We’re just two lost souls
Swimming in a fish bowl
Mart, MP3 Player’ından Mark Lanegan’ın Strange Religion parçasını dinleyip, tren camından dışarıyı izliyordu. Yüzünün silik imgesi cama yansımıştı. Yol boyu turuncu sokak lambaları, apartman ışıkları, floresanın aydınlattığı kahvehaneler bir görünüp bir kayboluyordu. Mart’ın tam karşısında ise ters istikamette gitmesine rağmen, derin bir uyku halinde olan bir yolcu vardı. Kafası omzuna doğru düşmüş, uykusu iyice derinleşmiş, yanında kitap, çanta bile olmayan bu yolcu, sanki evinden çıkıp trende uyumaya gelmiş gibi görünüyordu. Mart’ın ise her zaman olduğu gibi uykusu kaçmıştı. Zaten oldum olası kendi yatağı dışında bir yerde uyuyamamak gibi tuhaf bir takıntısı vardı. Başka bir yerde uyumak durumunda kalınca gece onun için bir kâbusa dönüşüyordu. Sabaha kadar yatakta bir sağa bir sola dönüyordu. Bu yüzden nerede olursa olsun, bir an önce evine dönmek istiyordu. Bar sahibi olmasını da buna bağlıyordu. Şayet, evine dönebileceği bir hayata demir atarsa, mevzu çözülecekti. Sorun sadece uyku da değildi, rutinlerine, düzenine de sıkı sıkıya bağlıydı, dağınıklıktan hiç hoşlanmazdı. İş yerine hep aynı istikamette gider, hep aynı saatlerde aynı şeyleri yapar, sevdiği şeyleri defalarca tekrar etmekten hoşlanırdı, mesela bir müziği çok sevdiyse etrafındakileri bayıltana kadar onu dinlerdi. Evde ve barda dağınıklık görmeye tahammül edemezdi. Dünyası tertip ve nizam içerisinde olmalıydı.
Uykusu her geçen dakika ağırlaşan yolcu ayağını Mart’a doğru uzattı. Mart’ın yaşam alanı daraldı. Sıkıldı, yemekli vagona gitmeye karar verdi. MP3 Player’ın kulaklığını topladı, cebine koydu, gömleğinin ucu kıvrılmıştı onu da düzeltti. T-shirt çok nadir giyiyordu. Uzun bir zamandır, siyah ağırlıklı, gömlek, kumaş pantolon ikilisini tercih ediyordu. Çantasını alıp, yemekli vagona geçti. İçerisi kalabalıktı. Girişte biraz bekledi. İki yolcu bir masayı terk ediyordu, hızla hareket edip, masaya oturdu. Masanın Devlet Demir Yolları logolu örtüsü kıvrılmıştı. Eliyle düzeltti. Garson hemen yanında bitti. Bir önceki yolculardan kalan ekmek kırıntılarını, bardakları, tabakları hızla topladı. Mart’a siparişini sordu. Fıçı bira ve çerez istedi. Garson adisyon kâğıdına gerekli yerlere çarpı atarak yanından uzaklaştı. Çantasını açtı, siyah deri kaplı defterini ve kalemini çıkardı. Bugün trene binene kadar olan olayları sırayla not etmeye başladı. Hemen hemen 17 yaşından beri, bir gün içerisinde ne yaşadıysa ufak notlar halinde defterine yazıyordu. Evinin bir dolabı bu defterlerle doluydu. Bu defterler geçmişte yaşanmış olaylara dair inatlaşanlara karşı da bir savunma mekanizması görevi de görüyordu.
Garson, birayı ve çerezi masaya bıraktı. Mart ona teşekkür edip, kaldığı yerden yazmaya devam etti. Bir süre sonra sayfanın üzerine bir karaltı düştü. Mart kafasını kaldırdı, karşısında kumral saçlı ve ela gözlü çok güzel bir kadın vardı. Kadının ismi Mayıs’tı. Ona ismini masaya oturduktan, sohbetleri ilerledikten sonra söyleyecekti. Ama önce kısa bir tanışma merasimi gerçekleştirmeleri gerekiyordu. “Pardon, sizi de böldüm galiba ama diğer masalarda yer yok da, boşsa oturabilir miyim?” dedi Mayıs. Mart, masanın üzerini hızla toparlayarak “Elbette, buyurun lütfen” diye yanıt verdi. Mayıs, masaya oturunca karşılıklı resmi olarak gülümsediler, ardından sessizlik oldu. Bir süre hiç konuşmadan öylece oturdular. Mart, çok konuşkan biri değildi zaten. Çevresinde ağır biri olarak tanınırdı. Orta yaş krizine 20’li yaşlarda girmiş. Hayattan biraz erken sıkılmıştı galiba. Deniz tatillerinde bile plajda herkes pür neşe eğlenirken, o hasıraltında kitap okuyup, etrafı izlerdi. Eski kız arkadaşlarından biri ona “Senin kadar sıkıcı birisini de görmedim” demişti. Kalabalık masaların dikkat çeken, en komik hikâyeleri anlatan, spot ışıklarının üzerinde olan insanlardan da değildi. Bir adım geride olayları izleyenlerdendi. Kendinden geçercesine eğlendiğine şahit olan yoktu bugüne kadar. Yakın zamanda yaşadığı peş peşe büyük trajediler de onu atmosfer üzerinde yönsüz süzülen bir şeytan tüyüne dönüştürmüştü. Hayatın saçma ağırlığı üzerinden kalkmıştı, öyle hissediyordu. Bir hafiflik