Mart’ın bir günü:
These mist covered mountains
Are a home now for me
But my home is the lowlands
And always will be
Someday you’ll return to
Dire Straits/Brothers in Arms
Mart, hayatındaki rutinlere sıkı sıkıya bağlıydı. Hep aynı istikamet üzerinden, belirli saat diliminde, evinden yürüyerek bara gelirdi. Pazartesi günleri öğleye doğru gelir, akşam çok geç olmadan dönerdi. Hafta sonları barda yoğunluk olduğundan erken gelir, geç dönerdi. Bu rutin yıllardır hiç değişmemişti. Mart’ın yaşamı öngörülebilir bir rutin içinde seyir ettiği için onun o an nerede olduğu ve ne yaptığı da kolaylıkla tahmin edilebiliyordu. Mesela, o barda yokken bir arkadaşı onu görmeye geldi, bulamadı diyelim, barmen Adil hemen saatine bakar “On dakikaya burada olur, isterseniz şurada bekleyin” dedikten tam on dakika sonra Mart, kapının önünde belirirdi. Evinde de takıntılık seviyesinde tertipli ve düzenliydi. Evin duvarlarında Jimi Hendrix, Gheorge Hagi, Leonard Cohen, Casablanca ve Crossroads filminin afişleri asılıydı. Posterlerden birisi hafiften sağa bile kaysa hemen fark eder ve düzeltirdi. Günlük tuttuğu defterler ay ve yıl sırasına göre özel bir dolapta tasnifleniyordu. Hiç fena sayılmayacak plak ve CD koleksiyonu vardı. Plakların ayda bir tozunu alır, tek sıra halinde rafa dizerdi. CD’ler ise mutlaka türlerine göre sıralanırdı. Tertipten hiç anlamayan münasebetsiz misafirler evine gelip de o CD’lerin düzenini bozarsa, çok kızardı. Ertesi gün hiç üşenmeden onları tek tek yeniden düzenlerdi. Kabul edelim, dışarıdan izlemesi, birlikte yaşaması zor bir hayattı. Ama o bu düzen içerisinde rahat ediyor gibi görünüyordu; en azından şikâyeti yoktu.
Mart’ın hastalık derecesindeki düzen takıntısı onun karakterinin parçası olduğu kadar, hayatını beklenmedik gelişmelere de kapatan bir savunma mekanizması görevi görüyordu. Geçmişte üst üste yaşadığı trajedilerden sonra sürprizlere, kontrolü dışında gelişecek ani gelişmelerin yaşanmadığı, düşünmeden hızla alınmış kararların olmadığı bir hayat düzeni kurmuştu kendisine. Ama ne yaparsanız yapın, ne kadar kontrollü olursanız olun hikâyenizde mutlaka sürpriz bir gelişme oluyordu. Mayıs’la tesadüfler eseri tanışmamış mıydı? Hesapsızlığın, beklentisizliğin ortasında güzel bir gün geçirmişlerdi. Peki, o günden sonra onu neden hiç aramamıştı? Mart’a göre o anı güzel kılan şey; bir daha tekrarlanmayacak olmasındaydı. Mayıs’ı arasa, onu görmek için İstanbul’a gitse ne olurdu mesela? Mart, bu ihtimali sıklıkla düşünüyordu. Mayıs’a karşı bir şeyler hissetmişti doğruya doğru ama kafasındaki tüm ihtimaller olumsuz sonlarla doluydu. Ondan uzak kalarak, hanesine yeni bir hayal kırıklığı öyküsü daha eklemek istemiyordu belki de. Zaten uzak mesafe, hızla azalan iletişimsizlik, onları farklı şehirlerde yaşayan iki insana dönüştürmüştü. Birbirlerinin anılarında yaşayan iki insana…
