Her gece çocuklarım uyur uyumaz yatmadan evvel az çok yazarım. Bilgisayarım, karalama defterim, renk renk kalemlerim ve başucumdan hiç eksik olmayan o kitaplar eşliğinde. Kulağımda Samvel Ayrapetyan’ın dinlemekten asla bıkmadığım o nefis melodileri. Gün boyu içimde toplaşan tüm kelimeler, kafamdaki yerini alır, dört gözle yazılmayı beklerler sanki. Taşıdıkları tüm duyguları öykümün içine tohum gibi serpiştirirler. Beraberlerinde öfke, hüzün, bazen de neşe ve mizah getirirler. Yazdıklarımın pek çoğu üstünde çok oynadığım için artık tat vermeyen sası hikâyeler olabilir, olsun benim için çok değerliler. Hikâyelerimde oluşan dilin havasını içime çeker, her nokta işaretinden sonra parmaklarımla tuşlara basarken elimi kaldırır, selam veririm bir sonraki cümleye. Hoş geldin…
Sen de hoş geldin Meryem, diyecekti ki parmakları birden zınk diye durdu, ne ki yazının en durulmaz yerinde. Hiçbir şey onu alıkoyamaz kolay beri. Gel gör ne zamandır kimseyle bir iki lafın belini kırmamış. Hem çok özlemiş şarabın kokusunu, kırmızısını, tadını… İçti mi hele sarhoş oldu mu, bütün hayaller zimmetine geçecek sanıyor adeta, bilmez miyim onu ben? O da buna güveniyor zaten. Hah, işte atladı arabasına gitti, başlasın artık malum kız gecesi…
En sevdiği üç arkadaşı: Didem, Deniz ve Aslı. Özlemle bir masanın etrafında konuşmaya başladılar. Tam güle güle ölecekken, sohbetin ortasına güm gibi bir geçmiş zaman ayrılığı düştü… Aaa bu bir aşk acısı, aaa bu yanık kokusu nerden geliyor derken küllendiğini düşündükleri bir alev alazlanıp bacayı sarmıştı bile. Nasıl gülerken sebebini sahibini bilmedilerse meselenin, ağlarken de sormadılar bu çekilen acı, bu aşk, bu ayrılık nedir, kimindir Allah’ını seversen diye. Toplaşıp ağlaştılar elbirliğiyle. Kiminse kimin, gözlerinin biraz nemlenmeye ihtiyacı vardı, o kadar…
Sonra bizim yazar hanımefendi sandalyesinden kalktı. Elini yüzünü temizledi. Arkadaşlarıyla vedalaştı. “İyi ki varsınız kızlar, sağ olun! Epeydir ne böyle güldüm ne böyle ağladım.” Arabasına atladı, evine döndü. İçeri girer girmez soyunup dökünmeden yazısının başına oturdu.
Hıh! Yazmadan yeren arkadaşım öyküden iyi anladığını göstermek için, sen bırak bu işleri yol yakınken resime yönel, kanımca onda daha başarılı olabilirsin, dedi bu gece. Ona kulak asar da yazmaktan vazgeçersem tüh suratıma tüh… Baksana zihnimin içinde yine aynı kurt! Her zamanki yerine kurulmuş, büyük emekle ince ince işlediğim güzelim öykümü kemiriyor. Hevesle dizdiğim cümleleri, vesveseyle içirttiği sigaralar gibi yere atıp atıp eziyor. Onun yergilerinden hızla tükenecek Meryem.
Bu da öykü mü şimdi? Olsun olsun bir çeşit günce. Yazacak bir meselen var anladık, ama ortada bir çatışma yok. Mekân hamam, belli. Peki ne anlatıyorsun, senden başka anlayan var mı meselenin özünü?
Aklı, Meryem’in pamuk ipliğine bağlı çalıştığı o hamamda kalmıştı. Nerede bu yer diye sordu soruşturdu. Bin kapıyı çaldı. Hepsini dertli bir kadın açtı. Sordu, sen misin aradığım? Hepsi bir ağız, “Ben,” dediler, “çocukluğumu babama, kadınlığımı kocama, insanlığımı bu doğduğum toprağa kurban verenim. Söyle, ne istersin sen bizden?” Korktu bir şey demeye. Ağzından sigara lafı çıktı bir… Sigara var mı sigara? Bir tane olsun lütfen!