gelmişti, çok az şeyi ciddiye alıyordu artık. Yaşamı ciddiye almıyordu. Olayları ironiyle karşılıyordu. Kendisini fazla ciddiye alan herkesle dalga geçiyordu. Ama söz konusu barı olunca o başkaydı, orada her şeyi ciddiye alıyordu. Titizlikle çalışıyordu, her şey eksiksiz olmalıydı. Dünya bir yana barı bir yanaydı. Orası demir attığı huzurlu limanıydı. Sakinlik çok önemliydi onun için. Tek çocuktu, kendi dünyasını özenle korurdu. Ama sevdiği konular üzerine de konuşmayı çok severdi. Müzik mesela; tüm grupların, şarkıcıların biyografilerini bilirdi. Çalan parçanın sözlerini anında hatırlardı. Blues ana pusulasıydı, 1960’ların yeri çok başkaydı. Baş tacı her daim Jimi Hendrix, Pink Floyd, Led Zeppelin, B.B. King, T-Bone Walker’dı. Zaten barın ismi Hendrix’in Little Wing parçasından geliyordu. 90’ları da çok sever, sayardı. Gun’s Roses, L.A. Guns, Soundgarden’ı bir şekilde gün içerisinde çalardı. Yavuz Çetin, Kerim Çaplı, Turgut Berkes, Nick Cave, Tom Waits ve Mark Lanegan da olmazsa olmazlarıydı. Bu müzikle derin bir bağı varsa onların sayesindeydi biraz da. Üniversite döneminde saç uzatmış, 2000’li yıllarda demode ve karikatür haline gelse de yırtık kot ve kovboy çizmesi giyiyordu. Bir süre sonra Ay Işığında Sakldır’daki Uygar’a benzediğini anladığında saçlarını kestirip, kovboy çizmesiyle arasına mesafe koymuştu. Tamam bazı zamanlar, kovboy çizmesi giyiyordu ama her zaman değil. Kolunda hiç çıkarmadığı 1980’li yıllarda oldukça moda olan gümüş yazısız künye vardı. Onu hiçbir zaman çıkarmazdı. Arada gitar da çalıyordu. Evinde orijinal kasa bordo beyaz renkli Fender’i vardı. Eskisi kadar olmasa da kafasına estiğinde gitarı eline alırdı. Pink Floyd ve Yavuz Çetin parçaları çalardı. Edebiyat da tutkularından biriydi. Kendisine gün içerisinde mutlaka bir fırsat yaratıp, kitap okuyordu. Milan Kundera, Salinger, Kerouac, Demir Özlü’yü severdi. Abur cubur filmleri seyretmeyi tercih ediyordu. James Bond serisini mesela hiç kaçırmazdı. İş, Tarkovski ve Bergman gibilerin filmlerine gelince “Yok abi, bana göre değil” deyip, kaçıyordu. En önemlisi de fanatik Galatasaraylı’ydı. Hagi hayatının kahramanıydı. Sinemadan çok anlamazdı. Cep telefonun arka planında Hagi’nin Athletic Bilboa’ya attığı gol anı vardı.
Mayıs, Mart’a göre daha konuşkan biriydi. Hızlı sosyalleşebiliyordu. Kendine güveni yüksekti. Mart gibi takıntıları yoktu. Böyle olunca hayat çok kolaylaşıyordu. Kurallarla çok zordu. Ama kolay kolay da samimi olmazdı kimseyle. Hep bir şeffaf duvar koyardı. Böyle olunca insanlar onu kendini beğenmiş biri sanıyordu ama tersiydi, karşısındakini tanıdıkça duvarı yavaş, yavaş yıkmaya başlardı. Mayıs da Mart gibi tek çocuktu. Ve tıpkı gibi Mart gibi geçmişte kabuk tutan bir yarası vardı. Mart kadar büyük bir trajedi yaşamamıştı ama hayat işte, geldi mi tam geliyordu. Mayıs’ın geçmişte yaşadığı o olay, onun için önemli bir patika olmuştu. Yaşadığını unutmamaya ve bir daha aynı şeyi kimsenin ona yaşatmamasına yemin etmişti. Mayıs da hayatın çok da ciddiye alınmaması gerektiğini biraz zorlu yollardan öğrenmek durumunda kalmıştı. Üst üste yaşadığı bu zorlu hikayeler zincirinden özgürleşmiş ve güçlenmiş bir şekilde çıkmıştı. İnandığı bir değeri ve görüşü açık yüreklilikle söylerdi. Lafı da hiç dolandırmazdı, tersi pisti haklı olduğu bir konuda kimseden çekinmeden kendini savunurdu. Özgürlüğüne çok düşkündü. Kendi alanını özenle korurdu. Kendisiyle vakit geçirmekten hoşlanırdı. Tek başına sinemaya gitmeyi, parkta kitap okuyup, kahve içmeyi çok severdi. Edebiyat en büyük tutkusuydu. Latin Amerika edebiyatı hayranıydı. Marquez, Cortazar döne döne okuduğu yazarlardandı. Milan Kundera’ya ise büyük hayranlık besliyordu. Üniversite döneminde Kundera hayranlığı yüzünden Prag’a bile gitmişliği vardı. Susan Sontag, Pınar Kür, Ursula Le Guin, Virginia Woolf da kitaplığının baş köşesindeydi. Müzik konusunda Mart kadar takıntılı biri değildi. Nick Cave, Bülent Ortaçgil, Pink Floyd ve PJ Harvey severdi. Sinemayı ise Mart’a göre daha çok severdi. FilmEkimi dönemini hiç kaçırmazdı. Jim Jarmusch, Kar – Wai Wong, Sofia Coppola’yı hep festival zamanı keşfetmişti. Her hafta bir film izlemeyi kendine görev edinmişti.
