“These days I’m becoming everything that I hate. Wishing you were around, but now it’s too late.
My mind is a place that I can’t escape your ghost.”
Imagine Dragons – Wrecked
Sabaha karşı odamın kapısı vuruluyor. Gamze sesleniyor. “Ferit” diyor. Bilincim henüz yerine gelmediğinden kendimi bir an için Ferit sanıyorum. Sonra bir daha “Ferit” diyor ve inleyerek “ölmüş” diye ekliyor. Birbirine yabancı bu iki kelime buluşmakta ne kadar zorlanırsa zorlansın odamın kapısını vuran gerçek, yalın ve ağır. O denli derin bir uykudan uyanıyorum ki bana her şey yabancı geliyor. Yıllardır yalnız uyuduğum evimde yankılanan Gamze’nin sesi mi yoksa Ferit’in ölmüş olması mı daha tuhaf ayırt edemiyorum. Zar zor ayağa kalkıp kapıyı acıya açmak için yürürken, kapımın önünde onun ağlamaklı suratını izlerken ve ona sıkı sıkı sarılırken hayatımın en uzun gününü, başından başlayarak ayrıntılarıyla aklımdan geçirmeye çabalıyorum.
O kadar uzun zamandır insanlardan uzaktaydım ki artık kendime dair hiçbir varsayımımın doğruluğundan emin olamıyordum. Çocukken doğru bellediklerime sıkı sıkıya tutunmak dışında bir seçeneğim yok. Henüz, her şey elimden alınmadı! İçimden söyleye söyleye ezberlediğim bu cümleleri tekrarlıyordum. Bunaltıcı temmuz sıcağı dışında hiçbir şey hissetmediğim bir gündü. Evden çıkarken başımdaki ağrının her zamankinden daha fazla olacağını anlamış, bir ilaç almıştım; ancak henüz tesir etmemişti. Sıcağın da bu ağrıya yardımcı olacağı yoktu. Sokak çölleşmiş, esaslı bir nedeni olmayan herkes evlerine kaçmıştı. Yolun kenarındaki aracıma hızlı adımlarla ulaşıp kendimi sürücü koltuğuna bıraktım. İçerisi havasızdı. Yola çıkmadan önce dinleyeceğim müziği belirlemeye çalışıyordum ki yaşlıca bir kadın tam yanımda durdu ve “Nasılsınız evladım? Pek göremiyoruz bu aralar sizi. Her şey yolundadır umarım. İşe mi?” diyerek ardışık sorular sordu. Canı sıkıldığından, tanıdık bir simayla sohbet etmeye aç olan komşumuzu tanıdım. Nilgün Hanım. “İyiyim, teşekkür ederim. Sizde iyisinizdir umarım. Evet, işe gidiyorum.” diye yanıtladım.
“Geç değil mi saat? Mesaili mi çalışıyorsun?”
“Yok, hayır. Bugün böyle oldu.”
Konuyla ilgiliymiş gibi, “Yalnızlık zor!” dedi. Pırasadan da bahsetsek sohbetin sonunu hayat hakkında inandığı tek gerçek olan bu cümleye bağlayacağına emindim. Cevap verme gereği duymadım. Saatin o an farkına vardım. Üç. O, zamanın bilinciyle yaşadığından ya da yalnızca bana saati hatırlatan birinin olup olmadığını anlamak için bu soruyu sormuştu. Bir süre konuşmadan birbirimize baktık. Gitmesi gerektiğine kanaat getirmiş olacak ki “İyi günler çocuğum.” dedi.
