Madam Katina ölmek üzereydi. Evinde, kabarık beyaz yastıklara yaslanarak yattığı yatağında, ziyaretine gelenleri solgun yüzünde minnet dolu bakışlarla karşılıyordu. Dostlarını son bir kez görmek istiyordu; bir kişi dışında! “O kadın kapıdan içeri girmeyecek” diyordu alt katta oturan elli yıllık komşusu Madam Roza için.
Annesinin pankreas kanseri olduğunu öğrenir öğrenmez, Madam Katina’nın oğlu Jan, karısını ve kızını Fransa’da bırakarak soluğu Istanbul’da almış, annesinin evine yakın bir otele yerleşmişti. Her sabah otelden geliyor, annesine bakması için tuttuğu yardımcıya emirler verdikten sonra gün boyu annesinin yatağının yanıbaşındaki koltukta oturuyor, eve gelen misafirlere çikolata ve çay ikram ediyordu. Jan’ın otelde kalması ile ilgili çeşitli dedikodular vardı. Kimilerine göre Fransa’da kuyumculuk yaparak o kadar zengin olmuştu ki annesinin evini artık beğenmiyordu. Bazıları, geceleri annesinin ıstıraptan inlemelerine dayanamadığını söylüyordu. Asıl sebebi alt katta oturan Madam Roza gayet iyi biliyordu. Arkadaşı Katina, sağlıklı olduğu günlerde, gelinini sevmediğini oğluna ve gelinine fazlasıyla hissettirmişti. Jan, annesinin hastalığı uzar da bir ara karısı Istanbul’a gelirse, onu annesiyle karşılaştırmamak için otelde kalıyordu. Jan’ın merdivenlerden aşağı inerken cep telefonunda karısı ile konuşmalarını, kendi dairesinin kapısını hafifçe aralayarak duyabilmişti Madam Roza.
Katina’nın hastalığıyla beş katlı apartmanda yaşayanların hayatı da allak bullak olmuştu. Katina’nın üst katında oturan ve haftanın en az üç gecesi komşularını yemeğe davet eden Madam Mari artık kimseyi evine çağırmıyordu. Katina’sız toplantıların keyfi olmaz diyordu. Bundan en fazla birinci katta tek başına oturan seksenbeşlik Sabiha Hanım etkilenmişti. O da, bitmez tükenmez temizlik ayinlerini kesintiye uğratacağını bildiği halde, ikinci katta oturan Madam Roza’ya gündüzleri daha sık gitmeye başladı. Roza salondaki sehpaların üzerinde uçuşma cesaretini gösteren son birkaç tozu elinden hiç bırakmadığı beziyle ezip, yok etmeye çalışırken, Sabiha Hanım’la sohbetleri dönüp dolaşıp Katina’da düğümleniyordu. O kadar yıl Roza ile sabah kahvelerini birlikte içtikleri, akşamüstleri televizyonu birlikte seyrettikleri, bayramlarını, doğum günlerini kutladıkları, kocalarının ölümlerini, çocuklarının evden uzaklaşmalarını dertleşerek paylaştıkları halde Katina’nın niye son birkaç gündür Roza’yı görmek istemediğine Sabiha Hanım da bir anlam veremiyordu.
“Ah Roza’cığım, ölmek üzereyken değişiyor insanlar. İçleri dışları bir oluyor birdenbire. Kocasını çok sevdiğini zannettiğimiz bir akradaşım vardı. Görsen, son anlarında adama nasıl kötü davrandı. Katina’nın da seninle alıp veremediği birşey vardır elbette” diyordu.
Roza günde en az üç kere uğramaya alışık olduğu komşusunun evinde artık istenmediğini anlayınca yüreği sızlıyor, arada bir kapısının önündeki merdiven boşluğundan yukarı kata çaresizlikle baktıktan sonra, sessizce tekrar içeri giriyordu. En sonunda dayanamayıp, evlendikten sonra Istanbul’un karşı yakasına yerleşmiş olan kızı Suzan’ı telefonla aradı.