Meryem elini cebine atıp ezik büzük bir paket çıkardı. Hayalindeki yok kapıyı bir adım kadar araladı yazar. O aralıktan ona baktı erkekler. Aralarına sızan dumanın içinden kimseye, hatta yazara bile anlatamadıklarının hikâyesi geçti halka halka… Sonra ağır pis bir koku yapıştı yazarın saçlarına. Hepsi o içtiği bir tek sigaradan. Sen bırakmamış mıydın, niye içtin şimdi o mereti yok yere? İçtim mi sahi? İçtiysem eğer, tüh suratıma tüh tüh…
Yazarın hemen önünde kerpiç duvarlı bir bina. Kapıdan girer girmez yere kadar inmiş rengârenk boncuk bir perde. Elleriyle perdeyi araladığında parmaklarını kirleten o toz pislik. Temizlenmeden evvel iyicene kirlenmek lazım geliyor galiba. Bir hamama ilk kez mi giriyorum sanki? Neden bu tuhaf korku? Orada beni bekleyen ne olabilir?
Meryem’in dediğine göre burası herkesin giremeyeceği mahrem bir yer. Şapşal, ben bir kadınım. Kadının kadına karşı mahrem sınırı mı olur? Oluyormuş meğer, hem de diz kapağı ile göbek arasıymış o mahrem mahallisi dedikleri. Elindeki peştamali uzatıyor, sen bilmezsin örtünmeyi yine de ört şunu, diyor. Alıp tüm çıplaklığımı örtüyorum. Bir peştamal örtüyor yani senin tüm çıplaklığını… Öyleyse kolay, ama ben seni kat kat esvabın altından açık seçik görmedim mi Meryem?
Karşısında karman çorban bir şey oluyor Meryem. Bir doğmuş anadan üryan, bir ölmüş kefene sarılacak, bir bakıyorsun ki çelik gibi zırhtan örtülü direniyor, ama yine çıplak. Neyse ki verdiği peştamali giyiyor bizim yazar. Büyük büyük kitapların dediğine göre artık avret mahalli sınırları içinde. Meraklı bakışlarla etrafını süzüyor.
Hamamın duvarlarının taşları sökülmüş, şehrin tüm kiri pisliği o boşluklara yapışmış sanki; hayatlar ucuz, kadınlar gizli… Kirli ağızlardaki tek tük dişler, duvarda bir başına kalmış karoları anıştırıyor. Kadınların ağzında anlatılmayı bekleyen hikâyeler tutuk, ifadeler kusurlu, eksik, yalan yanlış, söylesem mi söylemesem mi diye kaç yanak boşluğunda tıngır mıngır takılıyor kelimeler… Sanki hiçbir zaman dile gelmeyecekler. Dillerine de ağu mu bulaşmış bu kadınların ne?
O yaşıma kadar, gözümün bir şekilde değdiği tüm kıvrımlı kadın kalçaları, irili ufaklı popoları, kıllı tüysüz, nemli kuru apış araları bir bir hatırıma gelince, kendi kendime, bu zamana değin günaha mı girdim yok yere, diye hayıflandım. Günah, günaha girdin, onları da ortak ettin günahına. Ettiysem tüh suratıma tüh tüh …
Sonra döndü bana, bak sana anlattıklarımdan sonra ne yazarsan yaz sakın kara yazı yazma bana, O yazmış bir kere, sen yazma, dedi Meryem.
Rüya ile hülya yazarın sermayesidir kız. Hep dır dır söylenen o gerçeğe kanaat eden unutma ki uzun yol gidemez. Kısa yol gitmek isteyen kim? Yok ben iyisi mi bir rüyaya yatayım. Hülyalarda gezinmek pek iyi gelmedi bana. Belki uykumu aldıktan sonra aklımı başıma toplar yazarım.
Yazarken öylece uyuyup kalmışım uzandığım o asortik kanepede. Oh be aradığım hamam rüyamda! Üstümü başımı sıvayan o sıcak nemli havanın içinde titrerken buluyorum Meryem’i. Hem ne titremek… Zangır zangır. Titriyor mu sahi, bu sıcakta yahu nasıl olur? Ben bunları düşünür düşünmez aniden Meryem’in titremesi duruyor. Sanki içimden geçenleri seziyor. Yüksek elmacık kemiklerinin üzerinde dik bakışlarla beni sorguluyor. Çekik gözlerinden besbelli bir Hazara kızı. E tabii şehirdeki neredeyse tüm hamamları Hazaraların işlettiğini biliyorsun. Ben bilmeyeceğim de kim bilecek, az araştırmadım romanı yazarken.
