Bir sesi nasıl çoğaltabilir insan? Bir sözü, ya da bir rengi?
Durduramadığınız tek şey zaman olduğuna göre, hep düşüş ve düşkünlük ânlarında hatırlananların ötesine geçmelisiniz, yaşananların kıymetini bilebilmeniz için.
Hayatınızda neyi nasıl yaşadığınız önemlidir elbette. Taşıyıcı zamanın renginde solanlarda bile görüp gözlediğimiz budur. Yani yaşadım diyebilme duygusu.
Buluşmalar, kesişmeler, karşılaşmalardır biraz da sizi siz yapan. Belki de yaşama döngüsünü zamanın eleğinden geçiren de işte yan yana gelişler…
Sözün evrilmesine yönelmeden, dahası başka başka yaşama sızılarından söz etmeden; size daha birkaç saat önce yitirdiğim dostumun bende yaşattığı sızıya değinmek istedim…
Dilim varmadı, belki de sözümün yetmeyeceğini hissettim bir ân.
Onun bende yaşadığını bilmek duygusu öyle baskın ki…
Yaşama sevincinin taşıdığı fotoğraflarındaki renkler, görüntüler, imgeler…insan yüzleri, mekânların dilini anlatan bakışı…
Ve elbette yazdığı üç romana yansıyan o derinlikli bakışıyla bir yeri, bir yurdu, bir mekânı sevmenin yüce ve güzel duygusu…
Onda uluşanları, onun bizde buluşturduklarını düşününce; Nevzat Çakır’ın sesiyle, sözcüklerinin rengiyle, bakışının sevinciyle yaşadığını hissetmek yürek serinletici geldi bana.
Sonradan “Ege Üçlemesi” adını vereceği roman dizisinin ilk kitabı “Sabır Çıkmazı”nı 1996’da dosya halindeyken okumuştum. Aydın Doğan Vakfı Roman Ödülü’nün katılımcıları arasındaydı. Ödülde göz ardı edilse de, romanın yayımlanması onu sevindirmişti. O ivmeyle üçlemenin diğer iki kitabını tamamlamıştı: “Üç Kar Tanrıçası” (2016), “Kadın Azmağı” (2019).
Bu üçleme üzerine konuştuğumuz günlerde, “Sabır Çıkmazı” için yazdığı metni iletmişti bana Nevzat Çakır.
***
“Sabır Çıkmazı” Romanı Üzerine…
Nevzat Çakır
Anadolu’nun en batısında, Ege’nin en güneyinde, kıvrım kıvrım koyları, olağanüstü doğa örtüsü, her yerde önünüze çıkan geçmişin görkemli kalıntıları ile bu gizemli dünya ülkemizin batıya açılan ilk bölgelerinden biridir.
Cumhuriyete kadar sayısız kültüre ev sahipliği yapan yörenin insanları ile konuştuğunuzda görkemli geçmişin izlerini görerek şaşırırsınız. Onca olumsuzluğa rağmen bu insanların farklılıklarını hâlâ koruyor olması buralara duyduğunuz hayranlığı tutkuya dönüştürmekte gecikmeyecektir.
Finikelilerden, Giritlilerden başlayıp Karyalılara Perslere, Romalılardan Osmanlılara ve günümüze kadar iç içe yaşanarak oluşturulan bu görkemli kültür birikimi, yani Ege yaşam geleneği; evler, konaklar, sokaklar, mahalleler, köyler, kasabalar, kentler, yaşayanlar, yaşananlar her yerde karşınıza çıkacaktır. Bir etnik kültür mozaiği olan Anadolu’nun en renkli bölgelerinden biri olan yöre; dünyanın yedi harikasından birini yaratarak bu serüvene son noktayı koymayı da başarmıştır.
İşte son yıllarda birçok kişinin buralara yalnız tatil için değil akın akın yerleşmeye gelmesinin temelinde yatan gerçek budur.
Cumhuriyet sonrası büyük mübadele ile etnik rengini kaybeder kaybetmez hiç oyalanmadan ülkenin en hızlı kalkınan ve gelişen bölgelerinden biri olmasının temelinde doğa güzelliğinin sağladığı turizm faktörü varsa da yöre insanının farklı ve çağdaş özellikler taşımasının büyük katkısı olduğu göz ardı edilemez.
Ama bu hızlı gelişim; bir kar topunun dik bir yamaçtan hızla yuvarlanarak çevresini yakıp yıkacak kadar büyümesi örneğinde olduğu gibi sorunlar zinciri oluşturmakta gecikmedi.
Önce; binlerce yılda oluşan bir yerleşim kültürünün nasıl eriyip gittiğini gördü Egeliler. Kaybın en büyüğü burada verildi. Cumhuriyetin cicim ayları geçince onca birikimin oluşturduğu değerlerin birden bire yok olmasının şaşkınlığı ile neye inanacağını, neye sahip çıkacağını, sözün kısası ne yapacağını bilemeyen yöre insanı başı boş sürüklenen bir tekne gibi kalakaldı.
İşte tam bu sırada hızla gelişimin gereği yepyeni değerlerin ve kültürlerin saldırısına uğradı. Ne yapacağını şaşırmış, yeni değer yargılarına uyum sağlamaya çalışırken neler, neler olmadı ki?
Bu süreçten sağ salim geçmeyi başaran Egeliler birçok şey gibi şunları da öğrendi:
Geleceğe giden doğru yolu bulmak için geçmişi çok iyi bilmek gerekir.
