Ege, Tarı Vapuru. Biz Tarı Vapuru ile altı günde gittik İstanbul’a.”
“Peki neden on kişi istedi Sarı Süleyman muhtardan?” dedim.
“Kancabaş kayığı sekiz metre olur, beş çifte kürekçiyle kullanılır. On kişiden fazla almaz,” dedi.
Öksürdü. Sehpanın üzerindeki bardağa uzanıp aldı. Suyun yarısını bir dikişte bitirdi. Oltu taşı tespihini bileğine geçirip uzak tepelere baktı yine.
“İki ay Kilyos-Rumeli Kavağı arası çalıştık. Ekim ayının son günü her zamanki gibi Kancabaş ile denize açıldık. Palamut mevsimiydi. Ama pek bulunmadığından, ağlarımızı toriğe sarmıştık. O gece hava açık olmasına rağmen içimi huzursuz eden bir şey vardı. Kilyos’tan üç deniz mili açılmıştık. Tam ağlarımızı alacakken hava aniden bozdu. Bir işarette yoktu aslında bozacağına dair. Kuvvetli bir rüzgarla beraber deniz kabarmaya başladı. Ne olduğunu anlayamadık.”
“Sarı Süleyman bizden büyüktü. Havadaki tehlikeyi sezecek kadar tecrübeliydi. Ağlar, az önce sardığımız torik balıklarıyla yüklüydü. Fırtınada yüklü bir kayıkla ilerlemenin mümkün olmayacağını bizim kadar Süleyman’da biliyordu ama ekmek parası ne yapsın. Ağlara zarar gelsin istemiyordu.”
“Herkes bir korkuya kapıldı. Azmış denizi yarıp, kıyıya çıkmak için küreklere asıldık. Var gücümüzle çekiyorduk. Kayığı çevirmeye çalışırken, bordadan kuvvetli bir dalga yiyip yan döndük. Sarı Süleyman kafasını palaya çarpıp suya düştü.”
“Alabora mı oldunuz?” dedim. O geceki korku ve telaş sanki içinde tekrar büyüyüp bütün vücuduna yayılıyormuş gibi ürperdi.
“Evet,” dedi. “İkinci bir dalgaya dayanamadı Kancabaş, alabora oldu. Reis ise karanlık sulara gömülüp yitip gitti. Ağların tümü denize yayıldı. Kayığın bordasına sıkı sıkı tutunduk. Herkes feryat figan. Kimisi, ‘ölmek istemiyorum’ diyor, kimisi, ‘iki çocuğum var’ diye, çırpınıyordu. Yalnız, dalgalar o kadar güçlüydü ki kayığa her çapışında arkadaşlarımı başka yerlere savurdu. Kayıktan ayrılan, ağlara takılıp yitti. Kumuş Temel’in, ‘Boğuluyorum Osman yardım et!’ dediğini duydum bir ara. Ama elimden bir şey gelmedi. O gece bir ölüm kalım savaşıydı. Yaşamla ölüm arasındaki tek bağın, tutunduğum kancabaş olduğunu biliyordum.”
“Dalgalara bende dayanamadım, koptum tekneden. Bir süre karalık sularda mücadele ettim, sonra gücüm tükendi. Kendimi sulara teslim ettim. Deniz beni yakaladığı gibi içine çekti. Karşı koymadım. Ne zaman ki ayaklarım kuma değdi, o zaman anladım, ölmemem için yığınla sebebimin olduğunu.”
“Dede bir şey söyleyeceğim,” deyip, lafını bitirmeden kestim sözünü. Buruşuk yanakları tebessümle gerildi. “Söyle bakalım,” dedi.
“Hani sen bana hep, hayatımı anlatsam roman olur, diyordun ya,” dedim.
“Evet, diyordum.”
“İşte ben, senin bana anlattığın bu hikayeleri yazmak istiyorum,” dedim.
“Biliyorum yazacağını.”
“Nereden biliyorsun?” dedim, şaşkınlıkla.
“Biliyorsun benim dört çocuğum, sekiz torunum var. Ben bu hikayeleri herkese yeri geldikçe yıllardır anlatırım. Ama senin kadar meraklısı ve aşkla dinleyeni yok beni,” dedi.
Gidip boynuna sarıldım. “Seni hayatta her şeyden çok seviyorum, iyi ki o gece boğulmamışsın, yoksa seni hiç göremezdim,” dedim.
“İlahi oğlan,” deyip, güldü.
edebiyathaber.net (12 Ekim 2021)