“Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde,
Şu dünyanın ıssızlığı”
Yalnızlık, Yaşar KEMAL
Anadolu’nun bağrında, bozkırın ortasında, çın çın öten bir sessizliğin içinde annemle babamın doğduğu köye doğru yol alıyorduk. Vasiyeti üzerine babaannemin cansız bedenini toprağa vermek için düştüğümüz bu yolun sonundaki köy, o güne dek sadece adını bildiğim ama hiç ayak basmadığım masalsı bir yerden farksızdı. Direksiyonu sıkıca kavramış vaziyette bu bilinmeze yaklaşırken üzüntünün yanında heyecanlıydım. Hemen yanımda oturan babam ve arkadaki annem ise neredeyse hiç konuşmadan, dikili bir ağaç gölgesinin çölde su bulmak kadar zor olduğu sarı ve kahverenginin hâkimiyetindeki bu uçsuz bucaksız bozkırın pencereden akışını seyrediyordu. İstanbul’dan yola çıktığımızda arkamızda baharın gelişiyle sokakları kuşatan badem ve elma ağaçlarının hoş kokusunu bırakmıştık. İçimdeki bu hisle “Bu insanlar büyük bir günah işlemiş olmalılar ki doğa onları ilkbaharın güzelliklerinden mahrum bırakarak cezalandırmış” deyiverdim.
Babam başını çevirip yorgun ve üzgün ifadesiyle bir bakış attı. Yol boyu süren sessizliğimizi bozmadan devam ettik. Babaannem uzun yıllar önce hastalandığından beri bizimle yaşıyordu. Ardında bıraktığı, nicedir kapısına kilit vurulduğu belli olan derme çatma kerpiç duvarlı eve vardığımızda babama “Doğduğun ev burası mı?” diye sordum. Sessizce “Evet” dedi. Zaten ne zaman merakıma yenik düşüp geçmişleri ile ilgili bir şey sorsam sessiz kalır konuyu geçiştirirlerdi. Babaannem deseniz derin bir iç çeker “Ahir ömrüm evlat hasretiyle geçti, hastalandım da yanına geldim diye şükredecek hale geldim” der gözleri dolardı.
Babam gelmeden evvel dayıoğlunu aramış cenaze işleri için yardım istemişti. Sağ olsun o da her şeyi hazır etmişti. Rahmetlinin helvası yenirken annem babama dönüp “Akşam yola düşmeden, biz aşağı eve kadar gidip gelelim Ahmet” dedi. Babam onaylayarak başını salladı. Annem bana dönerek “Hadi gel seni bir yere götüreceğim” dedi. Bindik arabaya, annem hangi yöne gideceğimizi tarif ediyor ancak “Nereye gidiyoruz” soruma bir türlü cevap vermiyordu. En sonunda “Geldik zaten şu yeşil evin önünde dur inince öğrenirsin” dedi.
Birlikte yavaş adımlarla eve yöneldik. Annem yaşaran gözleriyle etrafa bakıyor, baktıkça da daha çok ağlıyordu. O sırada toprak bir avlunun ortasındaki evin kapısı açıldı. Başındaki takkesi ve bir hayli uzun sakalıyla kapıya çıkan ihtiyarın bizi görünce koltukları kabarıp gözleri sanki yerinden fırlayacakmış gibi açıldı ve annemle birbirlerine uzunca bir süre bakakaldılar.
İhtiyar adam “Haberi aldık, başınız sağ olsun ama senin ne işin var burada, bu evin kapısı sana kapalı demedim mi yıllar evvel, hadi git şimdi buradan” dedi öfkeli bir ses tonuyla.
Annemin “Baba, bak sana torununu getirdim” demesiyle karşımızda duran adamın hiç tanımadığım dedem olduğunu öğrendim. O sırada ihtiyarın yüzündeki öfkenin yerini hüzne bıraktığına tanık olsam da, sesine yansımamıştı. Gerisin geri dönüp sertçe kapattığı kapının ardından “Demek utanmadan günahını da alıp geldin kapıma, benim senin gibi bir kızım yok, hadi şimdi dölünü de al git buradan,” diye avazı çıktığı kadar bağırdı.
