Bildiğimi biliyor mu?
Sağ ayakla sekerek bir,iki,üç. Ayakları aç dörtle beşe aynı anda zıpla. Altı-yedi geriye dön. Dört-beş çift ayak. Üç-iki-bir sek-sek-sek. Kuyudan söğüde, söğütten kuyuya-kurtuluşa kadar. Sabah kalkınca ilk işim ve gün boyu ara-ara, akşam eve girmeden hemen önce. Seke-seke hayatımın ritminde.
Dayı ayda bir kasabaya götürüyor beni. Saatlerce yürüyoruz kasabaya ulaşmak için. Önce çocuk parkı, sonra pazar ve bakkal. Parktaki çocukların üstü başı benimki kadar eski değil. Yine de beni hemen alıyorlar aralarına. Çocukların yürekleri geniş henüz, öcülerden başka kötü bilmiyorlar. Ben de bilmiyorum.
– Adın ne? diyor sarı saçlı olan, kaydırağın yanında.
– …
– Nerede oturuyorsun?
Dağın ardını gösteriyorum.
– Bizim okula gelsen arkadaş oluruz, derken biri “Ali” diye sesleniyor. Onun adını böyle öğreniyorum. El sallayıp koşarak gidiyor sesin geldiği tarafa. Ali bir ateş böceği sanki.
Anılarım bulanık. Anne hasta. Anne üzgün. Anne hep üzgün, anne hep hasta. Anne hep ada çayı kokuyor. Dalgakırana kadar koşuyorum. Denizde kimse yok. Ufukta kimse yok. Vadide, ormanda kimse yok. Evim orada; sahipsiz ,kimsesiz, eskimiş. Kırlangıçlar yuva yapmış saçaklarına. Yaklaşınca bir kaç kuş havalanıyor. Bulutlar ev sahibi gibi kenara çekilince aydınlanıyor bahçe. Kuyu orada. İçinin karanlığı ve derinliği taşlarla kapalı. Salkım söğüdün dalları yol gösteriyor, yapraklar hışırdıyor, ağaçlar telaşlanıyor.
Bir çocuk ağlıyor durmadan. Hıçkırıklar kelimelerini paramparça ediyor. Kesik kesik ağlayışlar tavana çarpıp odanın ortasına düşüyor, çaresizlik odadaki üç beş eşyanın her noktasına sinmiş. “Annemi istiyorum” diye ağlıyor çocuk. Dayı da ağlıyor sarsıla sarsıla, birlikte ağlıyorlar.
Zaten hiç konuşmazdı benim annem. Sözcüksüz severdi beni. Gizli saklı severdi. Ama severdi. Yalnız gözlerindeki gölgenin anlamını çözemezdim. Zaten kendisi bir gölgeydi bu evde. Hepimiz gölgeydik bu dağ başında. Gölgeler diyarındaydık. Bütün gün sessiz sedasız kendine düşen işleri yapardı annem. Görünmez olurdu çoğu zaman. Sonra yaşadığı gibi sessiz sedasız öldü. Ölüm her neyse aldı onu benden. On üç yaşında, bir dağ başında, varlığını sonsuz sürgün gibi sürdüren ve beni sevip sevmediğini bir türlü anlayamadığım, yüzünün çarmıhına gerilmekten yorulduğum dayının yanında bırakarak beni.
Bildiğimi bilmiyor.
Çocuktum. Ali’nin okuluna gitmek istiyordum. Ellerine,ayaklarına, saçlarına kına yakan kadınların; durmadan çalışan kavruk adamların olduğu yerlerde yaşamak istiyordum. Başka çocuklarla oynamak istiyordum. Kuşlar,dalgalar, güneşin renk sektirme oyunları… Sonsuz gümüş mavisi hangi çocuğun hayal dünyasına kulaçlar attırmaz ki? Hem gitmek istiyordum hem kalmak.
Nereye gidecektim? Ali bana yardım eder miydi? Dayım beni bırakır mıydı? Uykularım unutuşa süzülebilir miydi?
Kerpiç duvarlar, bahçenin öbür ucunda ayak yolu, çitlerle ayrılmış sebzelik. Salkım söğüdün gölgesinde her gün bir dünya kurulur tahta parçalarıyla, bir yel gelir savururdu. Şimdi içimdeki son tortuları da üzerimdeki laneti de kuyuya döküp geldiğim yere döneceğim.
Bir, iki,üç sek-sek. Kuyudan söğüde, söğütten kuyuya. Dayı kuyunun başında. Dayı eğilmiş, kuyunun dibine bakıyor. Bildiğimi bilmiyor. Bilecek. Onun veremediği hükmü… Kim bilir… Anne hep hasta. Anne hep yaralı. Anne “dayı baban” dedi ölmeden önce. Dayı baba? Baba dayı? Kuyu çok derin.
edebiyathaber.net (6 Şubat 2022)