“Kafa kafaya verip ada sakinlerinin neden uzun ömürlü olduklarını araştırmışlardı. Onlar gibi uzun yaşamak istediklerinden değil, hayat böyle güzel, doğa bu kadar cömertken ölümü kabullenemediklerinden. Kavos Papas fenerinden günbatımlarını seyretmeye doyamamışlardı, birbirlerine doyamadıkları gibi.”
“Yaşlandı. Artık ne yapsa ne etse dalından koparıp yiyemez yasak meyveyi.”
Nedim Gürsel’in 1967 yılında Yeni Ufuklar dergisinde basılan ilk öyküsü, yolculuklar üzerineymiş. Usta yazarımız, geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni kitabının adını Son Yolcu olarak seçerken ilk öyküsüne göndermede bulunduğunu belirtiyor sözün bir yerinde. Son Yolcu’nun sayfaları, kahramanımız Deniz Çakır’ın Paris’teki evinde açılıyor. Paris’in bir yaz sabahında ufalanıp dağılan ekmek kırıntıları misali birer ikişer karşımıza çıkan hatıralarına dalıyoruz kahramanımızın.
“Ölüm korkusuyla yaşam coşkusu arasında sıkışıp kalmak…Ya da Paris’le İstanbul arasında. Bu ikilemi yaşıyordu epeydir.” diyor anlatıcımız, Deniz’le bizi tanıştırırken. Kahramanımız bir ayağının çukurda olduğu fikrine kapılıp tasalansa da yaşam coşkusunun tatlı soluğuyla dolup taşıyor. Arşa uzanmak istercesine bağlı hayata. Zira iki hafta kalacağı İstanbul’da, Fransız televizyonu adına kendi İstanbul’unu anlatacağı bir belgesel çekimine katılacak. Ama onu asıl heyecanlandıran şey sevgilisi Songül’le buluşacak olması.
Yaşama katılmak
Son Yolcu otobiyografik kurgusal bir metin. Öykünün şimdiki zamandaki sürekliliği üç bölümlemeden oluşan tek bir günü içeriyor: Deniz’in Paris’teki evinde geçen saatler, hava alanına uzanan taksi yolculuğu, havaalanı ve sonrasında İstanbul’a uçuş. Hikâye boyunca Deniz’in belleğine açılır, şimdiki zamanda ise onun eylemlerini takip ederiz. Bir bakıma da fotoğraf albümü sayfalarını karıştırır gibi oluruz. Zira Deniz’in başkalarıyla ilişkilerinden topladıklarımız geçmişte olan bitenlerle ilgilidir. Albümün içinde kentler vardır. Deniz Çakır’ın âşık olduğu, sevdalandığı kadınlar vardır. Annesi Emine, babası Derin, karısı Penelope, onun babası Yorgo vardır. Nedim Gürsel, anlatısında, geçmişine ve şimdiki zamandaki kendine bakarken dünyaya açılan bir dil kurar. Yazar çocukluğunun ilk yolculuğunu; Galatasaray Lisesi’ni, Paris’e nasıl yerleştiğini, seyahatlerini, Penelope ile tanışmasını, ilişkilerini anlatır. Öteki kadınlarla yaşadıklarını erotik yanlarıyla fakat şimdiki zamandaki sevgilisi Songül’ü sayısız yanlarıyla anlatır. Bireysel bir tarihçe oluşturan hatıralara, Deniz’in, politik düşünceleri ve eylemleri nedeniyle uğradığı kovuşturmalar, yerli- yabancı kimi yazarlara dair anekdotları; kapkara 6-7 Eylül Olayları, 33 Kurşun Katliamı yanı sıra kendi tanıklığıyla Bosna Savaşı gibi toplumsal travmalar da karışır. Üstelik zihnindeki bütün bu akışkanlıklara -uçak havadayken- İstanbul’da yapıp edeceklerine dair tasarıları, bir başka deyişle yakın gelecek tahayyülleri eklenir.