Bu yaşananlara anlam veremiyordum. Annemin sessiz gözyaşları yerini hıçkırıklara bırakmıştı. Ayaklarının bağı çözüldüğünden yükünü sırtlanıp avludan çıkardım. Arabaya bindiğimizde “Artık bana neler olduğunu anlatacak mısın?” diye sordum. Başını sallayarak ileride görünen tepeye doğru arabayı sürmemi işaret etti. İlkbaharın üşütmeden esen rüzgârının yüzümüze çarptığı tepeye vardığımızda, karşımızda İç Anadolu ölü bir beden gibi seriliydi. Annem sigarasından derin bir nefes çektikten sonra “Bak oğlum, karşında uzanan koyuluğa uzun uzun bak. Görmeye çalış,” dedi.
“Neyi anne?”
“Burada kendi gölgelerinin karanlığına hapsolmuş insanları.”
Annemle dertleştiğimiz sohbetler çok olurdu ama böyle bir giriş beni şaşırtmıştı.
“Anne hatırlatırım yirmi beş yaşındayım ve bu insanları ilk kez görüyorum,” dedim.
“İnsanları tanımana gerek yok. Bunu sadece bu manzaraya bakarak yapabilirsin. Baksana iki renkten başkasını görebiliyor musun? Hayır. Sadece sarı ve kahverengi. İnsanları da böyle işte. Şu bozkır bile mevsimlere ayak uydurur. Mevsimler değiştikçe iki rengin tonlarına bürünür de insanı değişmez. Sarılar hep sarı, kahverengiler hep kahverengidir oğlum. Bu iki renk şu bozkırda yan yana durur ama iç içe geçmezler; ortalar kahverengi kenarlar sarıdır, sınırları çizilmiştir, birisi o sınırı aştı mı kadim bir kuralı bozar, kabul görmez,” dedi.
Meraklı gözlerle “Annecim, edebiyat öğretmenim gibi konuşmazsan belki daha rahat anlayacağım seni,” dedim.
“İşte biz babanla o sınırı aştık oğlum,” dedi. “Baban sarıydı ben kahverengi. Biz öyle değildik de işte atalarımız öyleymiş. Cennetimiz bir değilmiş. Ellerimiz aynı semaya açılmıyormuş gibi, ibadetimiz bir değilmiş. Sazımız sözümüz, aşımız ekmeğimiz, düğünüzüm cenazemiz bir değilmiş… Değilmiş de değilmiş… Benden o aileye verilecek kız yok dedi babam…” diye devam edip uzun uzun anlattı annem.
O anlattıkça çıktığımız şu tepede benim de yüreğim çın çın öttü. Bu gürültülü sessizliğin gölgesinde büyümüş iki ağaç iken –annem ve babam- tutkuyla yeşerttikleri yaprakları bile yetmemişti kapkaranlık ruhları boyamaya. Ne acı ki, arılar onlardan alıp başka ağaçlara götürmesinler diye bu yeşilliği köklerinden söküp başka diyarlara savurmuşlardı onları.
Anneme sımsıkı sarıldım. Ben de ağlıyordum. Gözyaşlarımız birbirine karışmıştı. Annemin yıllardır bıkmadan usanmadan babamı her uzun yolculuğunda uğurlamaya gidişi bundanmış demek. Ona bir daha kavuşamamanın korkusuyla avuç içlerini öperek sevdasını koyarmış meğer… Baktıkça bozkıra değil de yeşil kırlara ve sonsuz maviliklere baktıran aşklarını görsün diye. Çünkü babamın elleri kanatlarıydı… Şarkıda da dediği gibi sevda kuşun kanadında değil mi?
edebiyathaber.net (21 Ekim 2021)