Görünen o ki, Mart ve Mayıs masada konuyu edebiyat ve müziğe bir şekilde getirebilirse, çok iyi anlaşacaklarmış gibi duruyordu. Ama mesele muhabbeti oraya çekebilmekti. Mart, cep telefonunu çıkardı, kilidini açtı. WhatsApp mesajlarına baktı, kayda değer bir şey yoktu. Mesajları kapadı, Hagi ekranda bir kez daha Bilboa’ya golü atıyordu. Telefonu kapadı masaya koydu. Camdan dışarı baktı. Yansımadan Mayıs’ı gördü. Aynı anda bakışlarını kaçırıp, önlerine döndüler. Mayıs da telefonuna baktı, gelen mesajlara yanıt verdi. Mart, birasından bir yudum aldı. Mayıs da garsonu aramaya başladı. Eliyle işaret etti. Garson, trenin sarsıntıları arasında cambaz dengesiyle ayakta durarak yanlarına geldi. Mayıs, bir şekersiz kahve bir de su istedi. Sonra yine sessizlik oldu. Aynı masadaki iki yabancı gerginliğini üstlerinden atamamışlardı henüz. Ama trenlerdeki yemekli vagon tarihi, aynı masada tesadüfen denk gelip tanışan hatta arkadaş olan birçok insan hikâyesiyle doluydu. Yemekli vagonu özel kılan da buydu biraz. Hesapsız, kitapsız tanımadığınız insanlar tanışma anları yaratmasında… Masada böyle sessizce oturmak da tuhaftı. Yani Mayıs bir an için öyle düşündü. Üstelik Mart’ı işin de alı koymuş gibi hissetti. Mayıs, sessizliği bozan ilk taraf oldu. “Sizi de işinizden alı koydum galiba, kusura bakmayın. Kısa oturacağım zaten, merak etmeyin” dedi. Mart, “Rica ederim. Önemli bir şey yapmıyordum zaten.”. Garson, elinde kahveyle masaya geldi. Kahve ve şekeri masaya bıraktı cambaz adımlarıyla mutfağa doğru gitti. Mayıs, kahveye bir kaşık şeker attı. Fincanı karıştırdı, saçı yüzüne doğru düştü zarif bir şekilde eliyle onu düzeltti. Sonra da çantasından Milan Kundera’nın “Kayıtsızlık Şenliği” kitabını çıkarıp, okumaya başladı. Kitabı görünce Mart, istemsiz bir şekilde gülümsedi. Çantasından aynı kitabı çıkarıp, Mayıs’a gösterdi “Tesadüf”. dedi. Mayıs, Mart’ın elinde de aynı kitabı görünce resmiyeti bozmayan bir gülümsemeyle “Ne güzel tesadüf olmuş. Sanırım bu aralar herkes aynı kitabı okuyor” dedi. Mart, iletişim mesafesini hissetti. Sohbetleri öyle, hemen derinleşmeyecekti belli ki. “Doğru” dedi. Birasından bir yudum aldı. Defterini tekrardan açtı. Kaldığı yerden bugün yaşananları not etmeyi sürdürdü. İletişimleri bozuk radyo sinyalleri gibi ilerliyordu. Doğru frekansı bulamazlarsa iletişimleri kopup gidecekti. Türkiye’de yaşan her bireyin hayata dair öğrendiği ilk şeylerden biri; kimseye güvenmemek yabancılara ise hiç güvenmemekti. Mayıs’ın mesafesi bu anlamda anlaşılırdı ama Mart’ın kendi halinde biri gibi görünmesi, lüzumsuz konu başlıklarıyla sohbet açmamaya çalışması onda düşük ölçekli bir güven sağlayabilmişti. Belki de bu yüzden Mayıs, hiç değilse masadan kalkana kadar sohbet edebilirim onunla diye düşündü. Sohbetin kalan kısmını kendi devam ettirdi “Yazar mısınız?” diye sordu. Mart, Milan Kundera ve önünde harıl harıl not almasıyla uzaktan cidden de yazar gibi duruyordu. Ama değildi. Bar işletiyordu yani esnaftı. Devlette bile esnaf olduğuna dair kaydı vardı. Mart, benzetmeden memnun ama bu konuda hayal kırıklığına uğratacağım bakışını hazırlayarak “Yok, değilim. Bar işletiyorum. Düz esnaf sayılabilirim. Günlük tutuyorum. Eski alışkanlık, ergenliğimden beri sürdürürüm. Yaşananları unutmamak için. Sonra esnaflıkta işe yaradı, kim geldi, kim gitti, ne kadar içti, bir şekilde hafıza tazeleniyor…” Mayıs, dikkatle dinledi onu. “Ne güzel dedi. Günlük tutmak yani… Mart, onu daha yakından tanımak için “Şimdilerde ne iş yapıyorsunuz?” diye sordu. “Galatasaray İşletme mezunuyum. Neden bu bölümde okudum hiçbir fikrim yok. Babamın yazar olmasından kaynaklı galiba, edebiyata bulaştım. Şimdilerde çevirmenlik ve editörlük yapıyorum.” dedi Mayıs. “Edebiyatçı olan sizmişsiniz asıl, hem de aileden. Babanızın adı neydi?” diye sordu