“İyi günler Nilgün Hanım.” dedikten sonra başka bir şey demesine fırsat vermemek için müziği boş verip gaza bastım. Camlardan içeri dolan serinlik beni biraz olsun kendime getirdi. Aklım hâlâ gece boyunca gördüğüm iç içe geçen rüya ve kabusların etkisindeydi. Özellikle sabaha karşı, Gamze’yle seviştiğimiz rüya, bedenine ilişkin detayları ve rüyada kurulması zor gerçekçiliğiyle aklımdaydı. Rüya, ister istemez aklıma Ferit’i getiriyor. Çocukluk arkadaşımın sevgilisini böyle bir rüyada görmüş olmak tuhaf bir his. İster istemez ne zamandır yalnız olduğumu bana düşündürüyor. Rüyanın sıcak sevecenliğinden uyandığımda, evdeki yalnızlığım beni olduğumdan daha kötü hissettiriyor. Neyse ki böyle kazalara alışkındım. Yine de biriyle konuşmam gerekiyor. Bu kişi Ferit ya da Gamze olmasa da…
Daha ana caddeye çıkmamıştım ki ileride büyük bir toz duman tabakası gördüm. Araçlar hızla dumanın ve sesin içinden geçiyordu. Cadde kenarında, şimdiki evime beş yüz metre mesafedeki çocukluğumun geçtiği Taş Apartmanı yıkılıyordu. Beş yaşıma kadar yaşadığım bu yüksek giriş apartman dairesine ilişkin anılarım daha çok etraftaki parklar ve bitmek bilmez bir hevesle koşturduğum bahçesine ilişkindi. En eski anılarımı yok etmekte olan kepçenin yanından geçerken durdum. Şu an, bu apartmanın oldukça yakınındaki bir başka apartman dairesinde yaşamama rağmen bugüne kadar beni hiç ilgilendirmemişti. Geçmişti, eskimekteydi ve orada diğer eskiyen her şeyle beraber öylece duruyordu. Böyle yıkımlardan herkes mi etkilenir yoksa bu benim epeyce yaralanmış, kayıplarla sarsılmış kişiliğimin bir zaafı mı diye düşünüyordum ki arkamdan yükselen korna sesleri beni uyandırdı. Hemen arkamdaki kırmızı aracın sürücüsünün bana söylendiğinden emindim, aynaya dikkatle bakmaya gerek duymadım. Daha fazla ikaza maruz kalmamak için harekete geçtim.
Arkada bıraktığım eve dair daha fazla detay anımsamaya çabaladıysam da bulamadım. Anılar ister istemez annem, babam veya hayattaki ilk arkadaşlarım üzerinde yoğunlaşıyordu. Arkamdaki kırmızı araç, fırsatı olmasına rağmen beni bir türlü geçmiyordu ve sabit bir mesafeyi koruyordu. Durup dururken içimde izlendiğime dair bir kuşku yerleşti. İzlenmem için hiçbir neden yoktu; bir süredir çalışmıyordum ve hiçbir konuda kimsenin dikkatini çekecek kadar sivrilmemiştim. Birkaç eski kız arkadaş dışında da bana karşı öfke besleyecek kimse yoktu. Kimsem yoktu, bu noktada daha doğru bir tabir olur kuşkusuz. Sevdiklerimin bir kısmını kaybetmiştim, bir kısmı ise benden uzaklaşmıştı. Aracın beni takip edip etmediğini anlamak için ilgisiz bir yerden sağa döndüm. Hayattaki tüm seçimlerimiz bizi birtakım sonuçlara götürür; ancak ben de herkes gibi bunu sık sık unuturum. Kendimden bile gizlemeye çalıştığım bir panikle dikiz aynasına baktığımda, aracın benim arkamdan dönmediğini görüyor ve nihayet rahatlıyorum. Müziği ayarlamak için konsola eğiliyorum. Önümde uzanan yol boyunca birçok kavşak var. İlkine gelmeden önce işimi bitiriyor, park eden araçların arasından yolun sağını ve solunu kesmeye çalışıyorum. Bu sırada telefonum çalıyor, Ferit arıyor. Rüyayı aklıma getirmemek için hemen yanıtlıyorum.
“Hemen sağa kırdın. Kimden korkuyorsun oğlum?”
Demek izleniyormuşum.
“Sen miydin arkamdaki?”
“Şaka yapalım dedik. Jüriye gidiyordum, baktım duruyorsun yol ortasında. Tüm stresimi aldın, eyvallah.”
