Hisarcık’a gitmek aklımın ucunda yoktu. Son günlerde eve dönüş yolunu ne kadar uzatabildiysem o denli muzaffer ilan ediyordum kendimi. İstediğim kadar can vermeye çalışsam da yaşamıyordu o ev artık. Susuz birkaç çiçeğin can çekişmesini izleyerek doldurduğum günleri de kayıp sayıyordum.
Çocukluğumun berrak günlerinde Hisarcık dünyamın öbür ucuydu. Cesur bir çocuktum, okuldan arkadaşlarımı toplayıp firar etmişliğim bile vardı ama Hisarcık küçük firarımın da sınırıydı, son orasıydı. Günlerdir uykusuzlukla birlikte yine binlerce metre derine indim. Çizdikçe monotonlaşan litostratigrafik birimler gibi eskiz üzerinde de yaşama heyecanımın sonuna doğru yol alıyordum. Derinlik böyle bir şey olmalıydı, ileride farklı bir şey yoktu, daha fazla gitmekten de vazgeçmeliydim herkes gibi.
Omzumu neşter gibi kesen proje çantasını bagaja bırakıp, günlerdir uyuyamamanın acısını çıkarmak için çorak eve doğru yol alıyordum. Araçların son üçüncü saniyeyi beklemeye asla tahammülü olmadığı ve yaya yolunu çoktan geçtiği trafik ışıklarında gözlerimi dinlendirirken aniden arkamdan gelen abartılı egzoz ve korna sesine uyandım. Hızlanmalı, arkadaki aracın komutuna uymalı ve ben de herkes gibi devam etmeliydim yola. Ama birden vazgeçtim. Yeniden harekete geçtiğimde kavşaktan sağa, daha az kullanılmış olan tarafa yöneldim, Hisarcık’a. O an hafifleme hissiyle şarkılar söylemeye başladım her zamanki berbat sesimle: “Bırak tutma beni, kaybetsem de üzülmem asla!”… Dünyada sadece güzel ya da kırbaçlı sesler şarkı söylemeli anlayışını hep reddederdim, en azından yalnızken özgürce şarkı söyleme fırsatlarını kaçırmazdım. Şarkılarımıza katlanabilen birileri mutlaka olmalı diye düşünürdüm, tını kötü olsa da sözler önemliydi. İnsan sadece içinden şarkı söylemeye başladığında zamanla sesi midesinde yaşamaya başlıyor. Sesimize sürekli asit salgılanması pek de iyi bir şey değildir.
Arabaya yerleşen sigara ve portakal çiçeği kokusu benim kokum. Son zamanlarda kokum da midemi bulandırmaya başladı. Üstelik ondan hiç kaçamıyorum. İnsan zaman zaman kokusundan uzak kalsa ne güzel olurdu, hatta o zaman belki de rahat uyurdu. Aracın beni bir zırh gibi koruduğunu sandığım penceresini açar açmaz o tanıdık kokuyu hissettim. Çocukken bitlenmeme sebep sandığım o kokuyu. Küçükbaş hayvan derisine karışmış odun ateşi kokusu. Hep iğrenirdim bu kokudan, kaçardım uzaklaşırdım böyle kokan herkesten. Derin bir nefes alıp ciğerime hapsetmek istediğim bu koku aynı koku değil miydi yoksa? Yıllarca kaçtığım kokunun içine hapsolmak, kaynağında yaşamak istedim o an. Birkaç saniyede, bir koku ile bu kararı verdiğime inanamadan, belki de vazgeçmeye şans tanımadan Hisarcık Muhtar’ının yolunu tuttum. Kendi kendime küçük oyunlar oynayarak adres soruyor eğer sorduğum kişi bana gülümsemezse hemen geriye takıp eve döneceğime söz veriyordum. Oysa ilk defa arka arkaya üç kişi bana gülümsemişti ve kokularına rağmen içimde onlara sarılma hissi uyanmıştı. Uykusuz, yorgun ama sevinçliydim, yolda önüme çıkan birkaç iş makinasına takılmak bile pes ettirmedi ve çok geçmeden muhtarın evini buldum. Evin önünde bir düzine kazın şarkısıyla karşılandım ama muhtar ne yazık ki evde değildi. Harman yerindeymiş, yakındaki bahçede çalışıyormuş. Hedefine ulaşmasına az kalan bir atlet gibi son gücümü toparlayıp bahçeye attım kendimi. İşte oradaydı muhtar gülümsüyor ve sevgiyle karşılıyordu beni.
