Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Edebiyatçıların “şehir” ile kurduğu bağa dair sorularımızı derleyip toplamış, Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlamıştık. Köşemizin bu seferki misafiri Ercan Yılmaz oldu. Yılmaz, “Ben Bachelard gibi mutluluk mekânlarının düşünü yazıyorum. Mutluluk mekânlarında yazabiliyorum daha çok. Mekân kendini dayatıyor kalbime. Yazmasam deli olacağım diyorum, evet deli olacağım, yazıyorum.” diyor.
Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…) Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?
Sakarya’nın Geyve ilçesinde doğdum. İlimbey köyünde. Büyük dedelerimin kurduğu ilk köyün ismiyse İrşadiye. Ben İlim Bey ile Şiir Hanım’ın hikâyesini yaşıyorum. Sezai Karakoç ‘Geyve’nin gülleri’ demiş; ben o güllerden ‘gül’ koparıyorum.
Sonra Ada’ya geldik, kasaba ve köylerde hâlâ öyle derler: Ada. Tanpınar’ın Bursa’da Zaman’ı vardı da benim niçin Ada’da Zaman’ım olmasındı? Oldu. Kelimeleri sever gibi sevdim Ada’yı; burada bir gül gibi büyüttüm melankolimi.
Ve sonra Trabzon. İlkgençliğimin durağı. Benim heterotopyam oldu Trabzon. Varlıktan yokluğa, Söz’den Dil’e, rüyâdan hayâle geçiş mekânım… Yeryüzünde şairane barınmayı orada öğrendim.
Mardin’de kalbimi altın döven bir çekiç gibi hissettim; Konya’da nûra gark oldum; Amasya’da içimdeki kitapların küllerini nehre savurdum; Bodrum Yahşi’de Ustam’ın ve ‘afacan’ bir şairin arafında kalbimi yeniden yazdım; Edirne’de Hacı Bayram-ı Velî’nin kürsüsüne gül bıraktım; Hatay’da çançiçekleri gibi açtım; Prizren’de Sûzî Çelebi’nin rahlesini öptüm; St. Petersburg’da bembeyaz geceler yaşadım…
Diliniz, hangi (ş/n)ehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karadeniz’in kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Sakarya Nehri, Yeşilırmak ve Neva Nehri. Bir tuhaf teslis. İlkinde ben, ailem ve arkadaşlarım; ikincisinde ben, ‘Tarçın’ ve ‘Gül’; üçüncüsünde ben, Ustam ve dostlarım. Teslis içinde teslis. Ortasından nehir geçen şehirler bana hatt-ı istivayı hatırlatır:
Fatih Usluer, o müstesna Hurufilik kitabının Hatt-ı İstiva bölümünde Fazlullah’tan bir cümle naklediyor: “Zâhir âlemde, uykuda, hayalde, tasavvurda her ne varsa hepsi istiva hattıyla bölünmüştür. İstiva hattı olmayan hiçbir şey tasavvur ve hayal bile edilemez.” Hurufilerin çok sık gönderme yaptığı ‘istiva hattı’nı “bazı varlıklarda gözle görülür şekilde, bazılarında da gözle görülmediği halde tasavvurda mutlaka bulunan dikey bir çizgidir ve geçtiği şeyi iki eşit parçaya böler” şeklinde açıklıyor. Bu hususta Kur’an’dan “…göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık” (Enbiya 21:30); “Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden çiftleri yaratan Allah’ın şanı ne yücedir” (Yasin 36:36); “Şüphesiz ki taneleri ve çekirdekleri yaran Allah’tır” (En’âm 6:95) ayetlerini zikrederek Refi’î’nin ‘Beşâretnâme’sinden iki beyti alıntılıyor:
“Dâne bulsan k’onda olmaya bu hatt
Yaprağında oku rûşen bî-ğalat
Çiçeğinde kıl taleb tohmunda bul
Tâ bulasın kâf u nun sırrına yol”
Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?
Sakarya’da büyüdüm ben; ‘bir cücede boy attım’ şairin deyişiyle. Doğançay, Sapanca, İlimbey benim bellek mekânlarım. Doğançay’da Sakarya Nehri, Sapanca’da göl, İlimbey’de o küçük ırmak yüzümü ilk kez seyrettiğim aynalardı. Sapanca’da günbatımında çıktığımız bir sandal gezisi vardı ki hayatımın derkenarına zer mürekkeple yazılmıştır. Varolduğumu hissettiğim ilk andır o. Dönüp dönüp o anki Ercan Yılmaz’a bakıyorum ve onun gözünde batan güneşe. Sol gözümdeki sarışınlık o altın andan hatıra bana. “Gözlerinden sarışınlık getirir akşamlarıma” dizesini çok sonradan okudum Cenab’ın. Hep o gözleri aradım ben, akşamlarıma sarışınlık getiren…
İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok? (Pandemi öncesini düşünerek cevap verin lütfen;)
Sakarya’da ya da Adapazarı’nda benim muhayyilemi kışkırtan yerler var elbette. Biri maalesef başka bir şeye dönüştü: Çark Mesire. Sait Faik Sokak, Uzunçarşı, Gar, Orhan Camii, Kırkpınar, Taraklı, Karasu Yenimahalle, Doğançay, İlimbey, Alifuatpaşa, Geyve Hırka Köyü gibi bazı mekânlar bana hâlâ “Benim düşüncelerim yoktur, imgelerim vardır” dedirtebiliyor Octavio Paz gibi.
