İçeriden bir ok gibi atılan mavi terlik, köhne ahırın kapısına kadar gitti. Palas pandıras dışarı fırlayan Ömer, gülerek başını tutuyordu. Ardından annesi elinde terlik, ağzında ‘babası kılıklı’ lafı ile kovalıyordu onu.
Güzel bir İlkbahar, Nisan ayı bitmek üzere. Kışın karını, soğuğunu arkasında bırakan ilkbahar, artık güneş doğuruyordu doğaya. Evlerin damlarına, elektrik direklerine ve ağaçların yeni yeni uyanan dallarına tüneyen kuşlar, bu tatlı sıcaklığın keyfini çıkartıyorlardı. Yeryüzü, kabuğunu değiştirmiş, yenilenmişti. Bulutsuz gökyüzünden masmavi kanat çırpışları yağıyordu. Bu kanat çırpışları yazın kavurucu sıcaklığında hantal birer gölgeye dönüşecekti oysaki. Avlunun bir köşesinde, kışın harıl harıl yanan sobaya girmekten son anda kurtulan tek tük odun parçaları sırıtmaktaydı. Hemen yanı başlarında da yonca balyaları uzanmaktaydı. Bahçedeki nar ağacının incecik dalları ilk çiçeklerini patlatmıştı. Dağlar, kışın üzerlerine kat kat örttükleri beyaz yorganları yavaş yavaş atmaktaydılar. Aziz Dede-Ömer`in dedesi-, avluda, rengi solmuş sandalyede, yetmiş küsur yıldır şahit olduğu doğanın bu muazzam değişimine bakmaktaydı. Avludaki kovalamacayı fark edince köh köh öksürdü. Babasını fark eden Ömer`in annesi apar topar içeri geçti. Avluyu gülücüklere boğan Ömer, hoplaya zıplaya arkadaşlarına katılmak üzere sokağın sonunda kayboldu.
Aziz Dede, titrek bir gölgeye benzeyen elleri ile tespih çekmeye başladı. Gözlerini dağların enginliğine dikerek derin bir nefes aldı. Köstekli saatine uzandı elleri, daha çok vakit vardı. Uzaklardan gürü gürül akan bir derenin hoyrat sesi geliyordu. Kuşlar, cıvıltıları ile ilkbaharın gelişini kutluyorlardı. Başka bir kutlama sesi de köyü inim inim inletmekteydi. Davul-zurna sesleri ilkbahardan önce gelmişti köye. Köy, sevinçli bir düğün telaşı kokuyordu.
Etrafına bakınırken, nerden estiği bilinmeyen acı bir hüzün gelip yüzüne yerleşiverdi. Nedenini hatırlamaya çalıştıkça ekşidi suratı. Sahi kaç zaman olmuştu? Hafızasındaki son diri kırıntılar ile zorladı kendini. Titreyerek ceketine yönelen elleri üç takvim yaprağı çıkardı. Kenarları eprimiş yaprakların üçü de aynı tarihi gösteriyordu. Yirmi yedisi Nisan`ın. En son yaprağı dün akşam koparmıştı. Elindeki takvim yapraklarına baktıkça yüzündeki acı daha da derinleşti. Eşini kaybedeli üç yıl olmuştu. Gülnaz`ı. Ellerindeki titrek gölgeler biraz daha çoğaldı. Aziz Dede, elindeki takvim yaprakları ile uzun bir süre kaldı öyle. Sokaktan geçen yaşlı baston tıkırtılarını işitti az sonra, hemen eski yerine koydu üç takvim yaprağı acısını. Bastonuna dayanarak sandalyesinden ağır ağır doğruldu, ahırın kapısında duran mavi terliği geçip camiye doğru giden baston tıkırtılarına karıştı.
Hatice- Ömer`in annesi- yarı uykulu gözlerle günlük işlerini bitirdikten sonra odanın ortasında durdu, kocasının duvarda asılı boynu bükük ceketine baktı, sonra pencerenin önündeki buğday sarısı mindere oturdu. Pencereden camiye gitmek için ayaklanan babasını görüyordu. Yıllar önce terk edilmiş eski, harap bir köye benziyordu. Babasının bu haline çok üzülüyordu, ama elinden de gelen bir şey yoktu. Annesini gene böyle güneşli bir günde kaybedince babasını da yanlarına almışlardı. Babası bastonuna dayanarak ağır adımlarla avludan çıktı. Bastonu tutan titrek elleri, yaşamın yabancısı oluyordu yavaş yavaş. Bir gölgeye ya da bir boşluğa dönüşecekti belki de. Babası sokağın sonunda kaybolunca avludaki nar ağacına takıldı gözleri. Nar ağacına tüneyen gri göbekli bir serçe havalanınca yeni patlayan çiçeklerden biri daha usulca yere süzüldü. İlkbahar gelmişti ama mevsim gene sonbahara dönüyordu Hatice için. Kocası sarp bir dağ köyünün yolunu tutmuştu on gün önce. Her bahar başı, bir köye çobanlık yapmak için gider, en az altı ay gelmezdi. Bu pencerenin önüne her oturduğunda, gözlerinden bir dağın bembeyaz yalnızlığı, bu yalnızlığın keskin soğuğu, dağın yamacında otlanmaya çalışan hayvanları ve hayvanların peşinden koşan kocası geçerdi.
