İnsanın kendi olabilmesi için en fazla, en şiddetli, belki en kanlı savaşı yine kendisiyle vermesi gerekiyor. Mağlubu ve galibi aynı olan bir savaş bu. Çünkü iç savaşlar evvela bir ülkenin kendi kendisini yemesine sebep olur. İnsan da bir ülkedir. Bedeniyle, ruhuyla, kalbiyle, nefsiyle, duygularıyla ve düşünceleriyle, hatta davranışlarıyla; şehirler, köyler, kasabalar, yıkık binalar, terk edilmiş apartmanlar, kapısına kilit vurulmuş dergâhlar, ebediyen susmuş mezarlıklar ve kimsenin geçmediği köprüler, hiç kimsenin bilmediği yollar gibidir insan.
Madem insan bir ülkedir; onun ne barbarı biter ne işgalcisi. Ne casusu biter ne yağmacısı. Ne Mukadderat muharebeyle işler insan denen ülkede. Eğer şirket olsaydı insan, muharebeler değil muhasebeler karar verirdi gidişata. Oysa insan bir ülkedir ve en mahrem bilgileri vicdan denen her yanı mayınlı çekmecede saklıdır. İnsanın stratejisini aklı, hassasiyetlerini ise ahlakı belirler. Ahlak nedir? İnsanın kendisini, kendi hikâyesine inandırdığı bir bozgun. Kuyunun en altındaki merdiven. Göğe dizili bulutlar. Toprakla hemhal çiçekler. Eşyanın tabiatı insanın fıtratına mündemiçtir. Tabiat, fıtrat ve hakikat varlığı öylesine sarmalar ki insanın varoluşsal boşluğu düşmesi çoğu zaman bu sarmalın büyüsündendir. Sarsıldıkça temelleri güçlenen insan, kalbindeki ve ruhundaki tahribatın şiddetini ancak yalnızlığıyla ölçebilir, ne kadar yalnız kaldığıyla. Dil bunun için kutsaldır. Hiçbir şeyin anlatılamaz olamayacağına dair bir delildir dil. İnsanın kendi hikâyesine bir baş ve bir son yazarken, ortasındaki cebelleşmeyi bir arayış olarak biçimlendirir. Her anlatış, bir önceki anlatıştan farklıdır. Bu sebeple hatırlamak bir yanılgı, düşlemek kusursuz bir intihardır. İntihar ise şairin dediği gibi, geride kalanlara yönelik bir suçlamadır. İnsan her hayal kurduğunda ve her gördüğü düşte, mekânı ve zamanı olmayan bir iklime düşer. Karanlığın coğrafyası. Zarif yenilgilerin. İntihar edenlerin ilk seçeneği, arayışlarında elde edemedikleri varoluşsal yükselişe itiraz olarak yok edici bir düşüştür. Düşmek, hicrandır.
Tarık Tufan’ın yeni romanı Geç Kalan da işte bu hicranın, geç kalmanın, geriye bakmanın, en önce ve daima kendini suçlamanın, ruhsal arbedelerin, sis dağıldıktan sonra ortaya çıkan dehşetin, büyülü karamsarlığın ve imkânsız umudun romanı. İnsanın içinde yer eden, unutulmaz, onulmaz, dinmez acı denir hicran için, ayrılık acısı denir kısaca. Acaba kimden ayrılmanın? İnsan başkasından ayrılırken, kendinden de ayrılmış olamaz mı? O zamanki kendinden, o zamanki hâlinden ve duygularından? Hicran gelir ve insan denen ülkeyi yıkıp döker: “Hikâyenin başını ve sonunu kaybettin, hikâyene inancını yitirmenin ilk adımı bu; biraz zaman geçince izbe bir boşluğun içinde budalaca dolanıp duracaksın. İnsanın başına gelen en büyük musibet, kendi hikâyesine inancını yitirmesidir, zamanla öğrendin; uzaklara bakar gibi bakacaksın kendi yüzüne, çürümüş bir cesedin kokusundan uzaklaşmak ister gibi kaçacaksın kendi teninden, gelişigüzel mazeretler ayıplarını örtmeye kâfi gelmeyecek. Hicran yüreğine yerleşti bir kere.”