Mart. “Gün Bora”, diye kısa ve öz olarak yanıtladı Mayıs. Mart, gülümsedi “Babanızı bilirim. Güz Güzeli romanını okumuştum çok sevmiştim.” dedi. Mayıs, ona gülümseyerek “Benim de öyle” dedi. Mart, Mayıs’la röportaj yapıyormuş gibi soru sormaya devam etti. Biranın kana karışması, alyuvarların çakırkeyif olmasıyla birlikte damarlarda girişkenlik dolaşmaya başlamıştı. Kolay, kolay ağzından dökülmeyen kelimeler, daktilodan boşalır gibi boşalıyordu. Belki de hiç tanımadığı biriyle konuşmanın verdiği rahatlıktan bu kadar konuşur olmuştu. “Neler çevirdiniz? Belki içlerinden bazılarını okumuşumdur?”, “John Berger, Javier Marias, Susan Sontag en bilinenleri. Para kazanabilmek için tuhaf metinleri de çevirdiğim olmuştur ama.”, “Güzelmiş. John Berger’i severim ben de. Görme Biçimleri, Hoşbeş… Sanat Tarihi mezunuyum ben de. Üniversitedeyken çok okumuştum Berger’i.”. Mayıs, “Neden mesleğini yapmadınız diye sormak isterdim ama yanıt aşikâr” dedi, ironi yaptığını belli eden bir ses tonuyla. Mart güldü. “Sanırım Sanat Tarihi bir meslek değil. O yüzden hiç denemedim bile. Üniversite son sınıfta aklıma düştü bar işletmek. Müziği, bar ortamını seviyordum bir de düzenim olsun istedim. Öyle mezun olunca kredi çekip girdim bu işe. Esnaflıkta 10. yılı dolduracağım neredeyse.”, “Barın adı ne?”, “Little Wing.”, “Hendrix?”, “Evet, ilham doğrudan ondan. Blues, vazgeçilmezim. Biraz da Nick Cave, Mark Lanegan… Mekânda döndür, döndür çalarız bunları. Hatta ben bu trene Nick Cave konserine gitmek için bindim.” dedi Mart. Mayıs, şaşırdı, ela gözleri büyüdü. “Ben de o konsere gidiyorum.” diye yanıt verdi, tesadüften hoşlanarak. Mart, tesadüf yağmurunun altında geriye doğru yaslandı. Sohbetten hiç olmadığı kadar keyif almaya başlamıştı. Mayıs’ın çok güzel ve çekici bir kadın olmasında da bu pay vardı hiç şüphesiz. Çekim alanına çoktan girmişti bile. “Bu da güzel tesadüf oldu yalnız” dedi. Garson, masaya geldi boşları topladı. Mart, bir bira daha söyledi. Mayıs, ise çay söyledi bu sefer. Mart, garsonun kesik attığı cümleyi yakalayıp, Mayıs’a “Ankaralı mısınız?” diye sordu. Şayet, burada bir ortaklık varsa, tüm bu tesadüflerin bir anlamı olacağına inanacaktı. İnançlı bir insan değildi. Hayatı neden ve sonuç üzerinden algılardı. Onun için her şey olduğu gibiydi, uzayın içinden dönüp duran bu mavi gezegende sürprize açık pek de bir şey yoktu. Ama şimdi karşısındaki bu güzel tesadüfe inanmak istedi. Ama tesadüf zinciri burada kırıldı. Mayıs, bir arkadaşının düğünü için gelmişti Ankara’ya. Doğma, büyüme İstanbulluydu. Düğün telaşı yüzünden şehri gezme ihtimali de olmamıştı. Ona Kıtır, Siyah-Beyaz, Kuğulu Park eksenli hızlandırılmış bir Ankara turu attırmışlardı. Daha önce bir kez daha gelmişti Ankara’ya ama yine gezme imkanı bulamamıştı. Ya arkadaşlarının evinde ya da bir mekanda oturmuşlardı. Mart, Ankara Fahri Kültür ataşesi rolüne bürünerek, Mayıs’a Ankara’da gezilecek yerler listesi çıkardı hemen. Mayıs, dikkatle dinledi mutlaka uğrayacağım dedi. Mart, sohbeti genelden özele doğru çekmeye başlamıştı “İstanbul’da nerede oturuyorsunuz?”, “Kadıköy, Moda” dedi Mayıs. İstanbul’a hemen hemen hiç hâkim olmayan, her ziyaretinde klişe bir turiste dönüşen Mart, Kadıköy’ün namını duymuştu. Çok fazla gezememişti belki ama Moda Çay Bahçesi’nde bir çay içmişliği vardı. Manic Street Preachers’ın sahneye çıktığı bir dönemde Rock’n Coke’a gitmişti. Arkadaşının Kadıköy’deki evinde kalmışlardı. Konsere yetişebilmek için çok fazla dolaşamamıştı ama Kadıköy’ü sakinliğini ve mahalle havasından hoşlanmıştı. En azından öyle hatırlıyordu. Mayıs, “İstanbul’a yine konser için gidiyorsun demek?” dedi. İlk defa siz-bizli konuşmaktan vazgeçmişti. Mart da hızlıca, “sizli-bizli” cümleleri attı, gülerek “Öyle oldu galiba” dedi. Gerçekten de öyleydi. Dükkândan başını