Küçük bir tanışmadan sonra yanımdan ayrıldı ufak tefek ama güçlü görünümdeki ihtiyar. Konuşurken hep gülümseyen ve sanki bitkilerin hiç bitmeyen türküsüne eşlik eden muhtara yakınlık duymuştum görür görmez. Çok geçmeden kucağında koca, ak bir karpuzla geri geldi. Çocukken yediğim, içi beyazdan turuncuya değişen, iri siyah çekirdekli, ata tohumundan olduğu her halinden anlaşılan mis gibi bir karpuzdu. Birlikte çalıştığı karısı ile beraberce sebze kasalarının üzerine oturup sohbete başladık. Bana neden geldiğimi sormadı, onları böldüğüm için kızmadı, üstelik kapısını bile tıklatmadığım halde buyur etmişti beni. Koca bir dilim karpuzu verdiğinde kimseden ikram kabul etmediğim halde aç bir kuzu gibi saldırdım. O eşsiz tadı ve kokuyu aldığım an unutmuştum sanki portakal çiçeğine karışmış nikotin aromasını. Etrafımız çam ormanları ile çevriliydi ve civarda bir tane dahi beton yapı yoktu. Ve su vardı, sanki yaptığım etütlerde binlerce metre derinde aradığım her şey gün yüzünde beni bekliyordu. O an trafik ışıklarını sonuna kadar beklediğim için şükrettim. Artık niyetimi söylemem gerekirdi. Oturduğum kasadan yavaşça kalkıp ileri baktığımda birden o aptal izleri fark ettim. Kara bir volkan, onu kesen faylar ve ileride dağın tıraşlandığı ocak, bir maden ocağı. Birkaç dakika sonra ortalığı toz dumana katan sarı iş makinaları geçmeye başladı, bitkilerin türküsünü ezip geçen o makinalar benim sesimi de bastırdı. Hisarcık’ın çok değiştiğini anlatmaya başladı muhtar, oradan bir bahçe ya da bir ev almak istediğimi söyleyemeden, arkada yer alan askeri düzende dizilmiş hobi bahçelerini gösterdi. Buralar çok büyüyecek çok gelişecek diye sıraladı. Arazilerini satarsa torunlarına kentten birer ev bile alabileceğini söyleyen müteahhitten bahsetti, madenden de sıcak sudan da. Sen buraların eski halini bilsen dedi, çamura batan ayaklarından, okula gidemeyen çocuklarından, doktor yüzü görmeyen köyünün hasta halkından bahsetti, şimdi internet bile geldi müteahhit sayesinde diye ekleyerek. Biliyordum, Hisarcık’ın derinlerinde yatan her şeyi çok iyi biliyordum, o madeni de, o dağların kalbinden fışkıran buz gibi suları da, en derinde öfkeli bir ergen gibi bağıran jeotermal kaynakları da. Ama çocuk dünyamın son sınırına, bir zamanlar hayalimdeki dünyanın sonuna kadar gelmiş olabileceklerini hiç düşünmemiştim. Ne bir haber okumuş ne de bir şey duymuştum çalışmalar hakkında. Duysam gelir miydim sanki, duysam yolumdan asla sapmazdım.
Biten karpuz dilimini hayvanlarına götürüp götürmeyeceklerini sordum, at kızım dedi biz suni yem alıyoruz hayvanlara. Muhtar konuştukça gülümsemesinin büyüsünü yitirdiğini hissetmeye başlamıştım. Her şey geldiğim andan öyle farklıydı ki, bitkiler sanki bir türküden çok ağıt yakıyordu. O yemyeşil bahçe yerini gri bir toz bulutuna bırakmıştı. Muhtara “Aslında buralara dokunmasalar, torunlarınız da gelse burada yaşasa daha güzel olmaz mı?” deyiverdim. Ve o an, kurnaz kaşlarını çatıp karşımda duranın, sarı iş makinasından farksız olduğunu gördüm. ” Olmaz! ” dedi, “Biz zaten öleceğiz, kurtulsunlar bu çamurdan, şehirli olsunlar onlar da…” Şehir artık özgürleştirmiyor ortaçağdaki gibi demek geçti içimden ama söylemedim hiçbir şey. Her gün onlarca insana açıklama yapmaktan çok yorulmuştum, anlatma yorgunuydum artık… Hisarcık’a sapma amacım sadece doğayı izlemek, sessizliği dinlemek ve dinlenmekten ibaretti, özgürce susabilmekti belki de… Ama kokumu bahçeye de bulaştırmıştım ne yazık ki hemen oradan ayrılıp ait olduğum yere dönmeliydim. Ayaklarım hala dururken ona buraya geliş sebebimin bakir bir toprak aramak olduğunu, oradaki turuncu kadife çiçeğine yıllardır rastlamadığımı, torunlarına bırakacağı en güzel şeyin gübresiz bir toprak olduğunu söylemeyi düşündüm tekrar. Çünkü susmamalıydım artık, elimi taşın altına koymalı, küçük bir bahçe de olsa onu korumalıydım. Muhtarın hanımı bir kadın idrakiyle gideceğimi anlayıp bakışımın yöneldiği kadifeleri işaret etti, kopar istersen diye seslendi. Kurumuş olanlardan alıp alamayacağımı sordum, ne yapacaksın diye kahkahayı bastırdı. Tohum için dedim, saksıda yetiştireceğim. Daha yüksek sesle gülmeye başlayınca saygıyı bir kenara atıp, yakında sizin de yapacağınız gibi diye ekledim. Sessizlik sardı dört bir yanımızı birden, tanınmayan insana bağışlanan gülücük yerini alaya ve öfkeye bıraktı. “Buraya herkes gelir gider kızım, çok büyük adamlar geldi, onlar da sen gibi okumuştur. Herkesten ayrı ses çıkıyor, biz hangisine inanacağımızı şaştık” dedi en son bezmiş halde muhtar… Bir kayaydı sanki karşımdaki, ömrü boyunca türlü eziyetlere, korkunç depremlere maruz kalan ve yoksulluk çizgilerinin her yanını sarıp onu parçaladığı bir kaya. Sustum… Saatlerce anlatabileceğim doğa yasalarını, savunabileceğim insan haklarını yuttum. En uzağıma bile benim gibilerin kokusunun sinmiş olabileceğini beklemiyordum. Vedalaşıp arabaya döndüğümde çok daha ağır ve yorgun hissediyordum. Belki daha suçluydum eskisinden, çünkü yine susmuştum. Yutmuştum yine doğrumu, içimde parçalanıp yok olsun diye yutmuştum. Ve sandığımdan çok daha kötü olduğumu, hak ettiğim tek toprağın o saksıda yitmekte olan bir kaç avuçtan ibaret olduğunu anlayarak geri döndüm yoluma…
edebiyathaber.net (11 Kasım 2021)