“Katina günlerdir yatıyor. Artık sonu geldi galiba. Bir uğrasan da onu ziyaret etsen bari. Beni evine kabul etmiyor, hiç olmazsa sen onunla konuş” dedi ağlamaklı bir sesle. “Hem Jan Fransa’dan geldi. Onu da bir görmüş olursun”.
Suzan’ın işleri başından aşkındı. Bir mimarlık şirketinde sekreterlik yapıyor; akşamları ilkokula giden iki küçük çocuğunun dersleri, ev işleri ve kocası ile uğraşayım derken kendine ayıracak beş dakikayı zor buluyordu. Roza telefonda konuşurken, Suzan annesini kırmadan ona nasıl hayır diyeceğini düşünüyordu ki son cümle ile kalakaldı. “Jan Fransa’dan geldi” diyordu annesi. Jan – bulutsuz açık mavi gökyüzü, taze çimen kokusu, sandal gezintilerindeki ayışığı. Jan- Büyükada sokaklarında kukalı saklambaç, bisikletle yokuş aşağı uçmak, yazlık sinemalar. Jan – dudaklarda nem, dilde vişneli dondurma tadı, kulaklarda fısıltılar. İçi çocukluk aşkı Jan’ı görme isteğiyle doldu.
“Tamam anne” dedi. “Yarın geliyorum”.
Jan’ın Fransa’da sahip olduğu katlarını, pahalı arabalarını ve hele şehir dışında tuttuğu atlarını öğrendiğinde annesi pişman olmuş muydu o zamanki itirazlarına. Jan gittikten sonra bu konuyu hiç açmamışlardı. “Jan’ı çok severim ama unutma o bir Ermeni. Herkes dengi dengine. Sen kendine Yahudi bir koca bulmalısın” derdi Roza. Hâlbuki Paskalyanın ve Noelin tarihlerini ezbere biliyordu. Her seferinde, annesinin zoruyla da olsa, Madam Katina’ya çiçek götürür, onun ikram ettiği yumurta şeklindeki çikolataları zevkle yerdi. Jan ise hamursuz bayramında Roza’nın yaptığı kokusu bütün apartmanı saran kızartmalara, hamursuz unundan pişirdiği cevizli pastalara bayılırdı. Üstelik Jan tam bir Ermeni de sayılmazdı. Madam Katina Rumdu da asıl Ermeni olan kocasıydı. “Biri ortodoks, öbürü protestan, ikisi de Hıristiyan oldukları halde onlar bile zor anlaşıyorlar”diye başlardı Roza sonlandıramadığı konuşmalarına.
Suzan apartmanın paslı menteşeleri üzerinde zorla dönen demir kapısını araladığında alacakaranlık şehrin üzerine hüzününü yayıyordu. Çocukluğunda ikişer ikişer atlayıp indiği merdivenlerin artık lekeli ve kirli basamaklarından yukarı, ikinci kata doğru, ağır ağır çıkarken sıvası dökülen duvarlardaki çatlaklara, tuttuğu ahşap trabzanlardaki çiziklere baktı. Avucuna batan kıymıklar genç kızlık hayallerini kanatıyordu. O koşuşturmalar, gürültülü kahkahalar, Noelde olsun, Şeker bayramında olsun bir kattan öbürüne taşınan tatlılar, yemekler, bütün komşuları tanıdıkları için, geldiklerinde her katın kapısını mutlaka çalıp hatır soran misafirler, okul dönüşü annesini evde bulamadığında koştuğu zevkli sığınak; Madam Katina.