kaldıramıyordu. Öyle olunca iş ve ev arasına tüm dünyasını sığdırmıştı. Ancak konser gibi küçük kaçamaklar yapabiliyordu. Mayıs’ın bir adım atarak resmiyetten uzaklaşmasıyla birlikte Mart, ona adını söylemeye karar verdi. “Bu arada ben Mart”. Mayıs’ın hoş bir tesadüfü yakalamış gibi “Ne güzel bir isimmiş hiç duymamıştım. Gerçi muhtemelen benimkini de duymamışsındır. Memnun oldum, ben de Mayıs” dedi. Mart “Tuhaf oldu gerçekten de. İkimizin de isimlerimizin bahar aylarından gelmesi yani… Nereden geliyor ismin, bir anlamı var mı?”, “Özel bir nedeni yok, babam baharı çok sever. Doğum günüm Mayıs’ta olduğu için, Mayıs koyalım diye düşünmüş. Peki, senin ki?”, “Bizimkiler ta en başından tek çocuk yapmayı planlamışlar. Babam da, madem tek çocuğumuz olacak, ismi de özel olsun demiş. Mart ayını çok sevdiğinden, Annemle Mart’ta tanışıp, Mart’ta evlendiğinden, Mart koyalım o zaman demiş. Tüm bu Mart hadisesine rağmen ben de Ağustos’ta doğmuşum o ayrı. Dedemler, Mart ismine karşı çıkmış, ecnebi ad koyulur mu? Çocuğun başını yakacaksın filan… Babam inat etmiş, Mart olacak demiş. Nüfus müdürlüğüne gitmişler ismimi kaydetmek için. Memur anlamamış tabii, Mart’ı Mert olacak anlamış. Babam kızmış, Mart olacak demiş inatla. Düzelttirmiş. Memur sıkıntı çıkar diye uyardıysa da Mart olarak kalmış ismim. Tabii, okulda hep yanlış söylendi. Mert diye çağırıyorlardı beni.”, Mayıs, bu hikâyeye güldü. “Ben de tek çocuğum” dedi. Bu da güzel tesadüf oldu diye düşündü Mart. Gerçekten de öyleydi. Hemen, hemen bir saattir karşılıklı olarak oturuyorlardı ama sanki hep tanışıyorlar gibiydiler. Hayatlarını ortak kılan çok fazla detay vardı. Mayıs, yorgun olduğu için masadan kalkmadan önce bir süre Nick Cave konserinden, çalacak parçalardan, albümlerinden, kişiliğinden ve eski konserlerden bahsettiler. Burada sohbetleri daha hızlı akmaya başladı. Neticede masadaki iki yabancı değil artık ortak bir anıyı paylaşan iki insandılar. Mayıs, çantasından telefonuna baktı, kendine gelen mesajları kontrol etti. Telefonun arka planında Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık kitabından bir illüstrasyon vardı. Mayıs, mesajlarını kontrol ederken, Mart, onun sevgilisi olup olmadığını düşünmeye başladı. Tesadüflerin bir anlamı olmalı diye düşünmek istedi. Mayıs, telefonunu yeniden çantasına koydu. Ondan iznini istedi. Sohbet için teşekkür etti. Yarın sabah, acelesi yoksa Haydar Paşa’dan birlikte karşıya geçeriz olmadı dedi. Mart, çok güzel olur diye yanıt verdi. Mayıs, gülümsedi, gamzeleri ortaya çıktı. İyi geceler dileyip kendi kompartımana doğru gitti. Mart, uykusunun kaçtığı, dükkânındaki son durumu düşündüğü yorgun olduğu bir gecede karşısına çıkabilecek en güzel tesadüfün gidişini, yürürken tren camına düşen siluetini izledi. Bu güzel tesadüfe bir kez daha inanmak istedi. Bir tane daha bira istedi. Sabah Mayıs’ı bir kez daha görmeyi hayal etti. Yarın sabah Beşiktaş’ta Kaan ve sevgilisi Şeyma ile buluşacaktı. İstanbul’da bir çırpıda kaybolabilen Ankaralılar için heykeller ve sembol mekânlar önemli bir pusula işlevi görüyordu. Mart, 20’li yaşların başında İstanbul’a geldiğinde genellikle Taksim’de buluşmayı tercih ediyordu. 30’ların ortalarından itibaren bu geleneği genç kuşaklara devredip, Beşiktaş Çarşı Heykel lokasyonuna geçiş yapmıştı. Mart, son birasını da içip, kendi kompartımana geçti. Uyuyan yolcu uykusuna devam ediyordu. Koltuğa oturdu, uyumayı denedi. Gökyüzü parlament mavisiydi, gün aydınlanmak üzereydi. Ters istikamet uyuyanı ise uyumaya devam ediyordu. Mart, cebinden MP3 Player’ını çıkardı. Nick Cave’e hazırlık olsun diye Push the Sky Away albümünden Higgs Boson Blues parçasını açtı. Tren camından gün ışığı düşmeye başlayan çatılara, elektrik tellerine baktı. Mayıs’ı, onu sabah yeniden görebilme ihtimali üzerine düşündü.
