Öykü: Yaban tavşanı | Alev Polat Girgin

Aralık 21, 2021

Öykü: Yaban tavşanı | Alev Polat Girgin

Olay yerini eliyle koymuş gibi buldu Halit Amir. Şehrin her köşesini avucunun içi gibi bilirdi. Gençliğinden beri sokaklar kazan Halit kepçe. Sokaklar çöplük Halit süpürge. Sokaklar suç dolu, Halit alayının peşinde, hep tetikte.

“Ne olmuş oğlum?”

“Amirim, alt katta oturan yaşlı adam maktulün boğazını kesmiş.”

“Hee kesmiş. Aldınız mı adamı?”

“Aldık Amirim.”

“İyi. Niye yapmış, söyledi mi?”

Memur kısık sesli çekingen bir öksürükle boğazını temizledi. 

“Söylemedi desek daha iyi, Amirim.”

“O ne demek ulan?”

“Söyledi de biz anlamadık. Amcanın kafası biraz karışık gibi.”

“Hee karışık. Ne dedi, söyle hele.”

Memur bir daha öksürür gibi ses çıkarıp, söylemekte olduğundan da aynı nefesle kurtuldu.

“Tavşan koşsun diye yapmış, Amirim.”

“Ne diye?”

“Tavşan koşsun diye Amirim.”

“Hee koşsun. İyi yapmış o zaman. Koşsun tabii tavşan.”

Halit yerde, evinin kapısının önünde yatan canı bedeninden ayrılıp gitmiş adama baktı. Hafif sağa dönmüş, bacakları ve başı karnına doğru kıvrılmış. Gözleri irileşmiş, öylece sönüp cansız bilyelere dönmüş. Tahmin etmediği bir anda beklenmedik bir katil tarafından evinin kapısında öldürüldüğüne hayret etmiş olmalı. Boğazından önce tazyikle fışkırmış, sonra oluk oluk akmış, nihayetinde sızdıran bir musluktan boşanır gibi yavaş yavaş damlayıp bitmiş kanı, evin giriş bölümüne yayılmış, karşı duvardaki şaşaalı dresuarın ayağını ıslatmış.    

“Bu kimmiş peki?”

“Erdoğan Karat. 34 yaşında. Yalnız yaşıyor. Ama evi boş kalmazmış. Gürültü patırtısı eksik olmazmış.”

“Hee olmazmış. Ne işle meşgulmüş beyefendi?”

“Araştırıyoruz Amirim. Komşular bilmiyor. Serserilikten başka işi mi var onun dedi 7 numaradaki kadın. Etrafta pek sevilmiyor Amirim. Sebep oldu deyyus Mehmet Bey’e diyorlar.”

“Hee diyorlar, ölünün arkasından. Buna deyyus diyorlar, öbürüne bey. Anladım. Araştırın bakalım, kimmiş neymiş?”

Şehrin kalburüstü denebilecek muhitinde antrasite boyanmış duvarlar, yüksek tavan, krem rengi pahalı bir koltuk. Sehpanın üstü darmadağınık, içki şişeleri ve iki bardak, küllük izmarit dolu, yerler sigara külü. Alem varmış evde, Erdoğan yalnız değilmiş.

“Kim varmış oğlum evde? Aldınız mı onu da?”

“Kimse yoktu, Amirim.”

“Hee, yoktu. Nasıl yok oğlum, görmüyor musun?” Memur yakasını çekiştirdi, boynunu serinletti. “Komşulara sordunuz mu?” dedi Halit Amir, bıkkın. “Çıkanı görmüşler mi?”

“Araştırıyoruz, Amirim.”

“Amirim,” dedi Memur, gözleri küçük bir çocuğunki gibi yuvarlandı. Bu çocuk az önce şöyle demiş olmalıydı: “Şimdi sana bir şey diyeceğim ama kızmayacaksın. Söz mü?”

“Bu Mehmet Bey dedikleri, zanlı yani, bir tuhaf Amirim. Yaşlı, tonton bir amca. Ama üç kişi zapt edemedik. Tutturdu, cinayet aletini vermezmiş. Nal gibi av bıçağı, Amirim. Dededen yadigârmış.”