Kahkahaların sahibi de kışkırtıcısı da Madam Katina olurdu hep. Çevresindeki her olayın gülünecek bir tarafını bulur, bunları uluorta herkese anlatırken yapmış olduğu ufak tefek dedikodulara kimse aldırmazdı. Bulaşıcı neşesinden nasibini alanlar bunun küçük bir bedeli olarak kendilerine düşen alay payına seve seve katlanırlardı. Katina’nın yalnız kaldığı hiç görülmemişti. Evi her zaman misafirleriyle, komşularıyla dolup taşardı. Şimdi ise bu mabed, gölgeli ince bir sessizlikle boyanıyordu.
Bir bakıma sessizlik Suzan’a yabancı sayılmazdı. Annesi Roza’nın yanında susardı Suzan. Susmayı öğrenirdi; susması gerekirdi; susardı. Evlerindeyken merdivende ayak sesleri duyduklarında, biri gelmiştir diye heyecanla kapıya koştuğunda, omuzundan kavrayıp durdururdu annesi. “Sakın açma; sessiz ol derdi”. Kapı’nın göz deliğinden bakardı sonra uzun uzun Roza. “Madam Mari kürkünü giymiş gezmeye gidiyor. Açmana gerek yok” derdi veya “Kapıcı çöpleri topluyor” olabilirdi. Kapının eşiğinde ayak seslerinin uzaklaşarak kaybolmasını birlikte çıt çıkarmadan beklerlerdi. Kapı açılmayacaktı ama konuşulmayacaktı da. Dışarıdan kimse evde konuşulanları duymamalıydı. “Neden?” diye sormuştu bir gün. “Biz fazla konuşmamalıyız” diye cevap vermişti Roza. “Ama Neden?” “Bilmiyor musun kızım, Almanlar’ın yaptıklarını?” “Ah, anneciğim, ne alakası var. Biz Almanya’da mıyız ki?” “Olsun. Belli mi olur? İnsanların ne yapacağı belli mi olur? Sokakta da fazla konuşmayacaksın. Kim olduğunu belli etmeyeceksin.” Sonra işaret parmağını dudağının üzerine yerleştirerek “Kayadez” derdi Roza “Öf anne, öf” diye cevaplardı Suzan.
İkinci kata vardığında demir kapının yanındaki zile basmak üzere parmağını uzatmıştı ki, üst üste birkaç kilit sesinden sonra kapı kendiliğinden aralandı. “Geldiğimi gördün, değil mi anne?” Roza’nın tombul kolları kızına doğru uzandı. Kucaklaştılar. Suzan kendini annesinin yumuşacık, sıcak, iri göğüslerinden zorla ayırarak “İçeri girmeyeceğim” dedi. “Bir an önce yukarı, Madam Katina’lara çıkmak istiyorum.”
Jan karşısında Suzan’ı görünce, hafta sonları Paris dışında, doğada atıyla gezinirken beklemediği bir engele rastladıklarında atının yaptığı gibi, aniden geriye doğru bir adım attı. Durdu ve onu seyretti birkaç saniye.
“Hiç değişmemişsin” dedi eliyle onu omuzundan hafifçe tutup içeriye doğru çekerken.
“Yok canım. Görmüyor musun? Saçlarımı sarıya boyadım. Çok da kilo aldım.” Heyecanı titreyen sesinden belli olmasın diye devam edemedi Suzan.
“Bütün bunların seni değiştireceğini mi sanıyorsun?”
Haklıydı. Jan da seyrelen saçlarına, gömleğinden dışarı taşan göbeğine rağmen ona aynı Jan’mış gibi geliyordu. Ela gözleri karanlıkta bile ışıldıyor, bembeyaz dişlerini ortaya çıkartan gülüşü yüzünün bütün hatlarını aynı anda yumuşatıyordu. Yıllar değil de birkaç dakika geçmişti sanki.
“Annemi görmeye geldin, değil mi?” diye sordu Jan. “ Belki de son defadır ve o bunu biliyor” diye devam etti. Suzan’a, yaşları yuvarlanıp akmasın diye kırpmaktan korktuğu sabit gözlerle bakıyordu.