Tren, İzmit’i de geride bıraktı. Artık İstanbul’a iyice yaklaşmışlardı. Saatine baktı, Kaan’ı aramak için erkendi. Çantasını topladı, kitabını yerleştirdi. Saçını düzeltti. Bu sırada ters istikamet uyuyanı uyandı. Yatağında uyanmasını beklerken trende uyanmanın şaşkınlığı içerisindeydi. İnsan o kadar uyursa zaman mekân algısını yitirebilirdi. Kısa bir süre sonra tren Haydar Paşa’ya yanaştı. Çantasını hazırlayıp, kapıya yöneldi basamaklardan aşağıya adımını attığı anda Mayıs’la karşı karşıya geldi. Gülümsediler. Mayıs, saçlarını toplamıştı. Yüzünün güzelliği daha net ortaydı. Mart, onun yanına geldi. Karşılıklı “Günaydınlaştılar.” Vapura doğru yürüdüler. Mayıs, ona nereye gideceğini sordu. “Beşiktaş” dedi Mart. Aynı soruyu Mart, Mayıs’a sordu. “Karaköy. Bir arkadaşımı göreceğim.” diye yanıtladı o da. İstikametleri farklıydı ama şimdilik aynı vapurdaydılar. Sabah yorgunluğuyla vapurda pek konuşmadılar. Hava çok güzeldi. Tepede güneş açmıştı. Martılar vapurun etrafında dolaşıyordu, vapurun hareketiyle birlikte denizin üzerinde dalgalar oluşmuştu. Bu sefer Mayıs, İstanbul kültür ataşesi rolüne bürünerek iki tane çay ve simit aldı. Boğaz manzarasına bakarak, kahvaltılarını yaptılar. Mayıs, vapurla karşıdan karşıya geçmenin hala romantik bir tadı olduğunu söyledi.
Mart’ın vapurla ilişkisi yok denilecek kadar azdı. Ama bir komik hikâyesi vardı. Heybeliada’ya arkadaşının düğünü için gitmişti birkaç sene önce. Çok içmişlerdi haliyle, son vapura yetişmek için elinde rakı kadehiyle koşmuştu. Tek bir damlasını bile düşürmemişti. Bununla gurur duyuyordu. Mayıs bu anıya güldü. Mayıs, gülerken ela gözleri parlıyor, gamzeleri iyice belirginleşiyordu. Üstelik sabah güneşi üstlerindeydi. Kumral saçlarının ucunda sarımsı bir ton vardı. Güneş ışığıyla birlikte tüm bunlar ahenkli bir görüntü halini almıştı. Vapur, Beşiktaş iskelesine yanaştı. Mart, Mayıs’a veda etmeye hazırlandı. Birbirlerinin telefonu isteyip, istememe ikileminde kaldılar. Gergin belirsizlikten kurtulmanın tek yolu, telefonu istememekti. Mart, “Akşama görüşürüz. Tesadüf ortaklığımız fazla belki konserde yan yana geliriz” dedi. Mayıs da güneşin ela gözlerini parlattığı bir anda “Kim bilir, konserde dikkat edeceğim etrafıma” diye yanıt verdi. Mart, ayağa kalktı “Tanıştığıma memnun oldum” dedi, Mayıs da aynı şekilde yanıt verdi. Mart, vapurdan indi. Vapur hareket etti, Mayıs’ı görmek istedi ama kalabalıktan bir şey anlaşılmıyordu. Telefonunu istemediği için kendine bir kez daha kızdı. Sosyal medya da kullanmıyordu. Yıllar önce bir hevesle Facebook açmıştı ama sıkılmış, kullanmayı bırakmıştı. Tarih öncesinden kalma bir profil resmi vardı. Facebook sayfası ise cevaplanmamış doğum günü tebrikleri ve Candy Crush istekleriyle doluydu. Ankara’ya dönünce inadını kırıp Instagram açmayı düşündü. Ama nasıl bulacaktı ki onu? Ya onu konserde göremezse ne olacaktı? 37 yaşında utangaç liseli gibi davranmasına kızdı.
Çarşı’ya doğru yürüdü. Kaan’ı aradı, telefon açılmadı. Kaymakçı Pando’ya gitti. İçeriye oturdu, bir çay söyledi. Geniş kahvaltı için Kaan ve Şeyma’yı beklemeye başladı. Kaan, kısa süre uykulu bir ses tonuyla ona geri dönüş yaptı. Mart, ona nerede olduğunu söyled. Kaan ve Şeyma’nın oturduğu ev Pando’ya yakındı. Hızlı bir şekilde Mart’ın yanına geldiler. Melememen, bal-kaymak ve klasik kahvaltı söylediler. Mart, heyecanlı bir şekilde onlara Mayıs’tan bahsetti. Kaan ve Şeyma merakla onu dinlediler. Telefonunu almadığı için Mart’la dalga geçtiler. Kahvaltıdan sonra eve geçtiler. Mart, duş aldı. Biraz uyumayı denedi ama yine olmadı. Öğleden sonra dışarı çıktılar. Beşiktaş, United Pub’ta bira içtiler. Mart onlara Ankara’yı Little Wing günlerini, içki zamlarını, sigara yasaklarını, tuhaf müşterileri anlattı. Onlar da İstanbul’daki hayatlarından bahsettiler. Konser saati yaklaştığında konserin gerçekleşeceği Küçükçiftlik Park’a doğru hareket ettiler. Taksi bulmakta zorlandılar. Boş geçen bir taksiye binebilmek için Kaan yola atladı, az daha araba onlara çarpıyordu. Adam bir şey söyleyemeden taksiye binip, konser alanına doğru yola çıktılar. Giriş çok kalabalıktı. Biletlerini hazırladılar. Mart bir taraftan da Mayıs’ı arıyordu. Bu kalabalıkta onu bulabilmek biraz imkansızdı. Gerçekçi olması