“Taraklı: Kalbimdeki Süveydâ” demişsiniz Taraklı’dan bahsederken bir kitabınızda. “Oldum olası küçük kasabalara meftunum. İçinden ırmak geçen, cânberâberi çınarlar olan, döngüsel zamanın henüz anlamını yitirmediği, çiçeğin biraz daha çiçek, kuşun biraz daha kuş olduğu küçük kasabalara…”
Kadim şehir/modern kent kavramları üzerine ne dersiniz bir edebiyatçı olarak? Edebiyat, neresinde bu kavramların en çok? Bu kavramlar edebiyatın neresinde?
Şehir beş duyu organımızın tümüyle kavradığımız, yaşadığımız şeylerin mekânıdır, doluluktur bir bakıma, kentse dâimâ bir eksik oluş… Ve artık bu eksik oluş şiirle de doluluğa erişebilecek durumda değil.
“Bellek Mekânı” başlıklı bir yazınızda, “Sapanca, bir ‘bellek mekânı’dır. Suyun anısındır. Yok’tan bir öncedir; Hiç’ten bir sonra… Onu, yani Sapanca’yı Cioran’ın ‘Burukluk’ kitabı eşliğinde okumak da mümkündür. Edip Cansever’in şiirleri eşliğinde de. Redon’un ‘kapalı gözler’iyle de bakabilirsiniz ona Caravaggio’nun Narkisos’unun gözleriyle de. Ama en çok Bachelard’ın ‘Su ve Düşler’ kitabıyla çıkarılır tadı Sapanca’nın, özüne öyle varılır, ruhu sessizce ve acıyla kavranır.” demişsiniz. “Mekân” kavramı olmadan şiir yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?
Ben Bachelard gibi mutluluk mekânlarının düşünü yazıyorum. Mutluluk mekânlarında yazabiliyorum daha çok. Mekân kendini dayatıyor kalbime. Yazmasam deli olacağım diyorum, evet deli olacağım, yazıyorum.
Adapazarı’nın Garı, minyatür tren, Ada Eskpresi, Melek Sineması, Aynalıkavak Meydanı, Tanyeri Kuru Kahveci, Necati Mert, Havuzlu Çarşı, Justiniaus Köprüsü, Sait Faik Sokak, Doğançay’ın güzü… Her şey, her yer, her isim o şehirde(n) bir imgeye mi dönüşüyor siz “yazarken”… Nedir bu kelimelerin iz düşümü sizdeki?
Mesele imge, evet. İmgelerle düşünüyorum ben. Ya da şöyle; düşünmüyorum, imgeliyorum. Bir imge ormanı benim için şehirler, kentler, kasabalar… Bir parsın ela gözlerinin peşinde dolaşıyorum, labirentte dolaşan yumak gibi. Çözüyor ve örüyorum. Kendime sadık kalmaya çalışıyorum.
Papini’nin Kaçan Ayna’sında yıllar sonra çocukluğunun şehrine gelip kendi ‘ben’iyle karşılaşan bir kahraman vardır. Yıllar önceki kendisiyle sohbet eder, daha fazla dayanamaz duyduklarına ve onu öldürür. Bense yıllar önceki ben’lerimle karşılaşmak ve onlarla çoğalarak yaşamak arzusundayım. Dile getiremediğim şey bu.
Bulunduğunuz şehrin haritasında “Hızır Sokak”, “Hoşgör Sokak”, “Sema Sokak”, “Mercan Sokak”, “Güzel Sokak” gibi isimleri de var sokakların. Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?
Şiirsellik sadece sokak isimlerinde kaldıysa, ki öyle galiba, söylenecek pek fazla söz yok demektir. ‘İnsan denen kıyamet’in koptuğunun resmidir. Tanyeri Kuru Kahveci’si vardır Sait Faik Sokak’ın hemen başında, üç nesildir orada dükkân. Bellek böyle bir şeydir. Sait Faik’i bile bilmeyenler hangi bellekten söz edebileceklerdir ki?
“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?
Necati Mert’in kapısını çalar ona ilk kitabım Âherli Zamanlar’dan ‘Keremali’ şiirini okurdum.
edebiyathaber.net (7 Mart 2022)