2020 yılının Mart ayından bu yana yaşamadığımız felaket, yaşamadığımız şok kalmadı sanırım. Daha ne yaşanabilir ki demek de istemiyorum çünkü yanıtını bulmamız zor olmuyor. Günübirlik sevinçlerimizin dışında ne var elimizde geride kalan yaklaşık iki yıl dair. Belki bir miktar insan olmayı, insan gibi davranmayı öğrendik. Ama belki. Emin değilim. Zira bunun aksine dair de çok fazla veri var önümüzde. Peki, tüketime dair bir şeyler öğrenebildik mi? Aslında en önemlisi bu sanırım. Sayılarını unuttuğumuz ayakkabıların, pantolonların, gömleklerin, elbiselerin aslında hiçbir işe yaramayacağını gözümüzle göremediğimiz bir virüs öğretmedi mi? Doyumsuzca bir hırsla alınmaması gerektiğini, yarına dair elimizin altında bir miktar güvence olması gerektiğini içinden geçtiğimiz günler öğretmiyor mu? Sırtımızı yaslayacak bir güvence olsun, yarınlar ne getir-ir/ecek belli değil. Gölgesine sığınacağımız bir ağacı arar olmayalım.
Arslan Sayman’ın yazdığı, Deniz Üçbaşaran’ın can verdiği “Balaban ile Şakrak” bize bu konuda ışık tutuyor. Yeni bir kitap değil fakat yinelenmiş, yinelenirken de yenilenmiş bir kitap bu. Yeni yayıncısı Kırmızı Kedi Çocuk. Deniz Üçbaşaran’ın çizimleri de ilk defa eşlik ediyor kitaba. Yaşadığımız tüm bu olumsuzlukların içinde kaçıp gitmeyi hayal ettiğimiz fakat cesaret edemediğimiz bir coğrafyayı gözlerimizin önüne sererek başlıyor kitap. “Eskiden, çok eskiden, iki dağın arasında bir denizin kıyısında, güzel mi güzel bir ülke vardı. Sırtını yaslamıştı kocaman bir ormana, yüzünü dönmüştü minicik bir limana…” Balaban da bu ülkede yaşayan kara saçlı, kar kaşlı, kara bıyıklı bir marangoz. Ülke çok güzel. Masallarla dile getirildiğinde bile içimizi bir hoş ediyor da Balaban niçin böyle mutsuz? Bir zamandır evinden çıkıp atölyesine gitmeyi hiç istemiyormuş. Nedeni ise ağacının kalmamasıymış. Bebe anasız, inek danasız olmazsa marangoz da ağaçsız olmaz. Hele yapacağı bir sürü de işi varken.
Baksanıza; krala asa, şaire masa, soytarıya kayık, prensese yatak, çobana oturak… Bütün bunlar iin Balaban ağaç ararken rüyasının peşine düşüyor, ormanın derinine dalıyor. Ormanda türlü olaylar yaşanırken, Balaban da bunlar olurken aranırken, atölyesinin önünde şair ile çoban konuşuyorlardı. Burada konuşulanlar her şeyin özeti, hepimize de bir ders niteliğinde. Geride bıraktığımız iki yılın da öğrettiği…
“Çoban: Balaban ormandaymış, kesebileceği bir ağaç arıyormuş.
Şair: Ya bulamazsa?
Ç: Ben oturaksız kalacağım.
Ş: Ben de masasız.
Ç: Krala asa, prensese yatak, soytarıya da kayık sözü varmış.
Ş: Kralın asasına ne olmuş? Prenses bugüne kadar nerede yatıyormuş? Soytarının kayığı mı batmış?
Ç: Bilmem. Herhalde yenilerini istiyorlar.
Ş: Eskileri ne yapacaklarmış, turşusunu mu kuracaklarmış?”
Öyle zamanlar yaşadık ki ayakkabı almadık, çıkacak bir sokak yoktu, dört duvar evimizin içindeydik. Yeni giysiler alamadık, gidecek bir işyerimiz yoktu, her yer kapalıydı. Şunu da anladık ki olanlar da yaşanılabilirmiş.
Arslan Sayman, tüketim canavarlığına eleştirisini çevre/doğa üzerinden dile getirmiş. Dile getirirken de tadına doyulmaz bir masal yazmış küçüklere ve biz büyümeyenlere. İnsanoğlu ne ararsa doğada karşılığı var zaten. Bu kitap da bunlardan birini gösteriyor. Duymasını bilen Balaban’ın yanına düşsün, ormana bir kulak versin.
edebiyathaber.net (27 Aralık 2021)