gerekiyordu. Telefonunu almayarak büyük bir hata yapmış ve tesadüf zincirinin devamını bozmuştu. Sırada bir süre bekledikten sonra içeriye girdiler. Yerleri sahne önüydü. Girişte kollarına birer bileklik takıldı. Bira alıp, konser saatini beklemeye başladılar. Mart, arada kafasını kaldırıp Mayıs’ı aramayı sürdürdü ama yoktu. Belki tribündeydi belki arka sıralarda her şey ihtimal dâhilindeydi. Akşam oldu. Konser ışıkları yandı. Nick Cave ve Bad Seeds alkışlarla sahneye çıktı. Jesus Alone ile açılış yaptı. Loverman’la ortalık hareketlenmeye başladı. Mart, Nick Cave’i büyülenmiş bir şekilde izliyordu. Mayıs’ı aramayı bir an için unutmuştu bile. Cave, Push the Sky Away çalmaya başladığında sahnenin önüne geldi. Ellerini ona doğru uzatan seyirciye uzattı. Sonra da birçok konserinde yaptığı gibi kendini seyircilerin arasında bıraktı. Bunlardan biri de Mart’tı, Nick Cave terzi dikimi ceketi ellerinin altındaydı. Çok acayip bir andı. Hayatı boyunca bunu unutmayacaktı. Bir ay boyunca defterinin bir kısmına, yaşananların doğru olduğunu kendine inandırmak için “Nick Cave üzerime düştü” diye yazacaktı. Nick Cave, kalabalıktan ayrılıp, piyanosunun başına geçti. Mart, mutlulukla Kaan ve Şeyma’ya gülümsedi. Konserin sonuna gelindi. Nick Cave ve grubu olağanüstüydü. Her şey tamamdı ama Mayıs yoktu. Onu bulamamıştı. Kaan ve Şeyma’yla birlikte dışarı çıktılar. Kaan ve Şeyma büfeden su almaya gittiler. Tam bu sırada, Mart sigarasını yakmaya hazırlanırken, omzuna biri dokundu. Arkasını döndü, karşısında Mayıs vardı. Onu görünce heyecanla gülümsedi. “Seni hiç göremeyeceğim sanmıştım” dedi Mart. Mayıs “Tesadüf işte” dedi. Mayıs’ın yanında başka arkadaşları da vardı. Mayıs onları Mart’la, Mart da onları Kaan ve Şeyma’yla tanıştırdı. Hep birlikte Beşiktaş’a gelip, bir şeyler içtiler. Mayıs’ın arkadaşlarından bazıları izin isteyip kalktı. Mayıs ve Mart, masanın genelinden kopup, kendi aralarında konuşmaya dalmışlardı. Mart, heyecanla Nick Cave’in üzerine düşüş anını anlattı. Mayıs, bu ana hem şaşırdı hem de çok güldü. Konseri tribünden izlediğine pişman oldu. Kaan ve Şeyma, onların kendi dünyalarına daldıklarını fark edip “Geç oldu” diyerek masadan kalktılar. Kaan, ona evin yedek anahtarını verdi. “Haberleşiriz” dedi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde masada sadece Mayıs ve Mart kaldı. Bir önceki gece trende tanışan iki yabancı değillerdi artık. Birbiriyle güzel bir anı yaşamış ve yaşamakta olan iki insandılar. Hikâyelerini daha kolay paylaştılar. Alkol kana hızla karışıyordu ikisi arasındaki “en kısa mesafe” hızla daralıyordu. Mekânda bir anda Marvin Gaye Let’s Get it On çalmaya başladı. Mart, telefonunu almamanın hatasını bir daha yapmamak için doğru bir zamanlanmayla şarkının romantikliği ve sayısız bira, tekila cesaretlenmesiyle Mayıs’ın yanına iyice yanaştı. Elini tutup, onu öptü. Mayıs bu hamleyi beklemiyordu ama kendini geri çekmedi. Dudakları birleşti. Kısa ama tutkulu bir öpücük anıydı. Mart onun saçlarını düzeltip bir süre ona baktı. Mayıs, kulağına eğilerek “Bana gidelim” dedi. Hesabı ödeyip son vapur kaçmadan, iskeleye koştular. Kadıköy vapuruna bindiler. Vapur boyunca ele ele tutuştular. Boğazın ışıkları ve siyah renge bürünmüş deniz büyülü bir an gibi göründü Mart’a. Alt tarafı Nick Cave konseri izleyip ertesi gün Ankara’ya barına dönecekti. Ama tesadüfler onu başka bir yere savrulmuştu. Şimdilik bu anın bir geleceği olup, olmadığına dair fikri yoktu. Mayıs ne düşünüyordu onu da bilmiyordu ama şimdi bunların sırası değildi, bu anın tadını çıkarmaya baktı. Vapur, iskeleye yanaştı. Mayıs’ın evi yürüme mesafesindeydi. Taksici aramak durumunda kalmayacaklardı. El ele tutuşup biraz yürüyüp, Mayıs’ın evine geldiler. Mayıs, zevkle döşenmiş mobilyaları ve ahşaptan büyük bir kütüphanesi vardı. Masanın üzerinde de düzenli bir şekilde sıralanmış kitaplar vardı. Evde bir de ismi Pakize olan sarman kedi varı. Kedi bir süre onların bacakları arasında dolandı. Mart’a yakın ilgi gösterdi. Antre girişinde Kafka’nın Dönüşüm kitabından hareketle tasarlanmış bir afiş vardı. Babası onu Paris’ten satın almıştı. Mayıs, pencere ve balkon kapılarını araladı. Rüzgâr perdeleri savurdu. Her şey Mayıs ayına yakışacak güzellikteydi. Zaten Mayıs yılın en güzel