Elindeki diviti hokkaya batıran Çolak Derviş, üstüne eğildiği sayfanın kopyasını yatsı ezanından önce çıkarmak için acele ediyordu. Titrek mum alevinden başka odada dikkatini dağıtabilecek hiçbir şey yoktu. Arada kapının dışından gelen sesleri ve cübbesinin eteğini sürüyüp geçen dervişlerin görülüp kaybolan gölgelerini saymazsa. Akşam aptesiyle duruyordu. Ezan okunur okunmaz dervişlerin arasına karışıp diğerleri ile birlikte şeyhinin arkasında saf tutacaktı. Yazmaya devam ettiği bir sırada “Her bir şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse yine senin için de öyle.” Sofistlerin en ünlü filozoflarından Protagoras’ın sözüne gelince durdu. Elindeki diviti gözlerini yazdığı son sözlerden ayırmadan abanoz ağacından yapılmış maktanın üzerine usulca bıraktı. Bir kaç defa okudu ve sonra çolak kolunu düşündü. Kimseye bir zararı olmayan kolu omzundan aşağı öylece cansız bir şekilde sarkıyordu. İnsanlara göre bir şey zarar vermiyorsa o iyiydi. Ama zararını görmediği bu kolun şimdiye kadar bir yararını da görmemişti. Bu kol onun için kötüydü. Acaba diğer insanlar işe yaramaz bu kolumla beni nasıl görüyorlar diye düşündü. Canı sıkılmıştı. Uzun süredir sol yanında uyuttuğu çolaklığı milattan önce yaşamış bir filozofun dudaklarının arasından çıkan bir cümleyle uyanmıştı. Daha vakit olmasına rağmen devam edecek gücü kendinde bulamadı. Mumu söndürdükten sonra arkasına bile bakmadan odasından çıktı
Namazı en arka safta en sonuncu olarak kıldı. Tek elini kulağına götürdüğünde, tek elini bağladığında ve tek eliyle secdeye gittiğinde sanki diğer eli olanca gücüyle kalbini sıkıyordu. Aklını bir türlü tırnaklarını kalbine geçiren çolak kolundan kurtarıp namaza verememişti. Tüm rekâtları diğerlerine görünmez iplerle bağlı bir kuklaymış gibi tamamladı. Sağ omzuna selam verdikten sonra kısa süre durakladıktan sonra sol omzuna selam verdi. ”Acaba benim de sol omzumda bir melek var mıdır? “ diye geçirdi içinden.
O gece şeyhinin sohbetini dinlemedi. Aklı çok uzaktaydı. İstanbul’da, imparatorluğun başkentindeydi. Enderun-ı Hümayun mektebinde hat konusunda devrin devlet adamlarına ders verirken hayal etti kendini. Üstelik çolakta değildi. Sağ elini arkasında -belinde- tuttuğu halde çolak eline beyaz tebeşiri alarak kara tahtaya Arap alfabesinin yirmi beşinci harfi olan Nun’u yazdı ve ardından “Nun velkalemi ve ma yesturune.” dedi. Kalem suresinin birinci ayetini okudu. Allah bu ayette “Nûn, an dolsun kâleme ve yazdıklarına” diyerek sizin bundan sonra tutacağınız ve yanınızdan ayırmayacağınız kalem üzerine yemin etmiştir. Kalemi ve yazdıklarını, ilimi, irfanı yüceltmiştir. Sizden öncekiler bu ayeti şiar edinip kalemi öyle işlemişler ki bu yüzden şu söz hasıl olmuştur. “Kur’ân Mekke’de nazil oldu Kahire’de okundu İstanbul’da yazıldı.” Öncekiler bu sanata hürmetlerinden kalem yongalarını çöpe atmayıp saklarlar, abdestsiz kalem tutmaz ve yazılı bir kâğıdı ayakaltında bulundurmazlarmış…”
Dervişler birer ikişer ayaklanıp kalkmasalardı sohbetin bittiğini fark etmeyecek, daldığı hayal âleminde ders vermeye devam edecekti. Yüzündeki tebessüm odasına çekilip yarım bıraktığı yazma işini görünce buharlaşıp gitti. Keçeden yapılma balköpüğü rengindeki haydariyesini sırtından çıkarıp kapının arkasına astı. Yün çoraplarını kenara koydu. Dili damağı kurumuştu, testiden demir tasa su doldurdu. Allah’ın adıyla üç yudumda içti. Her zaman olduğu gibi sağ omzunun üstüne yattı. Yün yastığa kafasını koyup sırtına da yün yorganı çekti. Uyumadan önce okuduğu sureleri duaları sırasıyla okuyup bitirdi. Bunları normalinden daha hızlı yaptı. Biran önce uyumak istiyordu. O son cümleyi keşke okumasaydım diye geçirdi içinden. Uyumak ve unutmak için elinden geleni yaptı. Sağından soluna döndü, iç çekti, yorganı üstünden attı. Hayalinde günah işlediği halde bile bir türlü o son cümleyi kafasından uzaklaştıramıyordu. ”En iyisi biraz okuyum. Gözlerim yorulursa belki uyurum.” diye düşündü. Ayağa kalktı. El yordamıyla kibriti buldu ve masanın üstündeki mumu yaktı. Karanlık oda aydınlandığında ilk gördüğü şey yine en son yazdığı o cümle oldu. Yataktan kalkarken aklında başka bir kitap vardı ama bu cümlenin devamını okumazsa içindeki ıstırabın yakasını bırakmayacağını fark etti. Kopyasını çıkarmak için aldığı kitabın bu geceden başlayarak bundan sonraki gecelerde de uykusunu kaçıracağını bilmeden okudu.