“Hee yadigârmış.” Kaşları çatıldı Amirin. Hiçbir şey demeseydi de bakışları Memur’u azarlamaya yeter de atardı. “Nasıl zapt edemediniz oğlum?”

Memur omuz silkti. Dudakları aşağı kıvrıldı. Küskün.

“46 mı lan bu?”

“Bilmem, Amirim.”

*************

Sorgu odasının penceresinden zanlıyı görür görmez sinirli bir kahkaha patlattı Halit Amir.

“Oğlum, bu mu öldürmüş Erdoğan’ı? Emin misiniz lan? Kaç yaşında bu amca?”

“85 yaşında Amirim. Biz de şaşırdık. Tek hamlede tertemiz kesmiş Erdoğan’ın şahdamarını.” Memur eliyle hayali kurbanın şahdamarını kesiverdi yüzünde alaycı bir sırıtışla. Halit Amir’in ciddileşmiş yüzüyle karşılaşınca o da sopa yutmuş duruşuna geri döndü.

“Başkasının suçunu üstleniyor olmasın?”

“Yok Amirim. Eli yüzü kan içindeydi. Bu yapmış.”

Mehmet Bey, boşluğu çağrıştıran, içinde bekleyenin gardı insin diye özellikle boş ve ısıtmasız tutulan sorgu odasındaki sandalyede öylece sakin oturuyordu. Hareketsiz yüz kasları, donuk gözleri, kırışmış derisi ile bakım evine yakışacak görüntüsü, birkaç saat önce kendisinden kat kat güçlü bir rakibi alt etmiş birine ait gibi değildi. İnsan onu, üstünde beyaz gömlek ve pantolon askısı, ayaklarında ev terlikleri varken kauçuk çiçeğinin yanındaki tekli koltuğa yerleşmiş kahve yudumlarken hayal edebilirdi. O sırada bulmaca çözüyor olabilirdi bu amca. Şu sakin duruşu hatırlamaya çalıştığı o kelimeyi düşünürkenki hâli olmalıydı, kalın camlı gözlükleri burnun ucuna kadar inmişken. Ya da bayramlarda sürekli kapısını çalan çocuklara bıkmadan kızmadan kapı açıp tekrar tekrar şeker verirken muhakkak gülümserdi. Çocukların onu kandırıyor sanmasından tatlı bir şefkat duyardı. Belki de gerçekten kandırabilirdi çocuklar onu. Çorbasını içerken elbet biraz döküp saçabilirdi. Titreyen eller yakışırdı bu bedene. Ustaca bıçak sallayan, acımadan cana kasteden eller değil.

********

            “Halit Amir siz misiniz?”

“Hee, benim. Ne yapacaksın Halit Amir’i sen?”

“Amir Bey, bıçağımı geri vermelerini rica ettim arkadaşlarınızdan. Veremiyorlarmış.” Yüzü acıyla kasıldı. Bir adamın yaşamını söndürdüğüne değil bıçağıyla vedalaşmak zorunda kaldığına pişman gibiydi.  

“Bu sorunu olsa olsa siz çözerseniz. Dede yadigârı olmasa tereddüt etmeden hediye ederdim bıçağı arkadaşlarınıza. Çok sevdiler, çok beğendiler belli ki. Anlıyorum tabii, nadide bir bıçaktır. Kaybetmiştim, daha dün eski eşyaların arasında buldum onu.”

Gözleri bir an daldı, yüzü biraz daha ekşidi. Bir anıyı bir andan kısa sürede yeniden yaşar gibi göz bebekleri hızla titreşti. Tekrar konuşmaya başladığında sesi konumundan beklenmeyecek tondaydı. Nezaket dolu ama buyurgan.

“Sizden ricam, lütfen, iade etsinler bıçağımı bana. Niyetim kimseyi gücendirmek değil. Benzerini bir yerlerden temin eder, telafi ederim bu kabalığımı. Benden de arkadaşlara yadigâr olur, kabul ederlerse tabii.”

“Amca sen cinayet aletini mi iade istiyorsun? Deli misin Amca sen? Numara mı çekiyorsun yoksa bize? Hee Amca?”

Zanlının göz bebekleri az önceki hızda tekrar titreşti.

“Hatırladın mı Amca? Erdoğan Karat diyorum. Kim kesti adamın boğazını?”