Kendine başkalarının gözüyle bakabilen insanın, sefaletle burun buruna yaşayacağını anlatıyor Geç Kalan. Öte yandan; bir yazarın, başkalarının hayatına dokunmasının ne büyük bir sorumluluk olduğunu da yer yer okuyucuya gösteriyor. Bu aynı zamanda yazarla okur arasındaki bir duygusal antrenman. Sırtından yağlı boyaya yapışmış hareketsiz duran böceğe benzediğini düşünürken hikâyenin kahramanı, okur kendi hâline şükredebilir ve hatta kıvrak bir tebessümle o acılı paragrafı sonlandırabilir. Schadenfreude. Tarık Tufan’ın mahareti ise tam burada ortaya çıkıyor. O, kelimelerin hem şifa verdiğini hem de yeni yaralar açtığını gösteriyor anlatımında. Türkülere, sırlı dualara, kestane balına, zerdeçala, Âyetü’l-kürsî’ye, kekik suyuna aynı anda inanmanın, ancak insan denen ülkeye yakışacağını ortaya koyuyor.
Başkalarının acılarını anlamak mümkün değildir, öldükleri anlaşılır başkalarının. Bu yüzden ölüm en kolay anlaşılır bir şeydir. Esas mesele, ölümü kabullenmektir. Tıpkı ölüm gibi, kabullenilmeyen her şey insanın kaderinde bir döngü haline geliverir: “Hayatı parçalanan insanın asıl sancısı aklının, ruhunun ve kalbinin ayrı ayrı yerlere düşmesidir. İçindeki bölünmenin dayanılmaz ağrıları; içsel sürgün, sonsuz mahkûmiyet, en derin ayrılık hasreti. Ölmek, dirilmek, yeniden ölmek, dirilmek ve böylece uzayıp giden, her seferinde acıyı daha derinlere saplayan kederli döngü.”
Canı yandığında, canının olduğu yeri çağırır insan. Delilerin boşluğu, şairlerin ilhamı, dervişlerin Allah’ı ve her âşığın yârini çağırması bundan. Canı yanan, canını zikreder ki yeniden can bulsun. Peki geride kalan, ölüme geç kalan, henüz hayatta olan biri, gideni nasıl çağırır? Tarık Tufan, bir çağrının hikâyesini, Firuzan’ın gölgesini, aşkın sınırsızlığını ve sonsuzluğunu hırpalıyor sayfalar boyunca. Asıl meselenin gözleri ve sözleri değil, karşılıklı biçimde özleri teslim etmek olduğunu, özgürce ve korkusuzca sevmenin büyük bedeller istediğini, esas aşkın mağlubiyetlerle örüldüğünü, Türkçenin tüm lezzetiyle okuyucuya sunuyor. Her âşığın çıkmazlarında kuvvet yahut yakıt olarak bir köşede duran türkülere, şarkılara, apartmanlara, filmlere, kitaplara, öfkelere, küsmelere ve ölüm selam duruyor. Belki de bizleri, yaşamın büyüsünü kaybettiğini düşündüğümüz anlarda aşkı hatırlayacağımız bir saygı duruşuna davet ediyor. Ölümlü olan insandan ölümsüz olan aşka, mümkün saygıların en güçlüsüne. Kendi kendine ama bütün kâinata savrulan bir sitem gibi: “Ölümsüzlüğe inanıyordunuz. Ölümsüzlüğe, berbat filmlere, işkembe çorbasına, taze zencefile, büyük sözlüklere ve kadere. Ölümsüzlüğe ve kadere aynı anda inanmanın kirli, kusurlu, kabahatli kumaşlarından, muteber hakikat hırkası dikiyordunuz kendinize. Dergâhtan kovulmuş dervişler. Arın, namusun kırık şişesi. Eşikte kalmış melamet. Kovulmanın yüz kızartıcı sancısı. Sırrı dökülmüş ayna.”
Çığlıkların, yakarışların, ağlayışların, ağız dolusu gülemeyişlerin, iç çekişlerin, kısa ama sürekli sessizliklerin, bir ayağı kısa masa gibi güçsüz duruşların, bir el dahi sallayamayışların, son bir kez seni seviyorum diyemeyişlerin romanı Geç Kalan. Bir kuyu açmayı hüner bilen insanın, kendi içindeki kuyuyla -tek bir kuyu mu vardır insanın içinde?- bir türlü buluşamamasının, buluşup da su çekememesinin, su çekip de kana kana içememesinin romanı. Yarım kalmanın ve asla tamamlanmayacak olmanın bir vasiyetnamesi: “Allah sana merhamet etti, nefes verdi, aşk verdi, kelimeler verdi. Kıymetini bilemedin. Ne arıyorsun? Şimdi bir mağara bul kendine. Şimdi kendine üç yüz yıllık bir uyku bul. Besili bir buzağı bul ve kurban et. Ortasından yürüyerek geçebileceğin bir deniz. Göğe tırmanacak bir çarmıh. Karnına gizlenebileceğin bir balık. Sığınacak bir gemi.”
edebiyathaber.net (10 Kasım 2021)