Perşembe günü, Mart her zaman olduğu gibi erkenden kalkmıştı. Evinin köşesindeki pastaneden peynirli poğaça almış, çay demlemişti. Bir taraftan poğaçasını yiyor diğer taraftan da telefonundan haberleri takip ediyordu. “Son Dakika! Ürkütücü gelişme!”, “Yeni zamlar kapıda”, “O meteor dünyaya çarpacak mı? Astrologlar yorumluyor”, – “Bir dakika dünyanın sonu mu geliyor lan yoksa! Bar için tabela siparişi vermiştim. İptal edeyim! Hay sıçayım böyle şeye, hep beni buluyor. Haberi tıkla, bir dolu slaydı geç. Hah, habere ulaşabildim. Çarpmıyormuş, teğet geçecekmiş. Astroloğa göre bu teğet geçme insanların hayatında büyük etkiler yaratacakmış.”- Haberler kötü, haber siteleri de site trafiği alabilmek için her numarayı çekecek kadar da açgözlüydü. Telefonunu kapattı. Kahvaltı masasını topladı. Kahve suyu koydu. Sarma sigarasından bir tane yaktı. Son tütün zamlarından sonra yıllardır vaz geçemediği kırmızı Malboro’sunu bırakıp George Karelias ve Oğulları marka tütününe geçmişti. 1888 yılında Yunanistan’ın Kalamata kentinde üretime başlayan Akropolis logolu bu tütün yıllardır, sarma sigara üşengeçliği olmayanların vazgeçilmeziydi. Tütün zammıyla beraber ise görece uygun fiyatı nedeniyle tüm tiryakilerin hayatını kurtarmıştı. Sigarasını yakıp, pencerenin yanına geldi. Hava berbattı. Gökyüzünün üzeri gri bir halıyla örtülmüş gibiydi. Böyle havalar Ankara’da yaşayan birçok insanda “Her şeyi bırakıp, gidip Ege sahiline yerleşeceksin” hissi yaratırdı. Mart da sevimsiz çatıları, yapraksız ağaçları, soğuk havayı düşününce, burada zamanını boşa harcadığını düşündü. Ama bu kaçış düşüncesi kısa sürdü. Sıkıntı gitmek için bir bahane değildi. İnsan yaşadığı yeri terk etmeye karar verdiye sahici nedeni olmalıydı.
Sigarasını söndürdü, kahve hazırdı. Kahvesini aldı bir sigara daha yaktı. CD’lerin arasından Miles Davis Kind of Blue albümünü çıkardı. Emektar müzik aletini çalıştırdı, hoparlörü açtı. Hoparlörden cızırtılı bir ses geldi, CD’yi taktı. Miles Davis evin içindeki sessizliği bozdu. Sigarasını söndürüp, tıraş oldu, giyeceklerini hazırladı. Siyah ceket ve aynı renkteki boğazlı kazak ve pantolonu yatağın üzerine koydu. Pantolonun ütüsünü kontrol etti. Rock bar işleten biri olarak fazla resmi giyim tarzı vardı, farkındaydı; 30’undan sonra hayran olduğu Leonard Cohen, Nick Cave, Humphery Bogart gibi giyinmeye karar vermişti. Elinde sigarası, üzerinde şık takım elbiseleriyle ironiyle, ciddiyet arası bir yüz ifadesiyle Ankara Beyefendisi kılığında dolaşacaktı. Ailesi de onu kibar, nazik ve güzel giyinmesi yönünde her daim yol gösterici olmuştu. Kibarlık, nezaket ve sakinlik onun en karakteristik özelliğiydi. İnsanlara karşı mesafesi vardı ama asla kabalık etmezdi.
Hayatı her daim bu denli saygı sınırları içerisinde kalmamıştı elbette. Üniversite zamanı heavy-metal’le yakın hasbihal içindeydi, saçları uzundu, ağırlıklı olarak kot pantolon, t-shirt giyiyordu. Bu dönemde aileye ilk isyan bayrağı açılmış, askerlik şubesinden hallice öğrenci evlerinde şuursuz alkol denemeleri, fabrika bacası gibi sigara içme, Hayri Kaset’ten alınmış Metallica Black Album, Slayer Raining Blood albümlerini saatlerce dinleme, albümlerden alınan gazla gitara başlayıp sadece Nothing Else Matters’ın girişinin çalınabildiği başarısız gitar çalma girişimleri, sebebi bugün bile hatırlanmayacak nedenler yüzünden kavgalar edilmişti. Sonra birden uzatmalı ergenliğinin bittiğini farkına varıp hem metalden hem de bu giyim tarzından uzaklaşmıştı. Metalcilik günleri ancak arkadaşlarıyla bir araya gelince hatırlanacak anılar geçidi olarak kalmıştı.