Zanlının göz bebekleri az öncekinden daha hızlı titreşti.

“Niye öldürdün Erdoğan’ı?”

Zanlının göz bebekleri artık titreşmiyordu.

“O gün de böyle soğuktu. Ama çok daha soğuktu. Öyle soğuk daha önce hiç görmemiştim.”

“Hangi gün, bugün mü?”

“Yok efendim. Dedemin bıçağı hediye ettiği o sömestr tatilinde. Köye göndermişlerdi beni. İlk defa yalnız seyahat etmiştim. Orta birinci sınıftaydım, karne hep pek iyi.” Gururla gülümsedi Mehmet Bey. Sırtı kısa bir süre gençleşip dikleşti.  

“Zifiri karanlıkta uyandırdı beni dedem. Burnumun ucunu görmeden, titreyerek kat kat giyindim. Gözüm sıcak yatak yorganda kalmıştı tabii. Geri girsem içine, dedeye de ben gelmem desem olmaz. Arabaya biner binmez ellerimi dizlerimi sürtmeye başladım. Arka koltuğa da dedemin kopay cinsi köpeği yerleşti. Öyle sessiz ki köy yeri. İn cin uykuda. Tek kopayın nefesi duyuluyor.” Gözünü yumup sessizliği ve köpeğin nefesini dinledi Mehmet Bey. “Ta ki motor sesi onunkini bastırana kadar. Tavşancı diyordu dedem ona, adı buydu köpeğin.”

“Hayda! Ne anlatıyorsun sen Amca?” diye çıkıştı Halit Amir. Sonra pişman oldu. Mehmet Bey tavşan meselesini daha sorulmadan anlatmaya başlamıştı bile. Bölünür mü böyle bedava sorgu?

“Üşüyordum. Arabanın ısınmasını dört gözle bekliyordum. Dedem kafamdaki bereyi hızla çekip çıkarınca daha bir ürperdim. Kucağıma bir avcı şapkası fırlattı. “Bunu tak,” dedi bir çalım. Kafama biraz büyük gelse de yakışmıştı bana. Aynadan kendime bakıyordum da çok havalıydım be!” Mehmet Bey’in kolları iki yana açıldı. Gözlerinde bir ateş, hevesli. Önünde onu bekleyen mucizelerle dolu bir gelecek.

“Bembeyaz karları giyinmiş seyrek ağaçların arasında bizden başka kimse yoktu. Bir de dedemin omzundaki tüfek. İki boru, iki çengel, bir tetik, bir kabza, omzunda sabit. Sanki hep oradaymış da ormana gelince görünür olmuş gibi. Dedemin keyfine diyecek yoktu, ohhh çekiyordu arada sırada. Gözleri bir yerde bir ilerideydi.

“Bak oğul, bu tilki!” “Bak bak, bu da tavşan. Bunlar ön ayakları. Arka ayakları iki oluk yapmış karda,” “Bak bu köpek. Gördün mü insan ayaklarını. Başka avcılar da varmış demek ki. Dün belki, eski bu izler, bu yöne gitmişler.”

“Sadece izlere bakarak ormanın günlüğünü yazıyordu dedem. Ne akıllı adamdı. Onunla çıktığım bu macerada içimde keşfetmediğim türden bir cesaretle tanışıyordum. Kendimi güçlü ve hâkim hissediyordum. Önüme gelenin vay haline. Tüm dünya, içindeki bu ormanla, üstündeki karla birlikte dedemle bana aitti sanki.”

Mehmet Bey sustu. Buraya kadar anlattıklarına eşlik eden coşku bu sessizlik anında onu terk ediverdi. Dalıp gitti Mehmet Bey. Gözleri açık ama uyanmak istemediği bir uykuda. Halit Amir onun bir süre dinlenmesine fırsat verecekti. Sabrı çabuk tükendi.

“Dedenle ava çıktınız. Sen ortaokuldayken. Erdoğan daha doğmamışken. Hee, Amca? Avlandınız mı bari, Amca?” dedi Halit Amir. Bu sorgu uzun süreceğe benziyordu.