“Umarım kalırsın.”
“Sağ ol, sende var mı bir haber?”
“Yok, kütüphaneye gidiyorum. Gamze’ye selam söyle.”
“Görürsen söylersin hanımefendiye. Neyse seni takip edenler vardır. Konuşuruz sonra.”
Ferit’e öfkeleniyorum. Öfkelendiğimi belli etmemeye çalıştığımın da farkında. Öteden beri bana karşı küçük zaferlerinden büyük haz alır. Ben onun değil plakasını, aracının modelini bile bilmezken o benimkini neden aklında tutar örneğin? Çocukluğumuzdan beri var olan bu çekişmenin sürmesine, ikimize de geçmişi, naif zamanlarımızı hatırlattığından izin veririz. En azından benim nedenlerimden biri bu ve umarım onun da öyledir. Bu sırada, yolun solundan hızla gelen eski bir araç fark ediyorum. Aklım, sadece Ferit’e mi yoksa herkese mi paranoyak biri gibi göründüğümün sorgusunda. Bunları da birileriyle konuşmam gerekiyor. Kavşağa girerken hızlı gelen aracın yavaşlayacağını varsaymak gibi tehlikeli bir rahatlık içindeyim. Ferit, diken üstündeki varlığıma yanlış zamanda rahatlık telkin etti. Araç yavaşlamıyor ve frene tüm gücümle basmakta geç kalıyorum. Ufak bir temasla durmayı başarıyorum. Araçlardan iniyoruz, etrafımıza toplanan kalabalık, kaza yerini seyrediyor. Bu kalabalık, bana insanların hasar gören şeylerle neden ilgilendiğini düşündürüyor. Diğer aracın sürücüsü oldukça yaşlı bir adam. Rahatlıkla seksenini devirdiği söylenebilir. Gözlerinin ne derece gördüğü şüpheli. Benim bacaklarım titrerken, trafik kazası onun hayatta dert ettiği en son şey gibi gözüküyor. Araçlarda önemli bir şey olmadığına kanaat getirdikten sonra tutanakla falan uğraşmadan yolumuza devam ediyoruz. Her zamanki gibi, bu ufak kaza bana daha büyük kaza olasılıklarını düşündürüyor. Yol boyunca kendi muhtemel ölümüme dair senaryoları, sadist bir zevk ve kendime acıma ikiliğiyle kurguluyorum. İnsanlara cinsel fantezilerimi anlatabilirim; ancak kafamda kurduklarımı açıkça anlatamam. Ne Ferit’e ne Gamze’ye.
Nihayet varacağım yere geliyorum. Burası, semtte yaşayanlarca bile pek fark edilmeyen bir halk kütüphanesi. Küçük bir yer; ancak sessiz ve istediğim çoğu kitap burada. Evimle kütüphane arasındaki yirmi dakikalık yolculuğun beni haddinden fazla yorduğunu fark ediyorum. Kütüphanenin benim dışımdaki üç müdavimi yine yerlerinde oturuyorlar. Gülümseyerek selam veren, gülümsemeden selam veren ve hiç selam vermeyen arasındaki yerime oturuyorum. Çantamı sandalyeye bırakıp içinden alacağım kitapların listesini yazdığım kâğıdı ve iade edeceğim kitapları bularak görevlinin yanına gidiyorum. Ayak seslerime yalnızca çevrilen sayfaların hışırtısı eşlik ediyor.
“Hoş geldiniz. Nasılsınız?”
“Teşekkür ederim, siz nasılsınız?” derken bir yandan da kitapları ve listeyi uzatıyorum.