Artık işe gitmeye hazırdı. Mart’ın evinden barına doğru yürüdüğü istikamet şöyleydi: Evinin olduğu Meneviş Sokak’tan çıkış, Güvenlik Caddesi’ne geliş. Cadde boyunca sağlı sollu sıralanmış pastaneleri, üçüncü nesil kahve dükkânlarını geride bırakma, yol üstünde sigara yakma molası verme, Meclis Parkı’na varış, her seferinde farklı tonlarda öten kuş seslerini dinleme, ağaç dallarında havalı bir şekilde kanatlarını açmış papağanlara bakma, Meclis önündeki “Şoför en asil duyguların insanıdır” sözünün yer aldığı taksi durağının yanından dümdüz yürüyüp, otobüs durağı önü egzoz kirliliğini, insan kalabalığını, hatalı sinyal, ani fren yapan araçlarının birbirleriyle kavgalarını da geçip Kızılay’a gelme. Dolmuş durağını, İngilizce dil eğitimi tabelalarının asıldığı üst geçitlerin, neden yapıldığına dair ikna edici bir yanıtı olmayan Kızılay AVM’den sonra Sakarya Caddesi’ne geliş. Ellerinde deste deste dövizlerle, seyyar döviz bozdurucuları, dönercileri, balıkçıları, çiçekçileri, son ses tüm Sakarya Caddesi’ne kötü Türkçe Pop müziği dinletip, parlayıp sönen LED ekranlarıyla da insan üzerinde LSD etkisi yaratan telefon borsacılarını, simitçileri ve son olarak hem bar hem ganyan bayii olarak kullanılan birahanelerin ardından Little Wing’e geliş.
Mart, Sakarya Caddesi’ne geldiğinde Sakarya Caddesi her zaman olduğu gibi akşamdan kalmaydı. Caddenin atmosfer yüzeyi anason, nikotin ve ızgara kokusuyla kaplanmıştı. Yeni, yeni açılmaya başlayan barların içerisinden dışarıya hayal kırıklıkları, kaldırım taşları üzerinde terk edilmiş bira şişeleri, Türkü Bar girişlerinde ise dün gece çekilen halay izleri silik bir şekilde duruyordu. Hava çok soğuktu. Takvimler Ankara Ayazı denilen, kentin buzdolabına döndüğü, yazcıların keder, kışcıların ise soğuktan mutlu olduğu o dönemi gösteriyordu. Mart, ellerini soğuktan ovuşturarak barın önüne geldiğinde, barın girişinde bir adamın içeriye girmeye hazırlandığını fark etti. Mart, Adamın henüz öğlen bile olmamışken bara geldiğine, derdi büyük olmalı diye düşündü. İçeriye ikisi de aynı anda girdiler. Adam doğrudan Vardım Turizm yazıhanesine doğru yürüdü. Yazıhanenin açık kapısından işitilen seslere göre de ertesi gün saat 15.00’e Afyon’a tek kişilik bir bilet alıp, geldiği yönden tekrardan dışarı çıktı. Mart, barın içerisinde bir yazıhane olmasına bir türlü alışamamıştı. Canı sıkıldı, paltosunu yavaşça çıkardı, portmantoya astı. Yazıhaneci faturaları düzenledikten sonra sigara molası için dışarı çıktı. Yazıhanecinin adı Adem’di. Hiç konuşmazdı. Varlığı yokluğu birdi. Beş yıla aşkın burada çalışmasına rağmen bir kere bile barda oturmamıştı. Ortamdan rahatsız oluyor muydu, çalan müziği seviyor muydu, nerede oturur, boş zamanlarda neler yapar hiç bilinmezdi. Burada unutulmuş bir tarihin ortasında devir daim bir hayatın içerisinde