“Henüz hiçbir hayvana rastlamamıştık. Karın tabanlarımızda çıkardığı sesler bir mehter şarkısı söylüyor olmalıydı. “Ürküp saklanırlar,” dedi dedem, “Onları saklandıkları delikten çıkarmak Tavşancı’nın işi.” Tavşancı hareketliydi. Burnu yerde, önümüzden arkamızdan, ileriden geriden geliyor, her yeri kokluyordu. Av için çok, dedemden bile çok sabırsızlanıyordu.” Mehmet Bey, bir köpek gibi boynunu öne uzattı. Masaya eğildi. Hızlı hızlı köşeleri kokladı. Kafasını kaldırdığında dili dışarıda, eli kuyruk gibi havadaydı. İkisi de sallanıyordu. Hızlı hızlı. Soluğu gürültülü, heyecan dolu. Bir an sonra köpek olmayı bırakıp tekrar Mehmet Bey oldu.

Halit Amir, gülmemek için kendini zor tuttu. İhtiyar insan köpek. Belli ki, Erdoğan’ın katilinin keçileri şu anlatmakta olduğu ormana kaçmıştı. Sorguyu burada bitirebilirdi. Neyini dinleyecekti? Koşan tavşanlar, av arayan köpekler, aklını kaçırmış bir dede. Deli saçması.

“Sonra Tavşancı’nın sesini duydum,” deyince Mehmet Bey, kalkmakta olduğu sandalyeye geri oturdu. “Acı acı ağlıyordu. İçim parçalandı. Telaşlandım. Ayağına diken batmış veya bir hayvan onu yaralanmış olabilirdi. Ama yanılıyordum. Elbette yanılıyordum. Tavşancı beni kandırıyordu. Bunu dedemin yüzüne yayılan o tekinsiz gülümsemeden anladım. Duyduğum köpeğin ağıtı değil kurbanı ürkütmeden sahibine ilettiği mesajıydı. Çünkü dedem canlandı, heyecanlandı, hazırlandı. “Kokusunu aldı. Birazdan kovalamaca başlar,” dedi.”

Mehmet Bey, uzun ve hiddetli bir nefes verdi. Olacakları biliyordu. Yaşamıştı. Şimdi tekrar yaşamak zorundaydı. Hatırlıyordu. Hatırladığını anlatıyordu. İki katı bir ıstırap.

Halit Amir, ihtiyar zanlının tüm karakterleri kendi zamanlarında, müthiş bir ustalıkla, art arda canlandırdığı tiyatroyu sonuna kadar izlemeye karar verdi. Az önce genç meraklı kuvveti yerinde bir delikanlıydı Mehmet. Şimdi tekrar yaşlandı. Bitmekte olan hayatı yanlışlıklarla dolu öfkeli bir ihtiyardı.

“Önde yaban tavşanı arkada Tavşancı. Tavşancı tüm nefesiyle havlıyor tüm nefesiyle koşuyordu, gene de yetişemiyordu önündekine. Yaban tavşanı karadaki en hızlı hayvanların arasında sayılıyormuş. Biliyor muydunuz?”

Amir’e baktı. Sanki gerçekten cevap bekledi Mehmet Bey. Halit Amir o an belki boşa düştü. İhtiyar adam sadece sorgunun başında bıçağını isterken onunla göz teması kurmuş, varlığıyla ilgilenmemişti bile. İhtiyar zanlı kendi kendini sorguya çekiyordu.

“Ben bilmiyordum ama görebiliyordum,” diye devam etti Mehmet Bey. “Dedemin bundan müthiş bir zevk aldığını da görebiliyordum. Zevkini uzatmak için herhâlde, acelesi telaşı da yoktu. Tüfeğini yavaşça kaldırıp doğrulttu, hafifçe havada sürüdü. Kulağımı sağır edecek o şakası olmayan ses, tavşanın rakipsiz koşusunu yuvarlanmaya, kontrolsüz taklalara çevirdi. Durduğu yerde Tavşancı başına dikildi zavallının. Onu kokluyor, kokladıkça kuyruğunu zafer ve neşeyle sallıyordu. Dedem de aynı histeydi. Gevrek katı kahkahası, dikleşmiş vücudu ve sesindeki o gurur: “Vurduk oğul!” diye bağırdı. Kolumdan tuttuğu gibi marifetini göstermeye götürdü. Sürükledi diyelim. Beyaz karın üstünde değer görmemiş kurbanın bedenini de içine alan kırmızı halkadan başka bir şey göremedim. Ve bakamadım daha fazla. Burnuma giren barut kokusu başımı döndürüyordu. Midemde bir ayaklanma hissediyordum.” Midesini tuttu Mehmet Bey, iki büklüm oluverdi.