Kocasının gidişi, ıslak bekleyişler bırakırdı ardında. Her gün saatlerce önünde oturduğu pencerede hasretten bir dağ birikiyordu. Kocası gidince her şey derin bir sessizliğin içine gömüyordu kafasını. Özlem, bir balyoz gibi çöreklenirdi boğazına, yutkunamazdı. Özlem, bazen duvarda asılı duran cekette gösterir kendini, bazen de kapının önünde sahibini bekleyen, eprimiş bir çift ayakkabıda titreşir dururdu. Hatice, içindeki sonbahara rağmen hep sabırla beklerdi gene de. Şimdi de aynısını yapacaktı. Derin bir nefes çekti içine, avludaki tavukları yemlemeye çıktı.
Akşam, köye serin bir hava iniyordu. Ömer, daha eve gelmemişti. Aziz Dede, akşam yemeğini yemiş, minderde çayını yudumluyordu düşünceli bir şekilde. Kara bir düşünce tütüyordu başından. Tespih tanelerini art arda değil de, aralarında uzun bir zaman bırakarak çekiyordu. Bu uzun arada ne düşündüğü de meçhuldü. Belki uzak ve küflü bir günahın kokusu düşmüştü aklına, ya da bir hatıranın ayak izlerini silmekle meşguldü yüreğinden.
‘’Takvim yapraklarını attım,’’ dedi birden. Aziz Dede`nin tuhaf bir şekilde söylediği bu cümle odanın her yanına dağıldıktan sonra hiç söylenmemiş gibi yitip gitti.
Pencerenin önünde Ömer`in yolunu gözleyen Hatice, kaç gündür ağzından tek kelime çıkmayan babasının konuştuğuna mı, yoksa takvim yapraklarını attığına mı şaşırsın bilemedi.
‘’Neden?’’ diyebildi zar zor duyulan bir sesle. Aziz Dede, yeryüzünde edeceği son cümleleri edecekmiş gibi toparlandı, derin bir nefes aldı, yavaşça aralanan dudaklarının arasından kelimeler döküldü.
‘’Bilmiyorum kızım, camiden çıkıp eve gelirken zınk diye durdum. Cebimden takvim yapraklarını çıkarıp yırttım aniden. Niye yaptım bilmiyorum, ama şu an anneni tekrar kaybetmiş gibi hissediyorum.’’
Sustu sonra, sonraki günlerde de. Elleri çaresizlik içinde deviniyordu. Gözleri sapsarı bir tedirginliğin kollarında kıvranıyordu. Ellerini göğsüne koydu, buza kesmiş bakışlarını minderin sarılığına çiviledi, uzun bir süre kaldı öyle. Hatice ne diyeceğini bilemedi. Bir huzursuzluğun içinde debelenip durdu. Babası için duyduğu endişe katmerleniyordu.
Derken Ömer, kapının önünde toz toprak içinde belirdi. Gülümseyerek annesine bakıyordu. Hatice, bir boşunalık içinde Ömer`i banyoya götürdü, ses çıkarmadan güzelce yıkadı. Bu akşam terliğin kafasına gelmediğine için için sevinen Ömer, gülmemek için ağzını iki eliyle kapatıyordu. Ömer, yemeğini yedikten sonra okul çantasından defterini çıkardı, ödevlerini yapmak için yüzükoyun uzandı.
Gece ilerledikçe evin her tarafına bir sessizlik sinmeye başladı. Ömer, defterinin üzerinde uyuyakalmıştı. Hatice, hemen yer yataklarını hazırladı. Babasının omzuna dokundu hafiften, derin bir uykudan uyanmış gibi sarsıldı. Derin bir acıyla baktı kızına, biraz kendine gelince yatağına girdi sonra. Hatice, yatağında iki büklüm olan babasına dolu dolu gözlerle baktı, kaygı ve acıyı tüm benliği ile hissediyordu, ama bu hislerin üstünde tarif edemediği başka tuhaf bir duygunun da bedenine yavaş yavaş nüfuz ettiğini anladı. Odanın ışığını kapatıp diğer odaya geçti. Ev, müthiş bir sessizlik içindeydi. Geceden çıt çıkmıyordu.
Hatice yatağına girdi, tavandaki merteklere dikti gözlerini. Yan odada uyuyan babasının hep yanında olmasını istiyordu, isterse hiç konuşmasın, isterse hep avludaki sandalyede otursun, ama olsun istiyordu. Babasının da günün birinde göçüp gideceği düşüncesi, Hatice`nin içini iyice kararttı. Bazı geceler yorganı başına çekip sessiz hıçkırıklar büyütürdü içinde. Akşamdan beri tuttuğu gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüp yastığa düşüyordu. Yorganı başına çekti az sonra. Bu gece, biraz daha büyüyecekti hıçkırıklar.
Kendisini uykunun kollarına yaşlı gözlerle bırakan Hatice, sokaktan geçen yorgun traktörün sesini işitmedi.
edebiyathaber.net (22 Şubat 2022)