dönüp duruyordu. Adem, dışarı çıktı. Mart’la karşılıklı “Günaydınlaştılar”. Adem uykulu gözlerler etrafına bakınıyordu. Uykulu gözler, gömleği arkasından çıkmış muavin kostümüyle uzaktan Bulutsuzluk Özlemi’nin Güneye Giderken parçasındaki muavini andırıyordu. Barın içerisinde karşılaşmış iki yabancı gibi durmamak için Mart, ona işlerinin nasıl gittiğini sordu. Adem, uyuşuk bir ses tonuyla, “Çok şükür fena değil.” diye yanıtladı. Sonra da kollarını yana doğru açıp, esneyerek gerildi. “Sizin işler nasıl? Arada camın ardından görüyorum bir hareketlik var gibi.”. Mart, sohbetin mekanik akışından ötürü kendini “Esnaflar Kulübü”’ndeymiş gibi hisseti. “Bizde de oluyor, bir şeyler” dedi. İkisi de replikleri önceden hazırlanmış bir sahneyi canlandırıyor gibiydiler. Sorular, yanıtlar, mimikler, sahneye giriş ve çıkış her şey hazırdı. Derine inmeden birer cümlelik konuşma balonuyla sohbetlerini tamamladılar. Geriye sessizlik kaldı. Mekânın içerisindeki bu tuhaf duruma ikisi de alışmıştı aslında. Bugüne kadar birbirlerinden hiç şikâyet etmemişlerdi. Adem, soğuktan rahatsız oldu “Hava tam ayaz. Ben içeri geçeyim” dedi. Bilinmezliklerle dolu dünyasını sığdırdığı yazıhanesine döndü.
Etafı yine sessizlik kapladı. Mart, sessizlikten hiç hoşlanmazdı. Hemen barın arkasına geçti, Spotfiy’dan Joe Bonamassa’nın son albümü açtı. O sırada aşağı katı paspaslayan Bora, elinde kovayla yukarı çıktı. Mart bir günaydın da ona yolladı. Bora da aynı şekilde yanıt verdi. Kovayı temizlik malzemelerinin olduğu kısma bıraktı, ellerini yıkadı. Mart’ın yanına geldi. Havanın soğukluğundan, kar yağsa ayazın kırılacağından, Galatasaray’ın son durumundan, forvet yetersizliğinden, kötü yönetim anlayışından, olası hoca değişikliğinden, yeni sezon planından ve final haftası yaklaşan Bora’nın izin günleri üzerine konuştular. Perşembe günleri bar sakin olurdu; Mart, sakin zamanlarda barın eksiklerini not eder, şarkı listesini tazeler, şayet okuduğu bir kitap varsa onu bititirdi. Mart da bu Perşembe’yi de bu şekilde planlamıştı. Mayıs’ın çevirdiği romanı okuyacak, tabela yenilenmesi, duvarlara asılacak yeni posterler üzerine çalışacaktı. Bu sırada kapı aralandı hoş gülümsemesi, mor beresi ve soğuktan yanakları kızarmış Aslı önden, üzerinde parkası, uzun sakalları, ciddi yüz ifadesiyle Adil bara giriş yaptı. Aslı ve Adil iki zıt duygu durumunu taşıyor gibiydiler. Sanki yol boyu Aslı konuşmuş, hikayeler anlatmış Adil de öylece dinlemiş gibiydi. Aslı mutfağın şefiydi. Her daim güler yüzlüydü kimseye bağırdığı görülmemişti. Adil ise tam tersiydi. Yürüyen barut fıçısıydı, kolay sinirlenir ve küfür konusunda lugatı genişti. Barın kumandası Adil’deydi. Az bilinen kokteyler hep onun elinden çıkmaydı. Bu içkiler hafta sonu müşterilerinin vazgeçilmeziydi. Bar içi toplu günaydınlaşması da onlarla yapıldı.