“Allah Allah! Ne oldu şimdi? Ne güzel işte, avlamışsınız tavşanı be Amca!” diyerek durumu toparlamaya çalıştı Halit Amir. “Ne var yani bunda? Ava gitmemiş miydiniz siz?”

Lafın sahibine nefretle baktı Mehmet Bey. Halit Amir bir an afalladı, rahatsız oldu. Ardından kalkanını kaldırıp mızrağını doğrulttu. “Yani anlamadım ben Amca, sen bize ne hikâye anlatıyorsun? Ava gittiniz ve avlandınız. Ne olmuş yani? Beni kan tutar deme de şimdi. Senin marifetlerini de gördük.”

Mehmet Bey ne mızrağa ne kalkana aldıracak durumdaydı. Olan olmuş, yaşı çoktan geçmişti. Hem de bir ömrünü haklayacak düelloya birkaç saat önce tutuşmuştu. Hepsinden kurtulmak, kafasından silkeleyip atmak ister gibi başını iki yana salladı.

Yaban Tavşanı gözünün önündeydi. Bir çocuk, bir ihtiyar, bir köpek, bir de tüfek. Bir küçük tavşanın doğal biçimini kaybetmiş bedenini gölgeliyordu. Coşkuyla, zaferle, gururla edilen o laf Mehmet’in kafasında tekrar tekrar çınlıyordu. O laf, belki, ihtiyarı, köpeği ve tüfeği yüceltiyordu. Ama Mehmet’i değil. Mehmet’i tersine eziyor, küçücük ediyordu. Tavşanın tırnağı kadar küçük. “Vurduk be oğul!”

Mehmet Bey, Amir’in sorusuna bu hâlde cevap veremedi. Ama dudakları hareket ediyor, bir tuhaf biçimde titriyordu. Konuşuyor da sesi mi çıkmıyordu? Üç beş cümleyi aynı anda, üst üste düşünüp de söylemeye çalışıyor, ses telleri hızına yetişemiyordu? Tuhaftı. Ağzının kontrolsüz kıpırtısı en anlamlı sözcükleri bile yersiz kılacak derinlikteydi. Sözcükler yoktu, belki de bu normaldi. Çünkü bunun yerine söylenecek o sözcükleri kimse bilemezdi. Mehmet Bey, demek ki, durmadan anlatıyordu, anlatmaya devam ediyordu. Sadece kimsecikler duyamıyor, anlayamıyordu.

“Su iç, su,” dedi Halit Amir, günlük hayatında pek de ortalarda görünmeyen, kolay kolay kimselerin şahit olmadığı bir şefkatle.

Bir süre sessizce oturdular.

“Sonra ne oldu?” dedi Halit Amir.

Biraz düşündü Mehmet Bey, daldırdı gözlerini. “Sonra ne mi oldu?”

Birkaç saniye sonra oturduğu koltukta büyüdü, dikleşti. Mehmet Bey belli ki bu sefer de dedesi oldu.

“Şimdi sıra sende, seni bugün erkek yapacağız,” dedi gür otoriter bir sesle. “Önce biraz atış çalışalım.”

Aynı hızla omuzları düştü, bakışları yumuşadı. İçine dolan korku, korkunun çağırdığı teslimiyet Mehmet’i zapt etti. Şimdi Mehmet on dört yaşındaydı.

“Ormanın o anki hâkimini, dedemi reddedecek cesareti nereden bulacaktım? Zihnimde karın üstünde taklalar atarak yuvarlanıyordum. Bu devinim midemi ağzıma dolduruyordu. Sonuçta dedem ne kadar uğraşırsa uğraşsın ileriye dizdiği hedefleri vuramıyordum. Tavşancı yeni avı açığa çıkardığında tetiğe basamadım. “Vur! Vur! Bas tetiğe! Tavşan kadar yüreğin yok mu ulan?” diye köpürüp taşarken elimde tüfeği doğru yöne doğrultmaktan öteye gidemedim.