Yine mi sen? Evet yine ben. Huyum kurusun inatçıyım aklıma koyduğumu yaparım. Seni yazacağım dedim ya, yazarım. Yazmazsam eğer tüh suratıma…
Vakit handiyse öğlen suları. Meryem sabahtan gelmiş sobayı yakmış, hamamın suyunu ısıtmış evvelden. Sonra başlamış kadınlar pıt pıt damlamaya hamama. Bir Afgani iki Afgani derken tam on iki Afgani bırakmışlar kızın avucuna. Ardından derisini değiştiren yılanlar gibi kıvrıla büküle soyunup atmışlar kıyafetlerini, tüm yüklerini, tümünü de emanet bırakmışlar Meryem’e. Yıkandıktan sonra tekrar dönüp, o terk etmeyi göze alamadıkları derilerini geçirecekler üzerlerine. Tam Nietzsche’nin dediği gibi kafalarını değiştirirlerse yaşayacaklar, aksi hâlde derilerini değiştirmeyen o yılanlar gibi tek tek ölecekler. Ama nerde o yürek bunlarda? Neyse ne konuşuyorum ben? Uzaktan davulun sesi hoş gelir tabii. Zaten hamamda bir gün nasıl geçer, böyle böyle işte… Sen kafanı değiştirecek misin peki? Öykünün sonunda göreceğiz. Değiştirmezsem tüh suratıma…
Önümde sıra sıra bölmeler, gördüklerimden sıkılmış halde birinden birine geçiyorum. Hepsi çırılçıplak kadınlar, garip bir boş vermişlik hissiyle ter içinde oturuyorlar. Bazılarının kucaklarında kızlı erkekli küçük çocuklar var. Havada beyaz sabun kokusu. Annesinin aşırıya kaçan ovuşturmasına dayanamayan ya da kaynar suyla yanan bir çocuğun tiz çığlığı yankılanıyor hamamda. O sesten kaçarcasına başka bir bölmeye geçiyor Meryem. Mahremin içinde, kendi mahremimi kaybetmiş gibiyim. Birden ücrada bir kapı tesadüf ediyor gözüme. Üstünde kocaman kalın kalın girilmez yazıyor. Gözümü karartıp kapıyı aralıyorum. Sırtı bana dönük iki genç kadın görüyorum. İkisi de çıplak, yan yana oturuyorlar. Birbirlerine hem çok yakın hem çok uzaklar sanki. Aralarındaki tuhaf çekim ilgimi cezbediyor. Hareketlerini izliyorum bir süre, o kadar güzel ve uyumlular ki. Gördüğüm manzaradaki tek biçimsiz şey, yer yer sökülmüş kirli karolar. Bir de kılları yerdeki taşlar gibi dökük kaba saba bir fırça. Kızlardan biri o fırçayı alıp diğerinin sırtını titizlikle ovalıyor. Birinin teni oldukça pürüzsüz ve güzel, memeleri diri, kalkık. Diğerininki ise yok denecek kadar küçük, büyümemiş. Kalça kıvrımı da sopa gibi dümdüz, yassı. Kıvrımları daha belirgin ve güzel olan dizlerini almış başının arasına öylece duruyor. Sıska, sopa gibi olan da usul usul onun sırtını ovalıyor. Ardından da kemik bir tarakla kızın uzun saçlarını tarıyor.
Öykü en zalim gerçektir, canı isterse doğurur, kafası atarsa kelimeden kelimeye vurur ya da önce bir cümle boyu yağlı kayış olur boynunu sarar, sonra savruk bir son tekmeyle nefesini alır. Sen ne yapacaksın? Ben bir şey yapmayacağım. Çok güzel gözüküyorlar.
Hem bu gördüğüm iki kadının mahremi. Mahrem yazılır mı? Yazarsam şayet tüh suratıma…
Uykusunda rahatsızlık veren bir şey görmüş olacak ki irkildi. Gözlerini açtı, su içmek için komodine uzandı. Başucundaki kitaplara baktı. Hepsi yazma yolculuğunda ona rehberlik edeceğine tek tek söz verdi. İç geçirerek tekrar yattı. Başının ucunda açık kalmış renkli kalemler rüyalarını boyadı. Kendi kendine konuştu. Uykusunda söylendi, artık ne gördüyse…
Bu geceden sonra yazmazsa gerçekten tüh suratına tüh, tüh…
edebiyathaber.net (6 Mart 2022)