Perşembe’den beklenildiği üzere, öğle yemeği saatindeki hareketlenme haricinde bar sakindi. Barın içerisinde dersi erken biten öğrenciler, öpüşme için bahane aramayan sevgililer, işten erken kaçan beyaz yakalılar, yalnızlıklarına varoluşsal bir yanıt arayanlar kalmıştı sadece. Bu müşteri profili, çok fazla bira içip, patates kızartması yemeleriyle meşhurdular. Mekân, müzik ve dünyayla doğrudan bir ilişkileri yoktu. Bulundukları yerden buraya tesadüfen ışınlanmış gibilerdi. Zamansız ve mekansızdılar. Mekân işletmecilerinin için “ölü saat” olarak da tarif edilen bu zaman aralığında ani sigara baskınları da olmadığı için barın içerisinde sigara içme serbestliği vardı. Bora atmosfer yüzeyi nikotinle dolunca, tenteyi açıp nikotini temiz havayla takas ediyordu.
Mart, kayıp zamanın içinde kaybolmuş müşterilerinin arasından teğet geçerek; sigara, kahve, iki masa arası voltası, kapı önünde beklemesi, simetrisi bozulmuş kül tablası, içki şişeleri ne varsa düzeltip, saati 15.00’e getirdi. Bu sırada buğulu camın ardından bile seçilen ensesine düşmüş gri saçları, ince top sakalı, kovboy çizmeleri ve peşine taktığı efkârlı bir sigara dumanıyla içeriye gitarist Kerim girdi. Kerim, namı değer King Kerim, Ankara’nın en kıdemli en idealist rock gitaristlerinden biriydi. Ne hayat tarzından, ne müzik anlayışından ne de dünya görüşünden asla vazgeçmemişti. Bu yüzden büyük saygı görürdü. Kimseye karşı eğilip, bükülmemişti, inat hikayesinin peşine takılmış gidiyordu. Kashmir isimli bir rock grubu vardı. Ağırlıklı olarak Led Zeppelin, Deep Purple, Dire Straits, Jimi Hendrix çalıyorlardı. Kerim, müzik ve yaşam tarzı olarak zamanın kronometresini durdurmuştu. “Abi, 1985 yılında Dire Straits Brothers in Arms albümüyle benim için müzik defteri kapandı. Orada kaldım ben” diyordu herkese. O da tıpkı Mart gibi alışkanlıklarına, takıntılarına sıkı sıkıya bağlıydı. Gerekmedikçe Ankara’dan çıkmıyordu. 30’lu yaşların başında İstanbul’da yaşamıştı. O dönemin meşhur gruplarından Mor Külhani’de çalmıştı. İlk eşiyle de orada tanışıp, evlenmişti. Kısa bir süre sonra da hem eşinden hem İstanbul’dan boşanıp Ankara’ya dönmüştü. “İstanbul’un havası bana ters geliyor abi. Daral geliyor, yapamıyorum oralarda” demişti. Hayatının ikinci Ankara döneminde bar müzisyenliğine ağırlık vermiş, yeniden evlenmişti. 2010 yılından itibaren başlayan kentsel ve mekânsal dönüşüm canlı müzik kültürüne ağır darbe indirmiş, Kerim’in yaptığı müzik demode olmuş, barlarda çalamaz hale gelmişti. Bu arada ikinci eşinden de boşanmış, Mart’ın barı ve birkaç yer haricinde de müzik yapamıyordu. Hayalleri her geçen yıl ufalıyordu, hep savunma halindeydi. Müziği toptan bırakmak için kaçınılmaz sonu bekliyor gibiydi…
Ankara’da hayatı basitti. Tüm gün evinde saatlerce gitar çalıyordu, arada da arkadaşlarıyla buluşuyordu. Plakçı Kaan’ı ziyaret edip, müzik konuşuyor, plak topluyordu. Dışarıdan hep aynı günü yaşıyormuş gibi görünüyordu. Belki de bu yüzden Mart’la bu kadar iyi anlaşıyordu. Grubuyla her Cumartesi Little Wing’e de çıkıyordu. Grubun vokalisti Turhan askere gittiği için, şimdilik programa ara vermişlerdi.
