Suudi Arabistanlı yazar Rim es-Sakr, “Bir Arap Kadının İtirafları” romanında Hadramut’tan Suudi Arabistan’a göç eden bir ailenin kızı Zaya’nın yolculuğunu ve Londra’ya kadar uzanan var oluş mücadelesini anlatıyor. Zaya gönlünün nereye ait olduğunu tüm yaşamı boyunca anlamaya çalışan bir kadın. Mutsuzlukla beslenen bir anne, bu mutsuzluk karşısında kendi küçük dünyasına sığınan bir baba ve erkek olmanın Doğu toplumlarına özgü ayrıcalığını yaşayan dört kardeşten oluşan kalabalık ailesinde kendini sürekli yalnız hisseden bir kadın. Zaya’nın Cidde’de başlayan kimlik arayışı; Demmam, sonrasında evlenerek gittiği Abu Dabi’de devam ediyor ve oradan da gerçek aşkı bulduğu Londra’da noktalanıyor. Elbet sonrası bilinmez.
Roman, Zaya’nın geriye dönüşle çocukluğunu anlattığı dönemden Londra’da orta yaşın eşiğindeki döneme kadar geçen süreyi anlatıyor. Ondan haberdar olan bir yazar, hikâyesini yazmak istediğinde ortada anlatılacak bir hikâyesi olmadığını düşünüyor Zaya. Ona göre hayatı; kendi kontrolünün dışında, nereye ait olduğunu bilmeden, aşkı arayarak geçen anlamsız bir hayat. Hayata aşkla tutunmaya çalışıyor ancak her defasında derin bir hüsranla kalakalıyor. Görülmek istiyor, okula giderken sokaklarda dolaşıp gelip geçen arabaların içindekilere dikiyor gözlerini, onu görsünler, onunla konuşsunlar istiyor. John Berger’in “Görme Biçimleri”nde “Bir şeyi gördükten sonra, aynı zamanda kendimizin görüleceğini fark ederiz. Karşımızdakinin gözleri bizimkilerle birleşerek görünenler dünyasının bir parçası olduğumuza bütünüyle inandırır bizi.” söylemini doğrularcasına Zaya da arabalardaki erkeklere gözlerini dikerek onu görsünler istiyor ve bir gün bir anda karşısına çıkıp onu gören Abbadi’ye âşık oluyor. Onu, kendi deyişiyle “karakterini değiştirecek kadar” çok seviyor. Abbadi’den sonra da Muhammet’le karşılaşana kadar hep bu arayışını sürdürüyor; annesinde bulamadığı sevgiyi başkalarında arıyor. Bu süreçte de pek çok kez hayal kırıklığına uğrayıp karamsarlığa düşüyor.
Londra’da tek başına kaldığında “İnsanın kişiliğinin nasıl şekil aldığına dair bilincim de yoktu. Sadece kadın olarak yaratılmıştım. İnsan nasıl hata yapar bilmezdim ama hatanın nasıl işleneceğini öğrenmiştim.” (78) diyerek sorguluyor hayatını. Zaya, yaşadığı hayal kırıklıkları karşısında hiçbir zaman yılmıyor. Sadece aşk beklentisiyle de yaşamıyor, kendi ayaklarının üstünde durmak için çabalıyor.
Zaya, hikâyesini anlatırken “Hiç kimse bana uyulması gereken ahlak kuralları olduğunu öğretmedi. Ben de yaptığım her şeyi hayattan aldığım bir hak olarak görüyordum.” (53) diyor. Bu cümleleri okuduğumuzda onu toplumsal normların belirlediği bir kalıpla okuma yanlışına düşebiliyoruz. Ne de olsa o Arap bir kadın. Onun kendine ait duyguları, düşünceleri, hayata dair beklentileri olan bir kadın olduğunu unutup Zaya’yı içinde yaşadığı toplumun kurallarına hapsettiğimizi fark ediyoruz. İşte edebiyatın gücü de burada kendini gösteriyor. Roman sanatı, aynı zamanda bir başkası olma, kendini bir başkası yerine koyma sanatı değil midir?
Murathan Mungan’ın da dediği gibi “Edebiyat, insanları birbirine yakınlaştırır. Birbirlerine benzerliklerini hatırlatır. Edebiyat; ayrımcı, dışlayıcı, ötekileştirici farklılıklar üzerinde yükselmez; ırk, millet, din üzerinde yükselmez.” O hâlde bir kadının kimliği, ait olduğu toprakların ürünü müdür sadece? Onu bir Arap kadın değil de kendini tamamlamaya çalışan bir kadın olarak göremez miyiz? Bu da bizi toplum olarak düştüğümüz Arap kadınına yönelik bir ön yargının yıkımına götürüyor. Bir okuyucu olarak kendimizi sorgulatıyor. Kendimizi onun yerine koyup belki de aynı hataları yapabileceğimizi, benzer kararlar verebileceğimizi fark ediyoruz.
Mustafa İsmail Dönmez’in çevirisiyle Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanan “Bir Arap Kadının İtirafları” romanının ana kahramanı Zaya, Türkiye’de yaygın olarak kabul gören Arap kadını imgesinden farklı bir kadın portresi çiziyor okurlarına. O, özgür ruhuyla önüne çıkan engellerde pes etmeden kendi yönünü buluyor.
Yazar, Rim es-Sakr, 80’li yılların Arap dünyasını, Doğu ve Batı toplumu arasındaki anlayış farklılığını, insanın kimliğine hapsedilmeden anlaşılması gerektiğini samimi ve akıcı bir üslupla anlatıyor. Zaya’nın hikâyesi pek çoğumuzda var olan sığ kimlik algısından kurtulmamızda bir kapı aralıyor.
edebiyathaber.net (4 Aralık 2021)