Çolak Derviş, namaz ve yemek dışında neredeyse odasından çıkmaz olmuştu. Yazı yazmayı ise tamamen bırakmıştı. Kitabı okudukça düşünüyor, düşündükçe uykuları kaçıyordu. Kendisini, çolak kolunu, yaşadığı bu yeri, dervişleri, şeyhini hatta yaratıcıyı akıl süzgecinden geçiriyor hepsinde de kusurlar, eksiklikler buluyordu. Uykusu, sorguladığı, şüpheyle yaklaştığı için kaçmıyordu. Hatta bunu yaptığı için içten içe kendisiyle gurur duyuyordu. Çünkü kitap, böyle yaptığı için onu üstün nitelikli olarak vasıflandırıyor, akıl yönünden diğerlerinden üstün tutuyordu. Asıl, Çolak Derviş’in uykularını kaçıran önceki düşünceleri, şeyhinin söyledikleriydi. Günlerdir kafasının içinde yeni öğrendiği bu şeylerle eski öğrendikleri arasında durdurulmaz bir savaş yaşanıyordu. Yine böyle bir savaşın ortasında kaldığı bir gün sohbet meclisinde şeyhinin dudaklarından şu sözler döküldü:
“ İnsan, hem siret hem de suretten meydana gelen bir varlıktır. Her görünen görüldüğü gibi değildir. Sanır mısınız ki gören gözdür.”
“Gören göz değilse nedir şeyhim? Değil midir ki ‘Her bir şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse yine senin için de öyle.’ Bu konuda yanılıyorsunuz. İnsan gözüyle görür. Görülmeyen şeylerden şüphe etmek gerekir.”
İçinde verdiği savaşın etkisiyle kılıç sallar gibi sağa sola sözcükler savurmuştu. Hali tavrı adeta kavga eder gibiydi. Onun bu sözlerini ve üslubunu edepsizlik olarak gören diğer tüm dervişler ondan tarafa doğru baktı. Herkesin kendisine bakmasından ilk defa rahatsız olmamıştı. Tüm dikkatleri çolak kolundan alıp aklının üstünlüğüne çektiğini düşünerek şeyhinin önünde vücudunu daha da dikleştirdi. Çolak Derviş’in ağzından çıkan sözlerin kaynağını bilen şeyhi onun içindeki savaşın farkına vardı.
“Allah yüce kitabı Kuran’ı Kerim’de şöyle buyurmuştur : “Nûn, andolsun kâleme ve yazdıklarına..” ve aynı surenin devamında der ki : “Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi daha iyi bilir. O, hidayete erenleri de daha iyi bilir…” “Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa size ait bir kitabınız var da (bu batıl hükümleri) ondan mı okuyorsunuz?
Şeyhinin söyledikleri karşısında dehşete kapılan Çolak Derviş’in başından aşağı adeta kaynar sular döküldü. Titreyen kendisi miydi yoksa altındaki taş zemin mi şuan bunu ayırt edecek durumda değildi. Hayali olan Enderun-ı Hümayun mektebinde hat konusunda verdiği ders geldi aklına. Şeyhi sanki o gün orada yanındaymışçasına söze kalem suresiyle başlamıştı. Ayrıca nasıl oluyorsa odasında herkesten gizli okuduğu kitaptan da haberi vardı.
“Göz dediğin şey birazcık et birazcık kan biraz da tuzlu sudan başka bir şey değildir. Ruh ve akıl olmadıktan sonra cam bilyeden daha değersizdir. Zamanla çürümeye, yok olmaya mahkûmdur. Biz gördüklerimizi aklımızla, ilmimizle, kudretimizle ölçer öyle değer veririz. Biz kimiz ki? Neyiz ki? Görüneni kendimizle sınırlandırıp şu çürüyecek olan gözümüzle tartalım. Ne demiştik “ İnsan, hem siret hem de suretten meydana gelen bir varlıktır.” Eğer bundan otuz yıl önce göz terazisiyle tartıp surete göre karar verseydik. İskeçeli Elanor perişan bir halde kucağındaki bebekle dergâhın kapısına gelip “Şeyh efendi bu bebek babasızdır. Bunun bir kolunda can yoktur benimse iki kolumda. Ben bu çocuğa bakamam” diyerek arkasını dönüp gittiğinde bizim de o bebeğe sırtımızı dönmemiz terazide ağır gelmeliydi. Ancak biz suretin de ötesinde bir siretin olduğunu bilerek o bebeğe hiç bir zaman şüpheyle yaklaşmadık ve ona arkamızı dönmedik.”
Şeyhi bu güne kadar ne annesinden ne de bu hikâyeden bahsetmişti. Çolak Derviş eğer şüpheciliğin karanlık sularına dalmış olmasaydı ölene kadar da söylemeye niyeti yoktu. Hayatı boyunca kullanmadığını sandığı çolak kolu ona bir kapıyı kapatıp başka bir kapıyı açmıştı. Yıllarca yanında taşıdığı bu cansız kolu aslında hiç de göründüğü gibi değildi. Söyledikleri karşısında ezilip büzülen Çolak Derviş, şeyhine karşı edepsizlik yaptığı için çok pişman oldu. Diğer dervişler çekilip şeyhiyle baş başa kalınca elini öpüp özür diledi. Destur isteyip başı önde olduğu halde geri geri huzurdan ayrıldı. Odasına dönünce her şeye baştan başlamanın kararını verdi. İlk iş olarak da karanlığına bir mum yaktı ve eline aldığı diviti hokkaya batırarak yeni başladığı sayfanın başına Arap alfabesinin ilk harfi olan “Elif’i” yazdı.
edebiyathaber.net (24 Şubat 2022)