Görevli, başka bir işim olup olmadığını artık merak etmiyor ve tatil günü hariç her gün beni burada görmeye alışmış. Boğuk sesinin bana ulaştırdığı, “İyilik, her zamanki gibi.” cevabıyla yerinden kalkıyor. Adamın sesi o kadar derinden geliyor ki her gün aynı cümleleri söylemese ne dediğini asla anlayamam. Evden çıktığımdan beri yaşadığım her şeye ilişkin bir bezginlik var içimde. Okuduklarıma kendimi veremiyorum. Sıradan bir günde beni rahatsız etmeyecek kâğıt kalem sesleri, kahveden alınan bir yudum, kapının açılıp kapanması, görevlinin sandalyesini çekmesi bile şimdi dikkatimi dağıtıyor. Mesai saatinin sonuna yaklaştığımızı, okumak için direnmenin artık boşa olduğunu anlayarak kitaplarımı topluyorum. Bugün iyi bir gün değil.
Eve gelirken aracı dikkatle kullandığımdan ve gündüz düşlerine ya da paranoyalarına kapılmadığımdan başka bir vukuat olmuyor. Araçtan indiğimde buna şükreder haldeyim. Marketten akşam yemek için bir şeyler alıp eve geçiyorum. Henüz üzerimi değiştirmeye fırsat bulamamışken kapı çalıyor. Rüyamı dışarıda tutarsak, bir süredir görüşmediğim Gamze’yi karşımda görünce irkiliyorum. Onu içeri aldıktan sonra ne olduğunu sormama fırsat bırakmadan lafa giriyor.
“Ferit” diyor. “Ferit kaza yapmış.”
“İyi mi? Nerede şimdi?”
“Hastanede. Ziyaretçi almıyorlar. Ne yapacağımı bilemedim. Evde duramadım, sana geldim.”
“İyi yaptın, doktorlarla konuştun mu? Ne diyorlar?”
“Ciddi diyorlar durumu.”
“Şimdi arar sorarız yine. Nasıl olmuş?”
“Bilmiyorum. Tez jürisi vardı bugün. Geceden uykusuzdu. Kavşakta hızlı gelen bir araçla çarpışmış.”
“Sürücüsü yaşlı mıymış?” cümlesi ağzımdan istemsiz çıkıyor. İlgisini anlayamadığından omuz silkiyor.
Gamze biraz sakinleştikten sonra, hastaneyi arıyoruz. Yeni bir haber yok. Kafam karman çorman. Ne hissetmem gerektiğini biliyorum; ancak gerekeni hissedip hissetmediğimi bilemiyorum. Ona söylemeye çekindiğim şeyler var. Öğleden sonra benim de benzer bir kaza yapmam, kazadan hemen önce Ferit’le konuşmam ve bana yaptığı takip şakası; söylemeye çekindiğim şeylerden bazıları. Bir süre sonra anlatmaya karar veriyorum, bilmek hakkı. Ses çıkarmadan dinliyor. Önce onunla dalga geçtiğimi sanıyor, sonra büyümüş, ıslak ve ela gözleriyle yorum yapmadan yüzüme bakıyor. Rüyamı anlatmayı ise aklımdan bile geçirmiyorum. O da benim gibi neyi nasıl yorumlaması gerektiğini bilmiyor. İnsan aklının en zavallı zaaflarından biri, tesadüflerin arkasında umarsızca mantık arama çabası diye düşünüyorum. Bunu da ona söylemiyorum.
Akşam balkonda oturuyor, durmadan şarap ve sigara içiyoruz. Telefonların sesi açık ve aramızdaki masanın üstünde. Gözü sık sık telefona dalıyor. “Bugünlerde ne okuyorsun?” diye soruyor. Cevabımı dinlediğine emin değilim. Yüksek lisans tezimle ilgilenmem ve okuduklarımı bu konu üzerinde yoğunlaştırmam gerektiğini nasihat ediyor. Nasihat etmenin ona iyi geldiğini anlıyorum. Ferit’le yaşadığı evde duvarlarla konuşmak yerine buraya gelmesi gözümde bir kez daha anlam kazanıyor. Sık sık konu kazaya geliyor, yeniden ağlıyor. Yeterince üzgün gözüküp gözükmediğimi düşünüyorum. Bu hep böyle olmuştur. Derin bir hüzün ya da sevinç hissetmem beklendiği anlarda beklentiyi karşılamayı başarıp başaramadığıma düşüncelerim öylesine gömülür ki duygu ortadan kaybolur. Ardından Gamze, asla açıkça ifade etmeyeceği, onsuz da yaşayabilirim özgüveniyle gözyaşlarını siliyor; oturduğu yerde sırtını dikleştiriyor. Gamze mağlup olduğunda bile mağlup biri gibi davranmaz, onun bu özelliğinden etkilendiğimi kendime itiraf ediyorum. Bunun yapay olduğunun farkındayım; ancak farkındalık etkilenmeye engel olmuyor. “Sen nasıl baş ettin kayıplarla?” diyor.