Deniz’in yaşamına yön veren/dünyasını alt üst eden/genişleten/ değiştiren atardamarları var: İstanbul, öteki kentler, aşkları. Bedensel görünümünün sunduğu güvenle, uyarılmaların hazzını yaşadığı anlara gidiyor anlatısında sıklıkla. Ve şimdi her şeyin nasıl da başkalaştığına. Geçip giden zamanın bedeni ele geçirişine, gençliğin kaybedilivermesine, kaçınamadığımız ölümün üzerimizde yol açtığı korkuya bakıyoruz oradan. Bireysel ve toplumsal yaraların/kırılganlıkların, hüznün, mutluluk anlarının, yitip gidenlerin, kaybolmaların, vedalaşmaların izleri sürekli çıkıyor karşımıza.
Gürsel kitabında kimi eserlerini de yâd ediyor. İlk Kadın, Allah’ın Kızları, Derin Anadolu, Boğazkesen, Atina’da Bir Ev, O Kış Saraybosna’da gibi pek çok yapıtını anıyor. Kimi eserlerinin izlerine bakıyor yazar, bize bıraktıklarına. Dile kolay, Nedim Gürsel’in elli kitabı yayımlanmış bugüne değin.
Anlatının olanakları
Gürsel’in Son Yolcu’da tercih ettiği üçüncü şahıs dili onun kendi “ben”ine/benliğine olabildiğince mesafelenebilmemize yarıyor. Gürsel bu yapıyı ikinci şahıs anlatımla da yakalayabilirdi belki ama o vakit kendi çekirdeğinin çekim alanından kurtulamayabilirdi. Böyle olunca da hınzırlığını, ele avuca sığmazlığını, fısıltılı itiraflarını açık edemeyebilir; tarih-mitoloji-şiir-görsel sanatlar vb. alanlara yayılan kapsayıcı söylemini bu ölçüde genişletemeyebilirdi. Ve usta yazar Paris’in, İstanbul’un, Diyarbakır’ın; heykellerin, bahçelerin, ırmakların; aşklarının, özlemlerinin, yaşlılığın içinden geçerken, bu geçişlere karışan hüznün şiirselliğini duyumsayamayabilirdik de. Nihayetinde şu da var: Deniz uçakta, kendi İstanbul’una dair belgesel çekimi notlarını karıştırırken bu notlar bize “ben” diliyle ulaşıyor ve İstanbul apayrı/öznel bir karaktere bürünerek diğer kentlerin arasından öylece sıyrılıveriyor.
Gitmek, kalmak
Deniz ile Penelope’nin beraberliklerinde heyecan, coşku, halden anlarlık, küçük sürprizler, birlikte yatıp kalkmalar kaybolmuş. Sarf edilen zorunlu sözcükler kalmış yalnız. Gürsel, Deniz’in mitolojik karakterlerden Odysseus’a benzediğini hatırlatır anlatısında. Penelope’si de tıpkı Odysseus’unki gibi onu beklemektedir. İkaria günlerinde sevmelere doyulamayan güzeller güzeli Penelope’nin bu bekleyişleri yalnızlığı içinde yinelenir durur. Çoktan toprağa karışan Emine’nin yerine de bekler gibidir Penelope.
Serüven duygusunun kıpır kıpırlığıyla her daim yeni başlangıçlara heveslenir Deniz. Uzak diyarlardayken Penelope’ye kavuşayım diye yanıp tutuşmak şöyle dursun onu aklına pek getirmez bile. Yokluğunda karısı ne edecek diye düşünüp tasalanmaz. Yine de bir bekleyenin olması bizim Odysseus’umuz için yatıştırıcıdır da. Zira dünyası ne derece meridyenlere ve paralellere bölünürse bölünsün her defasında Penelope’ye geri döner.
Peki kahramanımız bu defa uçaktan indiğinde nelerle karşılaşacaktır? İstanbul serüveninin dönüşü olacak mıdır? Bu soruların cevaplarını da Nedim Gürsel’in Son Yolcu’sunun peşine düşenlere bırakalım elbette.
Alıntılar (sırasıyla):
Son Yolcu, Gürsel, Nedim, Doğan Kitap, Mart 2022, 1.basım, syf. 66, 73, 18.
edebiyathaber.net (18 Mart 2022)