Taksi, sıkışık trafiğin içinde dura kalka ilerlerken, tanıdık bir görüntü yakalamaya çalışarak, hüzün, özlem ve heyecanla camdan dışarıyı izliyordum. Radyoda çalan o çok sevdiğim şarkı ise tüm duygularımı coşturan bir etkiyle kalp atışlarımı daha da hızlandırıyordu. Yirmi beş yıl olmuştu neredeyse. Bu küçük Anadolu şehrinin binaları, caddeleri değişmiş, şehrin belleğimdeki izinden eser kalmamıştı. Ama sokağımızın köşesindeki ahşap camiyi gördüğümde, eski bir tanıdıkla yıllar sonra karşılaşmış gibi sevindim. Karşısındaki simit fırınını aradı gözlerim. İsmi ve görünümü değişmiş olsa da oradaydı işte. Taksiyi durdurdum. Şarkı henüz bitmemişti, indim. Okul yolumuzun üstündeki bu fırın, bizim buluşma yerimiz olmuştu her zaman. Sabahları beni bu köşede bekler, aldığı simidin yarısını bana verirdi, okula birlikte yürürdük. İlkokulda gülümseme, ortaokulda endişe, lisede öfke yaratan arkadaşlığımız, mutluluk, aşk ve sadakatle hiç tökezlemeden yürümüştü; bizimle birlikte büyüyerek, güçlenerek. Ama daha ötesine geçemedik, önümüzde atalardan miras inanç farklılığından örülü koca bir duvar vardı ve ne kadar direndiysek, mücadele ettiysek de aşmaya gücümüz yetmemişti.
“Ben seviyorum Murat’ı, kendimi bildim bileli hep onu sevdim. Niye inanmıyorsunuz bize, niye ayırıyorsunuz? Ben başkasıyla olmaktansa ölürüm daha iyi!” diyerek ettiğim feryatlar, ailem tarafından tehditler, yasaklar, cezalarla karşılandı ve zorla kopartıldık. Ne haberleşebildik, ne kavuşabildik, ne unutabildik, ne de gerçekten ayrılabildik. Sadece yarım kaldık. Ben halamla İstanbul’a okula gönderildim, o da amcasının yanına yurtdışına çalışmaya.
Yıllar boyu tüm teklif, duygusal şantaj ve baskıları reddettim, yazgımla inatlaştım ve hayatıma kimseyi sokmadım. Onun da benden başka kimseyi sevemeyeceğine, kimseyle olmayacağına emin yaşadım.
Pastaneye dönüşen fırından bir simit alıp, bir de çay söyleyip, masalardan birine oturdum. Sokağı adımlamak, eski evimizi görmek, tanıdık birine rastlamak heyecanı ve gerginliği içindeydim. Lokmalar boğazımdan geçmiyordu. Simidin yarısını sarıp çantama koydum, çayımı bile bitirmeden kalktım, sokakta yürüdüm. Parke taşlar yerini asfalta bırakmış, yüksek apartmanlar, sokağın ışığını kesmişti. Artık ne neşeyle oynayan çocukların sesleri, ne de balkonlara asılı çamaşırlardan yayılan sabun kokusu vardı. Meraklı Müzeyyen Teyze’nin, oturduğu köşesinden sokağı dikizlediği cumbalı evinden de, Bakkal Hakkı’nın dükkânından da eser yoktu. Fallı sakızlar, renkli şekerlemeler, kokulu kalemler, silgiler, renkli mektup kâğıtları aldığımız, içerden hiç çıkmak istemediğimiz yerdi Hakkı Bakkal. O pembe kâğıtlara ne şiirler yazılmıştı zamanında; sonrasında bulunup, yok edilen sevgi dizeleri. Sevgi gibi ilahi bir duygunun bu kadar yoğun bir öfke ve nefret uyandırmasını hiç anlamamış, hiç kabullenememiştim. Biz iki masum çocuk sevmekten dolayı yargılanmış, ağır cezaya çarptırılmıştık.
“Meleğim sen üzülme, içini ferah tut. İkna edeceğiz, kendi yuvamızı kuracağız. Çocuklarımıza koşulsuz sevmeyi öğretecek, onları sevgiyle büyüteceğiz. Bak göreceksin, çok mutlu olacağız biz.” Kulaklarımdaki sesi taptazeydi. Acı tatlı tüm hatıralarım tozlu kefenlerinden sıyrılıp canlanıyordu adeta. Gözyaşlarımı zapt etmeye çalışarak, belleğimdeki çocukluk izlerini takip ediyordum adım adım. Bir emlakçı tabelası görünce dükkâna daldım. “İyi günler, eskiden bu sokakta Halim Bey’lerin oturduğu iki katlı bahçeli bir ev vardı. Yirmi beş yıl oldu gelmediğim. Sokak o kadar değişmiş ki, evimizin hangisi olduğunu çıkaramadım. Siz bilir misiniz evlerin eski hallerini, sakinlerini acaba?”