Bugün ülkemizde olanları anlayabilmemiz için Ege’yi bilmemiz gerekir. Eğer özgünlüğü, ulusal değerleri uluslararası boyuta taşımak istiyorsak her ikisini de çok iyi bilmemiz gerekir.
***
Doğduğum, büyüdüğüm sözün kısası çok iyi bildiğin Ege ve Egeliyi gördüm, dinledim, yaşadım.
Tam bir Egeli olan ve soy ağacını Horasan’a kadar sürdürebilen, üstelik bunu ezberinden söyleyebilen annemin dur durak bilmeyen anlatıları kulaklarımdan tıka basa dolup taşmaya başlayınca onun babasından devraldığı tutkusunu sürdürmenin bir borç olduğunu anladım.
Yazdığım ne kronolojik bir tarih, ne de okuyanları yönlendirmeye ve etkilemeye çalışan bir çalışma… Gördüklerimi, yaşadıklarımı, kendi geçmişimin mayası ile yoğurup kalıcı, farklı ve becerebildiğim kadar özgün bir iş ortaya çıkarmak için yola çıktım.
Amacım Ege’nin yüzyılımızdaki serüvenini yazmaktı.
***
Bu romanda Cumhuriyetten sonra yalnız başına kalan, önce ayakları üzerinde durmayı, sonra da kendi kökleriyle beslenebilme kavgasına soyunan bir toplumun serüvenini okuyacaksınız.
Bu romanda yıllarca ortak yaşamla oluşturulan bir kültürün kayboluşunu, parçalanma ile oluşan boşluğun daha kapanmadan hızla farklı bir gelişim sürecine giren bir toplumun içine düştüğü acımasız karmaşayı okuyacaksınız.
***
Bu romanımın öykülendirilmesinden tavrına, yazılımından diline, düzeninden gerilimine gösterdiğim özen ve titizliğin altını çizmeden geçemeyeceğim.
Kalıcı bir yapıt oluşturmak için harcadığım emeğin hedefe ulaşmasını dilemekten önce böyle bir çalışmanın son noktasını koyduğum için keyifli ve mutluyum.
***
Sabır Çıkmazı Cumhuriyetle birlikte girdaba yakalanmış gibi baş döndürücü bir hızla başlayan gelişimin getirdiği ve alıp götürdüğü değerlerin insana yansımasının öyküsünü anlatmaya soyunan bir ilk romandır.
Sabır Çıkmazı bu serüvenin nelere mal olduğunun romanıdır.
Sabır Çıkmazı acının, sevginin, hasretin sözün kısası insanın romanıdır.
***
Sonra, onunla yurt gezilerine çıktık. Adımladığımız her yerde bir mekâna bakma biçimini, bir insan yüzünün anlamını bulma/yakalama bakışını gördüm onda. Elimizde fotoğraf makineleri, onunla gezinen gözdüm adeta. Baktığı yöne bakar, gördüğünü anlamaya, hatta görmeye çalışırdım.
“Bir büyücüsün sen Nevzat abi,” derdim o objektifine yansıyan her bir görüntüyü birlikte izlerken.
Dostluk böyle bir şeydi; taşıyıcı olmak, beslemek, öğretmek, göstermek, yolunda yolcu kılmak. O nedenle çok sevdim onu. Çok beslendim. Her yan yana gelişimizde onlarca konu, binlerce söz ırmağı aktı aramızdan.
Hekimliğini askıya aldığı günlerde muayenehanesinde haftada bir buluşur “derin” sohbetlere dalardık. Orada gündemimizde her daim sinema, edebiyat, fotoğraf ve ülkenin hali, okuduklarımız, yazacaklarımız vardı.
İyi yaşamak, sevdiği uğraş edindiği şeyleri tutkuyla bağlanarak severek yapıp yaşamaktır derdi hep. Hayatı dert edinmek, dert edindiğin her bir şey üzerine düşünüp iyiyi güzeli ortaya çıkarmak…
Bir yaşama felsefesinden söz ederdi. O da bilirdi ki bu olmadan sanatını hiçbir yere konumlandıramazsın. O nedenle fotoğrafın yanına yazıya koydu. Kurmacayı sevdi. Bildiğini aktarmayı, insanın insana aşı yapmasını önemsedi. Öğreterek öğrenmenin yolcusuydu.
Fotoğraf sanatı üzerine yazdığı kitabını sonlandırmıştı, bunu heyecanla anlatıyordu: “Ellerine bırakmak, düşüncelerini öğrenmek istiyorum,” derken, adeta küçük bir sır verircesine nükseden hastalığından kısaca söz edip, Akyaka’da, Azmakbaşı’nda buluşabileceğimiz günlere getirmişti sözünü. Hele, ona, “doğduğunuz yere, Ula’ya yerleşiyorum,” dediğimde, oturacağım semtten, Köprübaşı’ndan söz ettiğimde; “ demek ki her sabah Menteşe dağlarına bakarak uyanacaksın,”demişti.
Sevgili dostumun romanına dair dile getirdikleri üzerine tek söz edecek değilim. Ondaki insan/yurt sevgisinin birer yansıması olan romanlarıyla bize unutulmaz bir hafıza sunan fotoğraflarını yan yana getirdiğimizde; “İyi ki geldin, yaşadın ve bunları yapıp eyledin, bize tek tek gösterdin Nevzat Ağabey,” demek geliyor içimden.
Yaşadıkça yaşatabileceğiniz kaç dostunuz var bilmem!
Nevzat Çakır, benim için, bunların ilk sırasında yer alıyor.
edebiyathaber.net (28 Aralık 2021)