“Erkek,” diye anlatıyordu dedem, “Doğadaki en güçlü varlıktır. Erk, iktidar ondadır. Bu av da bunun kanıtı, erkekliğinin şanıdır. Biz isteseydik, bu tavşana kıymaz, postunu sever bırakırdık. İstedik canını aldık. Anladın mı oğul? Mesela bu Tavşancı yapabilse emrimde yaşayacağına parçalamaz mı beni?  Ama yapmaz. Yapamaz. Çünkü asıl gücün bende olduğunu bilir. Onun başını okşayan bu elin tetiği çekip canını alacağını da bilir. O okşama hep hatırlatır Tavşancı’ya, kim üstünmüş kim sahipmiş. Anladın mı oğul?”

Kim ne anlarsa oydu. Halit Amir de ne anladıysa, tıpkı Mehmet Bey gibi, sorgu odasının şimdiki anından sıyrılıp kendi dünyasına aktı, gözünün önünde akan görüntülerle. Sırtı, sokağın sonuna açı yapmış duvara yaslıydı. Göğsü nefes nefese. Karanlık, asılı çarşaflar gibi görünüşünü engelliyordu. Kafasını bir an köşeden uzatınca, uzakta, sokağın diğer başında bir sokak lambası gördü. Nereden baksan iki yüz metre ötede patlamak üzere olan ampulü göz kırpıyor, gözünü alıyordu. Gecenin herkesin en derin uykusunu çektiği yarısında etrafta çıt yok. Bir ayak sesi yok. Bir kedi çöplüğe aniden tırmansa, karnı aç kuyruğu bacaklarının arasında bir köpek acı acı ulusa, kederinden isyan etse. O da yok. Nerede bu adam? Az önce üstüne hedefini ıskalayan mermiler saçan adam nerede? Halit’in kendisi de çıt çıkarmıyor. Gizleniyordu. Biliyordu ki ondan başka dinleyen var kara sessizliği. Namluyu nereye doğrultacağını kestirmeye çalışan gözü gece kadar kararmış başka biri.

Mehmet Bey’in yarı müstehzi sesiyle Halit’in iç dünyasına ait görüntüler ve hisler kaybolup gitti. Sorgu odasının şimdiki anına döndü Halit Amir. Mehmet Bey, hâlâ geçmişten konuşuyordu.

“Cebinden kabzası beyaz, beyazın üstü kahverengi şeritli bir bıçak çıkardı. Şeritler sanki yakarak oluşturulmuş gibi. “Kabzası geyik boynuzundan ha!” dedi. Demek ki bir zaman başa taç olan sonraları zalime oyuncak olabiliyormuş. Neyse. İrice bir taşa yatırdı tavşanı, kafasını ve bacaklarını sanki patates soğan bölüyormuş gibi kayıtsızca kesti.”

“İnce bir çizik attı tavşanın postuna, övündüğü bıçağıyla. Ters çevirip soymaya başladı hayvanı. “Tut!” diye buyurdu bana. Anında itaat ettim. Tuttum başsız boynu, omzu. Dedemin dudakları hafif önde birleşmişti. Burnundan alıp verdiği asabi sabırsız soluğu kulaklarımı tırmalıyordu. Tüm gücü ile çektikçe postun ucunu, ben de elimden kaçmasın diye iyice avuçladım hayvanın soğumakta olan etini. Gözlerim kararıyorsa da biliyordum ki dedemin boyunduruğu altındayım. Susuyordum ve tutuyordum. Sadece midem benden başka kimsenin duyamayacağı tonda isyan ediyordu.”

Midesini tuttu gene Mehmet Bey. Nefesi kesik kesik, sesi kısık, canında kalan son parçayla anlatmaya devam etti.

“Ne olduysa sonra, gördü hâlimi. “Üşüdün mü sen? Bembeyaz oldun,” dedi. Hiç cevap vermedim. Onun da keyfi kaçtı. Yüzü düştü. “İyi madem, hadi eve,” dedi.