Kovboy çizmelerinin sesi her daim ondan bir adım önde gelen Kerim, bardan içeri Sergio Leone filmlerinden birinden çıkmış gibiydi. Yolda söndürdüğü sigarasının dumanın kokusu montunun üzerine sinmişti. Mart, onu görünce mutlu oldu, yanın gitti sarıldılar. Kashmir programa ara verdiğinden beri doğru dürüst görüşmemişlerdi. Kerim, onun için sadece barında müzik yapan bir gitarist değil aynı zamanda ona zorlu zamanlarda yol gösteren, akıl veren bir ağabeydi. Boş masalardan birine oturdular. Sarma sigaralarını ateşlediler. Genelden özele doğru konuşmaya başladılar. Kerim, hemen yurtdışından sipariş verdiği pedalları, gitar tellerini anlattı. Mart da ona Joe Bonamassa’nın son albümünü ve keşfettiği yeni gitaristleri anlattı. Kerim, sohbetin bir yerinde “Hadi, Kıtır’a gidelim. Sana da değişiklik olur” dedi. Artık sizin de iyi bildiğiniz gibi rutinin dışına pek çıkmayan Mart, Kerim’le sohbet etmeyi özlediğinden mi yoksa bir an için ufak bir değişikliğin iyi geleceğini düşündüğünden midir, bilinmez hiç düşünmeden “Olur” dedi. Adil’e vaziyeti anlattı, idarenin kendisinde olduğunu, akşama döneceğini söyledi.
Mart ve Kıtır’a geldiğinde, gün boyu gökyüzünü gri bir halı gibi örten kara bulutlar dağıldı. Güneş kendini gösteremeye başladı. Kapı önündeki masalardan birine oturdular. Biralarını aldılar, gün içerisinde kaç tane içtiklerini unuttukları sigaralarından bir tane daha yaktılar, içeride Journey Don’t Stop Believing çalıyordu. Biraları tokuşturduktan sonra sohbete başladılar:
-E, görmeyeli neler yapıyorsun?
– Aynı Kerim abi. Bıraktığın gibiyim.
-Senle ben hep bıraktığımız gibiyiz lan zaten.
-Öyle abi. Ya bu içki zammı, sigara yasağı filan derken ekonomik olarak sallandık biraz ama gemi gidiyor şimdilik.
-Yahu, harbiden bira fiyatları ne olmuş be öyle! Vay arkadaş.
-Sorma abi. Çok değil beş sene önce kaça içiyorduk şunları. Şimdi dünya para; bu bar mar işleri Türkiye’de yapılacak iş değilmiş. Tadımız, tuzumu kalmadı.
-E, biz ne yapalım oğlum? Çaldığımız müziği artık kimse dinlemiyor, çalacak yer bulamıyoruz. Hayatımı ortaya koydum, takdir eden desen yok, bunca yıldır bu kadar emeğe ne kazandık dersen ortada bir bok da yok. Ama şimdi düşünüyorum memur olarak kalsaydım kafayı yerdim lan ben. İyi ki bu işi yapmışım da sürünüyorum. Kaliteli, idealist sürünme bizimki, hadi vur!
Arjantin bardaklar atmosferde çakışır. Dire Straits’den Brothers in Arms çalmaya başlar. Kerim hemen müziğe kulak kabarır, Mark Knopfler’ın solosunda yüzünde gülümseme oluşur.
-Doğru abi, takıntılarımız, tutkularımız olmasa hiç çekilmemiş bu hayat. Olduğu kadar be Kerim abi, eskisi kadar dert etmiyorum ben.
-En doğrusu oğlum, siktir et, ne olacaksa oluyor. Kahır ede, ede ömür gidiyor. Ama sana tavsiyem, arada çık şu Ankara’dan git başka yerlere, kafanı dinle. Bu şehir dibe çöküyor artık. Düzelmez de bak sana söyleyeyim. Ha, ben artık buranın bir parçasıyım. Çimentosuyum, buranın havası, suyu bana iyi geliyor. Bu yaştan sonra başka bir yerde de yapamam. Senin yaşın genç fırsatın var, düşün, taşın gidebilirsen git derim.
-Nereye gideyim abi? Bar var burada en başta. Mekancı olunca bir yere hareket edemiyorsun ki; Meslek desen yok. Bu yaştan sonra ne yaparım bilmiyorum ki?