“Evet” dedi Suzan. “Çok üzgünüm.”
“Gel, seni ona götüreyim”.
Madam Katina’nın yüzü pencereden çekilmekte olan güneşin son kızıllıklarında yastığın üzerine düşmüş kara bir gölge gibiydi. Zayıflamış, küçülmüş, dudakları büzülmüş, şeffaflaşan tenindeki kırışılıklardan bir zamanlar pürüzsüz olan cildini, kusursuz Grek burnunu, yukarı kıvrımlı dolgun dudaklarını bulup çıkartmak olanaksız hale gelmişti. Donuk bakışları Suzan’ınkilere değdiğinde bir sevinç kıvılcımı ile parlar gibi oldu. Damarları şişmiş, kuru bir el yorganından dışarı uzanarak Suzan’a gelmesini işaret etti. Yatağın kenarındaki koltuğa bıraktı kendini Suzan. Katina’nın elini avuçlarına aldı ve öptü; konuşmaları boyunca da hiç bırakmadı.
“Ne kadar özlemişim seni Madam Katina’cığım.”
“Evet yavrum, ben de seni.”
“Biliyorsun; çalışıyorum. Anneme de uğrayamıyorum artık. Gelirse o bize geliyor.”
“ Şimdiki gençlerin hayatı çok zo. Bizimki öyle değildi” dedi Katina.
“Ne kadar eğlenirdiniz. Ne kadar eğlenirdik. Arkadaşlarınız arasında maskeli balo bile düzenlediğinizi hatırlıyorum ben” diye devam etti Suzan gülümseyerek.
“Ah, evet” dedi Katina gözlerini yatağın karşısındaki dolabın üzerinde bir noktaya dikerek. “Hiç üşenmez Noel öncesi günlerce kendimize kıyafetler dikerdik.”
“Ben de gelir teğellere, etek baskısına yardım ederdim.”
“Senin gelin olduğun günü hatırlıyorum” dedi birden Katina canlanmış bir sesle.
“Gelinliğimi giydikten sonra tuvalete gitmek isteyişimi mi? Nasıl da eteklerimi kenarlarından kaldırıp beni klozete oturtmuş, işim bitene kadar banyoya kimsenin girmesine izin vermemiştin.”
İkisi birden gülmeye başladılar. Katina bu şartlarda bile yine eğlendiriyordu Suzan’ı.
Yalnız birşey vardı. Bir boşluk. Bir eksiklik. Katina, Suzan’ı her gördüğünde Roza ile yarım saat önce birlikte olmuş olsalar bile mutlaka “Maman nasıl?” diye sorardı Suzan’a. Bugün sormadı. Suzan da ona nedenini soramadı. Oysa asıl amacı bunu öğrenmekti. Yapamadı.
Gökyüzünün koyu bir laciverte dönüşmesiyle oda iyice loşlaşmıştı. Madam Katina, gizlemeyi başaramadığı yorgun bir inlemeyle gözlerini kapadı. Suzan oturduğu koltuktan kalktı; Katina’nın yanağına bir öpücük kondurarak odadan çıktı.
Jan’la koridorda karşılaştılar
“Annemi sormadı” dedi Jan’a yüzünde meraklı bir ifade ile.
“Bunu sana söylemek zorundayım” dedi Jan. “Onu görmek istemiyor”.
“Ama neden?”
“Kapı deliğinden devamlı annemi seyrediyormuş. Cenazem bu evden çıkarken de, biliyorum, Roza beni kapı deliğinden seyretmeye devam edecek dedi geçenlerde” diye cevap verdi Jan.
Alt kata inerken Suzan bunu annesine nasıl anlatabileceğini düşünüyordu. Sonra kendi kendine “ Bu yaştan sonra huylu huyundan vazgeçmez. En iyisi, kayadez, sus Suzan sus” dedi.
edebiyathaber.net (11 Ocak 2022)