“Baş edemedim.” diyorum.
Evden çıkmadan önce tartıştıklarını anlatıyor. Konuyu sormuyorum; ancak Ferit’in kıskançlığını biliyorum. Saat şimdi epey geç. Telefon bir türlü çalmıyor. Aklına sık sık ona ait detayların geldiği dalıp giden gözlerinden belli. Detaylar herkesi yıkabilecek kuvvettedir. “Sen istersen yat.” diyor. Gökte asılı kızıl dolunaya bakıyorum. Açtığım şarap şişesinin hâlen yarısı dolu ve şişeyi önüne çekmiş. Şarap, dolunay ve kanın kırmızıda bütünleşen uyumu beni hiçbir zaman inanmadığım doğaüstü düşüncelere yönlendiriyor. Elbette bunu da ona söylemiyorum. Odama giderken, “Çok içme, hastaneye gitmek gerekebilir.” diyorum. Bir yandan onun bana söylemedikleri neler acaba diye düşünüyorum. Bir müddet sonra kırılan şişenin sesini duyuyorum.
Sabaha karşı odamın kapısı vuruluyor. Gamze sesleniyor. “Ferit.”
Ona söylemediğim şeylerden bir diğeri, benim ona Ferit’ten önce âşık olduğum, yalnızca harekete geçecek cesareti bulamadığım. Titreyen kirpiklerini seyrederken bir süre buradan başka bir yere gitmeyeceğini anlıyorum. Üzerimde kendime yabancı bir kötülükle, onun karşısında ilk kez rahatlamış hissediyorum. Bu hisse, Taş Apartmanı’nın yıkılmasının mı yoksa Ferit’in hayatta olmamasının mı neden olduğu konusuna daha fazla kafa yormamam gerektiğine karar veriyorum. Gamze’nin kâğıt gibi ince bedeninin titremesi nihayet sona eriyor.
Cenazenin ertesi günü onu kahvaltı etmeden arabama bindiriyorum.
“Gezintiye mi çıkıyoruz? Hiçbir yere gidesim yok.” diyor. Yine de eşlik ediyor. Yol boyunca uyukluyor. “Geldik.” dediğimde kafasını kaldırıyor. Gözlerini açıp etrafa bakıyor. Önce Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi tabelasını, ardından da Psikiyatri Acil tabelasını görüyor. Beklediğim kadar şaşırmıyor.
“Benim için mi geldik buraya?”
“İkimiz için de. Baş edemedim derken şaka yapmıyordum.” diyorum. Korkulacak bir yer olmadığını, istediğimiz zaman çıkabileceğimizi, toplumla, kendimle ve alkolle sorunlarım ne zaman içinden çıkılmaz hale gelse buraya gelip bir süre kafa dinlediğimi, yenilenmiş bir kimlikle buradan çıktığımı anlatıyorum. Bir şey demeden dinliyor, daha önce kaç kez burada yattığımı sormuyor. Arabadan inmekte bir an tereddüt ediyor. Sonra ani bir kararla kapıyı açıyor. Derin bir nefes alarak “Girelim bakalım.” diyor. Etrafta bana selam verenler olması onu gülümsetiyor. “Masa tenisi sever misin?” diyorum. Cevap vermiyor. İçeri girerken, Nilgün Hanım ve kütüphane görevlisinin beni bir süre görmeyince merak edip etmeyeceklerini düşünüyorum.
edebiyathaber.net (4 Kasım 2021)