-Sanat Tarihi okumadın mı sen? Git işte yap mesleğini, doktoraya filan başla. En kötü akademisyen olursun. Barcı olmaktan iyidir, ben sana söyleyeyim. Kafan rahat eder kafan!
-Abi, ne akademisyenliği bu memlekette. Baksana herkesi bir KHK’yla pat diye işinden ettiler.
-Lan illa ki burada mı yap diyorum. Bas git yurtdışına. Burası komple çöküyor, çürüme bir kere başladı mı durduramazsın. Ben sana söyleyeyim.
-Bilmiyorum abi, arada gitmek ağır basıyor ama başka bir yerde yeniden başlamak… Ne bileyim ya! İnsan korkuyor be, belirli yaştan sonra. Alışkanlıklarımızın müptelası olmuşuz. Sen niye döndün abi mesela İstanbul’dan? Var mıydı somut yanıtın?
-Vallaha, dönerek iyi mi ettim kötü mü ettim bilmiyorum. Tırstım galiba İstanbul’dan. Oranın tuhaf bir havası var. İnsan ilişkileri filan bana ters biraz. O soğuk profesyonellik bana göre değil abi. Beste yapma yeteneğim yok ama en azından sevdiğim müziği çalıyoruz. Karışan, eden yok. Orada her adımın, her nefesin denetim altında. Sikerler deyip, geldik buraya. Bir de biliyorsun İstanbul’da eş durumundan da lodos yedik. Evde de huzur yoktu. Filmlerdeki tek gitarı astım omzuma, tek bavulla döndük buraya. Ha, dersen ki neden ısrar etmedin apar topar kaçtın? Mağlubiyetin ağırını yaşamak istemedim sanırım. Yaşım da 32-33’dü manevra şansım azalmıştı. Bilindik sularda hiç değilse kafam rahat eder diye düşündüm. Ama ben seviyordum burayı. Ne bileyim, havası, suyu filan iyi geliyordu bana. Arkadaşlarım burada, geldim âşık oldum, yeniden evlendim. Gerçi onu da yürütemedik, o ayrı. Öyle güvenlikli alandı benim için, sıfır risk… Korkaklık belki de… Benim için gitmek de zor, kalmak da zor artık. Kendi vatanımda sürgünüm bir anlamda. Her yer uzak bana, her yer… Eskiden Sakarya Caddesi, Tunalı evim gibiydi. Şimdi yabancı bir yere gelmiş gibiyim. Mekânlar değişmiş, insanlar değişmiş. Zor hatırlıyorum bazı yerleri biliyor musun? Dediğim gibi ben bu şehrin çimentosuna karıştım artık. Düzenim bu, başka yerde de yapamam. Sana harbi bir tavsiye, git birine âşık ol bas git buradan. İnsan bazı şeylere tek başına cesaret edemiyor ama yanında biri varsa yapabileceğine inanıyor. Bir yere güzel kılan coğrafyası şu, bu değil ki, yanındaki insan.
-Kerim abi, ağır mevzulara girdik. Rakıya mı gitsek?
– Bırak şimdi rakıyı, doğru diyorum oğlum. Bak, sen de eski mevzularda takılıp kaldın. Unutamadın gitti o hatunu. Zamanı durdurdun güya ama zaman senden bağımsız akıyor. Bir bakmışsın benim yaşıma gelmişsin. Hayatının z raporunda artıları, eksileri tartıyorsun. Öyle olma, git birine âşık ol, sev yani… Bırak geçmişi.
Mart, bir an için ona Mayıs’tan bahsetmek istedi ama onu en son göreli aradan aylar geçmişti. Ne diyecekti ki Kerim’e? Ne anlatacaktı? O yüzden sustu, bir şey demedi. Güneş onların masasına dik açıyla düştü. Gökyüzü gün batımı kızıllığına dönmüştü. Kuğulu Park kalabalıktı, Kıtır’da boş masa kalmamıştı. Ayakta bira, kokoreç yiyenler etrafa doluşmaya başlamıştı. Tunalı’nın en güzel kadınları önlerinden geçiyordu. Rüzgârdan saçları uçuşanlar, hoş bir gülümsemeyle yürüyenler, telefonla konuşanlar, güzel gözlerine yansıyan ciddiyet ve düşünceyle adımlarını hızla atanlar… Uzun bir zaman önce Ankara Bar Blues Derneği tarafından “Ankara Bar Filofozu” olarak ilan edilen Kerim, “Bir hikâye anlamlı olacaksa kadınlarla olur” diye düşünüyordu.