“Yok abla, biz beş yıldır buradayız, ama imam Hasan Efendi eskilerdendir, o bilir tahminimce. Camide yakalayabilirsiniz bu saatlerde.” diyen genç adama teşekkür ettim. Hatırlamıştım Hasan Hoca’yı. Mahallemizdeki caminin imamıydı o zamanlar. Aydınlık yüzlü, sevilen, sayılan bir din adamıydı. Hatta bizim mevzu büyüyüp, mahalleliye de yayılınca, her iki tarafla da konuşmuştu, ama onun uzlaştırıcı, yatıştırıcı öğütleri dahi ikna edememişti aile büyüklerini. Camiye yöneldim. Namaz vakti yaklaşıyordu. Bahçedeki yaşlıların arasında tanıdım kendisini. Yanaştım yanına: “Hasan Amca… Beni hatırladınız mı? Melek ben, Halim Bey’in kızı…Yirmi beş yıl öncesinden…” Yaşlı adam, çukura kaçmış mavi gözlerini kısıp, dikkatlice bakınca tanıdı beni, bir gülümseme yerleşti dudaklarına: “Melek kızım, hatırladım seni. Çok seneler geçti. O zamanlar lisedeydin değil mi? Üniversiteye diye gitmiştin. Nasılsın, ailen nasıl?”
“Evet Hasan amca, okudum, edebiyat öğretmeni oldum. Bizimkiler de benim peşimden göçmüşlerdi İstanbul’a hatırlarsan. Sonrasında da hiç gelemedim buralara. Beş yıl önce annemi, geçen yıl da babamı kaybettim. Sizlere ömür.”
“Allah rahmet eylesin. Allah taksiratlarını affetsin. Hatırlıyorum o günleri. Zor şeyler yaşadınız. Ben çabalamıştım düşmanlık olmasın, işler büyümesin diye. Ama elimden pek bir şey gelmedi. Sizler iyi çocuklardınız. Çok acımasız davrandılar, yazık ettiler ikinize de. Ama seni iyi gördüm Melek kızım.”
“Hayat işte Hasan Amca, akıp gidiyor bir şekilde. Bu taraflara yolum düşünce eski günleri yâd edeyim dedim ama her şey çok değişmiş, evimizi bile çıkaramadım.”
“Öyle kızım, binalar dönüştü, eski sakinlerden pek kimse kalmadı. Sadece benim gibi bir iki yaşlı. Sizin ev, altında şimdi kuaför olan apartman.” dedi.
“Ya Murat? Ondan haberin var mı Hasan amca?” titrek sesimle utanarak sorduğum bu soruyu beklermiş gibiydi yaşlı adam.
“Murat on sene önce döndü, babası ölünce. Evlerinin altındaki dükkanı kırtasiye olarak işletiyor.” deyiverdi bir çırpıda. Daha soracağım can alıcı sorular vardı ama konuşmamız yüksek perdeden bir ezan sesiyle yarım kaldı.
“Melek, seni gördüğüme çok sevindim kızım. Namaz vakti geldi, bana müsaade. Yine gel olmaz mı? Hadi Allah’a emanet ol” diyerek kalktı. “Siz de Hasan amca… Sağ olun, iyi günler”.
Murat’ın burada, bir sokak ötede olması fikriyle tüm vücudum ürpermişti. Ayaklarım, kilitlendiğim bir hedefe doğru başına buyruk yol alırken, başımın üstünde bir soru bulutu taşıyordum. Acaba hayatında kimse var mı? Aile kurdu mu? Bana duyguları çoktan bitti mi? Ne hissediyor? Beni karşısında görse tepkisi ne olur? Her şey için çok mu geç?
Artık eski haliyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan çocukluk evimin önünden geçerek arka sokağa döndüm, altında kırtasiye olan binaya doğru yaklaştığımda, heyecan, umut ve korku dolu bakışlarım tabelaya ilişti: “Melek Kırtasiye”. Şaşırdım, sevindim, ümitlendim, korktum. Duygularım Arap saçına döndü. Ne hissettiğimi ayırt edemiyordum artık. Kapısından, gençlerin, okul çocuklarının girip çıktığı kırtasiyenin vitrin camının arkasından içeri görmeye çalıştım. İnce uzun siluetli, kırlaşmış saçlı, o sıcacık gülüşüyle çocuklarla şakalaşan kişi Murat mıydı? Karşısına çıkmam, “Murat ben geldim” demem, aklımdaki soru butlunu dağıtmam için birkaç adım atmam yeterliydi. Cesaretim yoktu. Bayılacak gibiydim. Yoldan geçen ilk taksiyi çevirdim. O taksinin içinde tüm çocukluğumdan, duygularımdan, ihtimallerimden hızla uzaklaşırken radyoda çalan içli aşk şarkısı, akan gözyaşlarıma eşlik ediyordu. Taksi terminalin girişinde durduğunda “Bekleyelim biraz. Taksimetreyi kapatmayın şoför bey. Şarkı bitsin öyle…” dedim. Gözlerim kapalı, kulağımda Murat’ın, “Meleğim” diyen sesi, midemdeki gurultuya yanıt veren çantamdaki yarım simidin kokusu ve şarkının son notaları… Bu kez yarım kalmamalıydı hiçbir şey. Karar verdim.
“Beni, aldığınız yere geri götür müsünüz lütfen şoför bey!”
edebiyathaber.net (8 Mart 2022)