Arabaya biner binmez çıkardım şapkayı kafamdan. Bir süre sonra “Tavşan kaçacak sen kovalayacaksın. Denk getirirsen vuracaksın. Doğanın kanunu bu. Artık kimin gücü kime yeterse,” dedi. Olayı özetler gibi. Anlaşılmayan bir kelimeyi heceler gibi. Uzun ve dikkatli yüzüme baktı. Sesindeki memnuniyetsiz tınıdan anladım ve ona bakamadım. Yüzümü yan pencereye döndüm. Gözlerimi yoldan ayırmadım.

Eve gelir gelmez yatağa girdim. Keşke hiç çıkmasaydım bu yataktan diye düşüne düşüne uyumuşum. Yemek vakti uyandırdı babaannem. Sofradaki yemeği görünce artık midemin ipini kaçırıverdim, dolu dolu kustum. O güzel, o masum, zavallı tavşanın eti pilavın üstüne didiklenmişti.”

Kısa, şiddetli bir öğürtü çıktı Mehmet Bey’in boğazından. O öğürtüyle içinden boşanan duygular yüzünü kıpkırmızı etti. Yutkundu sonra, hepsini geri yuttu.

“Dedem fesuphanallah diye diye babamı aradı. “Ava çıktık sabahtan, üşüttü zahir,” dedi telefonda babama. “Ya hu, pek narin yetiştirmişsiniz bunu. Olmaz! Kız çocuğu mu bu?” diye eklemeden de edemedi.

İki gün daha hasta yattım. Üçüncü gün dedemin “Sana bellettiklerimi unutma,” derken bavuluma koyduğu o avcı bıçağıyla eve geri yollandım. Narinim ya, geri yollandım. Narinim ya, hava çarptı zahir.”

Mehmet Bey’in öykünün sonunu sabırla bekleyen tek damla gözyaşı süzülüp yüzündeki kırışıklıklar arasında kaybolup gitti. Halit Amir de tıpkı bir damla su gibi kırışıkların labirentinde kaybolduğunu hissetti.

“Bana bıçağımı iade edin Amir Bey. Onu daha yeni buldum.”

“…”

“Verin bıçağımı!”

Birkaç saniye sonra Mehmet Bey tüm şiddetiyle öğürmeye başladığında Halit Amir bir hışım, neredeyse tek adımda çıktı sorgu odasından. Kaçar gibi. Kapıya doğru koşar adım gelen memur yolunu kesti.

“Amirim, komşular haklıymış. Bu Erdoğan Karat deyyusun tekiymiş. Yeni kızları buluyormuş bu. Evden kaçanları, kimsesizleri, uyuşturucu müptelalarını. Biraz evinde tutuyormuş, terbiye edip batakhanelere satıyormuş. Bu gece de evinde bir kız varmış, olay olduğunda evden gürültüler geliyormuş. Kızı dövüyormuş bu Erdoğan.”

“Hee dövüyormuş. Etini didikliyormuş yani pilava.”

“Efendim Amirim?”

“Tavşan avcısını avlamış demek ki bu amca.”

“Nasıl Amirim?”

“Ondan istiyor o bıçağını. İşi bitmedi daha. Çok avcı var dışarda.”

“Nerde Amirim?”

“Hee? Her yerde oğlum, her yerde. Sen tek ormanda mı sandın?”

“Yok, Amirim.”

“Hay, tüküreyim böyle işe. Biz de bir boka yaramıyoruz ki. Erdoğan’ı yakalayacağımıza Mehmet’i tutuyoruz. Yuh olsun bizim gibi avcıya.”

“Estağfurullah Amirim.”

Halit Amir’in kaşı kalktı. Gözleri yuvalarında çaresizce döndü.

“Tavşan mıyız yoksa oğlum biz?”

“Yok daha neler, Amir’im.”

“Kafa kalmadı ki,” diye mırıldandı. “Avcı kim kurban kim oğlum?” dedi neredeyse bağırarak.

Memur, Amir’in ettiği tek lafı bile anlamamıştı. Ne cevap verdi ne yeni soru sordu. Amir’i kızdıracağına sussa daha iyiydi.

“Tuvalete götürün amcayı. Elini yüzünü yıkayın. Üstünü başını temizleyin. Sonra da adli psikiyatriye götürün. Beklemiş, dayanmış, en sonunda tırlatmış bu amca. İyi etmiş, iyi etmiş de… Bizi de tırlattıracak.”

edebiyathaber.net (21 Aralık 2021)

Yorum yapın