Dire Straits parçaya devam ediyordu, ikisi de sessizleşmişti. Mark Knopfler söylüyordu: “There’s so many different worlds, So many different suns, And we have just one World, But we live in different ones”
Mart ve Kerim dünyayla kavgalı bir şekilde, tek celsede boşanmış gibiydiler. Her şeyi, dışarıdan izleyip duruyorlardı. Yaşam onlar için dibi gözükmeyen bir denizdi. Mart, belki biraz yüzse alışacaktı ama o sığ sularda takılmayı tercih ediyordu. Kerim artık hep sahildeydi. Denize uzaktı, karaya oturmuştu. Mart ise geçmişte yaşadıklarından sonra temkini elden bırakmıyordu. Esas mesele bir hikâyenin parçası olabilmekti. Bir yerden başlamak gerekiyordu. Ama Mart’ın hikâyesi yoktu. Mart, bir süredir yalnızdı. Belirli aralıklarla kısa süreli ilişkileri olmuştu ama yürütmemişti. Tek çocuktu yalnızlığında düşkündü, birisi hayatın pat diye girince tüm dünyası sarsılmış gibi hissediyordu. O kendi dünyasında kalmak istiyordu. Kadınlarla da ilişkisi iyiydi aslında. Dört halası, iki teyzesi vardı. Kadınlarla dolu bir evde büyümüştü. Onları iyi anladığını düşünüyordu. Mayıs mesela onun için güzel bir eve dönüş hikayelerinden biriydi ama o da uzak ihtimal olarak kalmış görünüyordu.
Yakın zamanda gök gürültülü sağanak yağışlı bir ilişkiden çıkmıştı. Fırtına henüz dinmemişti, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Kerim aşırı sarhoş oldukları, sesli harflerin yuvarlandığı, cümle kurmanın zorlaştığı bir gece bar filozofu kimliğiyle ona “Kendi dünyanı koru ama yeri geldi mi onu birisiyle paylaş. Zaman içe doğru çöküyor, önemli olan kendi zamanını sevdiğinle yeniden yaratmaktı” demişti. Doğru demişti belki de… Mart bir süredir her şeyden, herkesten sıkılmıştı; Ankara’dan, dönüp durduğu bir hayat döngüsünden, hep aynı şeyleri yapmaktan… Yeni bir başlangıç yapmak için cesareti yoktu. Hayata temas etse, her şey üzerine yıkılacak gibi hissediyordu. Adını koyalım, Mart bok gibi korkuyordu hayattan. Ondan köşe bucak saklanıyordu.
Güvenli sularda olunca, en azından mağlubiyet yüzü görmüyordu. İstikrarlı beraberlikler alıp duruyordu. Gençlerbirliği gibiydi her sezonu 8. Sırada bitiriyordu. Sezona fırtına gibi başlamıyor, Türkiye Kupası’ndan erkenden eleniyor, sezon sonunu rahat bir şekilde geçirmek istiyordu. Taraftar baskısı yoktu, bir iddiası yoktu. Beklentisiz, öyle akıp gidiyordu. Hayat böyle de yaşanabilirdi hiç şüphesiz ama bir noktadan sonra her şey manasızlaşıyordu. Yalnızlık insanı özgürleştiriyor, bir tarafıyla cesur kılıyordu. Kimseye ihtiyacım olmadan her şeyin üstünden gelebilirim hissi veriyordu. Lakin bu özgürlük hissi de aidiyet duygusunu zedeliyor; özgürlük prangaya dönüşüyor. Aidiyet önemli birine, bir şeylere…
edebiyathaber. net (15 Ocak 2022)