aylarından biri olabilirdi. Aniden esen bir bahar rüzgârı perdeleri uçurabilir, dışarının sesi kış boyu kapalı kalan pencerenin açılmasıyla birlikte evin içine dolabilirdi. Ya da sessiz bir gecede duvarları yankılayarak büyüyen köpek havlaması, ıssız bir yoldan geçen araba sesi veya gündüz gürültülü bir cadde sesi evin salonuna sızabilirdi. Gece ve gündüzün sesini balkondan ya da pencere dibindeki kanepeden dinlemek, insanı bazen ritmik bir dinginliğin içindeymiş gibi hissettirebiliyordu. Mart balkondan dışarıya bakarken, iki apartman arasından gözüken denizi izlerken bu dinginliğin farkına vardı. Mayıs, onun yanına geldi. Nereye baktığını merak etti. Mart, “Denizi görmek güzel” dedi sonra da onu öptü. Birlikte yatak odasına geçtiler. Yaşadıkları bu anın bir tekrarı olmayacakmışçasına tutkulu bir şekilde seviştiler. İkisi de bu hikayenin bu geceyle sınırlı kalacağına dair hissiyatları vardı. Mart’ın yarın Ankara’ya dönmesi gerekiyordu. Mayıs’ın da birine bağlanmak, ciddi bir ilişki içerisine girmek gibi niyeti şimdilik yoktu. 30’larını aşmış ve hayattan üç aşağı beş yukarı ne istediklerini bilen iki yetişkin gibi anın güzelliğini ve biricikliğini yaşıyorlardı. Yaşananlar bu geceye has özel bir anı olarak kalabilirdi. Bağlanmak, işi ciddiye vardırmak büyüyü bozabilirdi. Başka bir yerde asla uyuyamayan Mart, ilk defa başını göğsüne koymuş Mayıs’ın yanında derin bir uyku uyuyabildi. Ama bu uzun sürmedi, sabah erkenden kalktı. Mayıs uyumayı sürdürüyordu. Bir süre yabancı olduğu bu evi incelemeye başladı. Kendi düzenine, yatağına ve her sabah gördüğü odadan başka bir yerde uyanmak onun ezberini bozmuştu. Pakize yatağın ucunda belirmişti, yatağın karşısındaki aynaya, pikenin altından sarkan çıplak ayağına, duvardaki çatlaklara, komodinin üzerinde duran kitaplara merakla baktı. 11’e doğru Mayıs da uyandı. “Günaydın” dedi, öpüştüler, yataktan kalkmadan önce son bir kez daha seviştiler. Mart’ın treni akşam beşteydi. Vakitleri vardı. Mayıs, onu Moda’daki bir kahvaltıcıya götürdü. Taze çıkmış poğaça ve çayla kahvaltılarını yaptılar. Kahvelerini içerken, Mayıs dün gece yaşananlara dair bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti. Mart’ın ne düşündüğünü bilmiyordu ama onu hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu belli ki… Şu sıralar hayatında ciddi bir ilişki istemediğini ama kendilerini buluşturan tesadüflerin özel olduğunu ve hiç unutmayacağını söyledi.
Zaten artık birbirlerinde telefonlarının olduğunu iletişimlerinin süreceğini, geleceğin ne getireceğini bilemediğini, olayları akışına bırakmanın daha iyi olacağına dair zarif bir şekilde durumu anlattı. Mart da benzer bir şekilde düşünüyordu. Mayıs’tan hoşlanmıştı ama düzenini pat diye bozmaya da hazır değildi. Her şeyden önce idare etmesi gereken bir dükkânı vardı. Ha deyince İstanbul’a gelemezdi zaten. Hikâyelerine dair bir denge kurabildiklerini düşündüler böylelikle. Hayat onları tren yolculuğunda denk getirdiyse, ileride yolları kesişebilirdi. Acele etmeden bu hikayeyi sürdürmek daha doğru olanıydı. Üzerlerindeki sorumluluk kalktı, rahatladılar. Kahveden sonra deniz kenarında yürüdüler. Ayrılık vakti geldi. Mart, Mayıs’ın deniz kenarında uçan saçlarını eliyle düzeltti. Ona son bir veda öpücüğü verdi ve vapura bindi. İkisi de içlerinden birbirlerini yeniden göreceklerine dair bir inanç vardı. Ama bunu birbirlerine söylememişlerdi. Mart, vapura binerken ona el salladı, dışarıda bir yere oturdu. Bir sigara yaktı. Kaan’ı arayıp, dün gece yaşananları anlattı. Kaan telefonda “Vay be! Çok iyi hikâye lan! Buraya daha sık gelmen için bahanen var artık.” dedi. Mart, gülümseyerek “Doğru” dedi ve telefonu kapattı. Denizi izledi, Mayıs’ı düşündü. Hayat çok acayipti, her şey son sürat bir hızla değişiyordu. Sabah onun güzel ela gözlerini ve kumral saçlarını izleyerek uyanmıştı. Bir önceki gece üzerine Nick Cave bile düşmüştü. Şimdi ise tek bir çantayla Ankara’ya yalnız bir şekilde dönüyordu. Hayatta birini sevmek, âşık olmak nasıl tesadüflere bağlıysa yalnız kalmak da biraz öyleydi. Her şey yine ihtimaller dâhilindeydi. Tesadüfler güzeldi. Tesadüflere, bazı ela gözlü, kumral saçlılara, Nick Cave’e ve Mayıs ayına inanalım diye düşündü Mart…
1.Bölümün sonu
Fotoğraflar: Bülent Çallı