İlk kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu Sel Yayınları’ndan çıkan “Göçenlerin Ardı Kapı Duvar” isimli kitabıyla Ferhat Eroğlu.
“Her şeyin Muzaffer İzgü’nün Gecekondu’suyla başladığını hatırlıyorum.”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?
Kitaplarla ilk bağı ilköğretim yıllarını geçirdiğim okulun arkasındaki Yenimahalle Halk Kütüphanesine yapılan sınıf gezisiyle kurduğumu söyleyebilirim. O yaşlarda, yolu daha da kısaltmak için okulla kütüphaneyi birbirinden ayıran demir parmaklıkların arasından geçerek gittiğim kütüphaneyi verimli kullanabildim mi bilmiyorum. Fakat her şeyin Muzaffer İzgü’nün Gecekondu’suyla başladığını hatırlıyorum. Sanırım Muzaffer İzgü ve Rıfat Ilgaz okuyarak ve kütüphanenin tenha salonunu dolaşarak kitap okumaya alışabildim (ne kadar alıştıysam). Yazıyla ise aslında akademik metinler yazmaya çalışana dek fark edebildiğim bir bağım yoktu. Yazar olma hevesim vardı, fakat yazıyla ünsiyetim üniversite yıllarına dek gelişmemişti. Lisede kompozisyon sınavlarından diğer derslere oranla daha yüksek notlar aldığımda her defasında yeni baştan şaşırdığımı hatırlarım. Ama bunun bana içten içe bir gurur verdiğini de itiraf etmeliyim. Üniversite yıllarında ise Kurtuluş Kayalı ile kurduğum hem hoca-öğrenci hem de arkadaşlık ilişkisi bir şeyler yazmaya maharetim ve merakım olduğunu iyice keşfetmemi sağladı.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
Bu soruya biraz uzun bir yanıt vermek istiyorum. Doktora tezi yazarken her gün aynı konuyla ilgilenmek beni çok yormuştu. Doktora öğrenimim bittikten sonra işsiz olmamın da verdiği bol zamanı yoğun biçimde öykü ve roman okuyarak geçirmeye başlamıştım. Tez yazarken hissettiğim, “edebi metinler yazabilirim” duygusu bu süreçte “yazmalıyım”a dönüştü. Fakat kafamda hiçbir şey yoktu. 2017’nin nisan ayında Antalya’da hayatlarına birkaç kez uzaktan tanık olduğum bir baba-oğul beni öykü yazmayı denemeye ikna etti. Ankara’ya döndükten sonra bir anda, rahmetli babamın telefonun yanına nizami ölçülerde keserek yığdığı müsvedde kâğıtlara, kitaba da giren “Karaltı” isimli öyküyü yazmaya başladığımı ve birkaç gün sonra ortaya çıkan şeyin sevinciyle Kurtuluş Hoca’yı aradığımı hatırlıyorum. Tabii ona söyleyememiştim öykü yazdığımı, Güvenpark’ta otobüs durağında vedalaşırken poşetine atıvermiştim dosyayı. Ertesi gün Hoca’nın sabahın erken bir saatinde telefon edip olumlu şeyler söylemesi ve o gün Kızılay’da caddeleri yeniden ayaklarken yazmaya sebat etmemi istemesi ile öyküler arka arkaya ortaya çıkmaya başladı.
Kitabın ismi, üç ayrı başlık düşündüğüm ve üçü arasından zorlanarak seçim yaptığım bir öykünün isminden geldi. Öyküye adını veren benim. Fakat kitaba, yayınlanmasının kesinleştiği ana dek isim bulamadım. Kitaba adını veren Zarife Biliz’dir. Onun, sonradan önerdiğim tuhaf isimleri değil de Göçenlerin Ardı Kapı Duvar’ı seçmesinin, kitabı elime aldıktan sonra beni çok memnun ettiğini söylemeliyim.
Yazarken uyguladığım ritüeller var mı bilmiyorum. Fakat ekrana bakarak yazmayı hiç sevmiyorum. Yayınlanmış çoğu metnimi saman kâğıda kurşun kalemle yazdım ve sanırım bu hep böyle devam edecek. Ritüel olarak belki bir metni üç kez (ilk olarak fikir ortaya çıktığında, ikinci olarak metin üzerinde çalışırken, üçüncü olarak bilgisayara geçerken) yazdığımı söyleyebilirim.
Dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
Bu süreç edebiyat alanında adı sanı bilinmeyen hemen herkesin çektiği sıkıntılarla ve sancılarla geçti. Yazdıklarımı dosya olarak yayınevlerine göndermeye başlamamla kitabın basılması arasında üç buçuk yıl var. Üç buçuk yıllık sürede dosya zaman zaman değişerek altı yayınevi dolaştı. (Yayınevlerine aynı anda değil de sırayla ve haber bekleyerek göndermem şu an bana çok masum, -hadi kendime sansür dayatmayayım- budalaca bir davranış olarak görünüyor). Bazı yayınevleri kibarca reddetti, bazılarındansa hiçbir zaman cevap gelmedi. Öykülerden birkaçını farklı edebiyat dergilerine yolladım. Ama yine olmadı. Sel, kafamda yaptığım ihtimal sırlamasında, yazdıklarımı yayınlama olasılığında son sıradaydı. E-posta ile dosya kabul etmemeleri de sanırım biraz ürkütmüştü beni. Basılı metin göndermek cesaret edebildiğim bir şey değildi. Dosyayı okuyanın Zarife Biliz olması, “bahtına gücenmiş kul feryadı bu” demememin nedenidir. Benimle aynı dönemlerde ilk kitabı Sel’den çıkan yazarlar arasında da benim gibi düşünenler olduğunu hissedebiliyorum.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Bu soru insanı biraz zorluyor. Kitap bazıları birbirine atıf yapan, bazılarıysa kendi halinde dokuz öyküden oluşuyor. Öykülerin bir kısmı ya 1990’larda geçiyor ya da 1990’lara atıf yapıyor. Bir kısmıysa yakın tarihlerde. Ama bir öykünün yarısı hariç hepsi Ankara’da. Belki biraz 1990’larda Ulus-Yahyalar dolmuşunu kullanan insanları izliyor. Kapıları dışarıdan açılan 14+1’lerin ıslak kumaş kokulu havasını solutmayı amaçlıyor. Benim gibi, Taşkın Sokak’ta demlenmekle Demetevler ve Yahyalar’ın -artık yerlerinde sitelerin olduğu- boş tepelerinde ziftlenmek arasında bocalayarak gençlik dönemini geçirenlerin, her iki ortamın insanını kendi halince seyretmesi gibi biraz da.
“İlk kitap” hem yazar hem yayınevi açısından birlikte yeni bir yola çıkma heyecanını taşır. Siz “ilk kitap” olgusuyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Soruyu görünce aklıma ilk gelen, Tarık Dursun Kakınç’ın Selim İleri’nin ilk kitabı için söylediği şey oldu: “güzel acemilik”. Ben böyle bir değerlendirmeyi dünyalara değişmem.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
Üzerinde çalıştığım bir öykü dosyası daha var. Akıbeti ne olur bilmiyorum.
Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?
Edebiyat alanında sadece bir kitabı yayınlanmış birinin tavsiye vermesini doğru bulmam. Sadece, yazdıklarına güvenmelerini ve olur da okuttukları birileri olursa cakcak konuşanları umursamamalarını önerebilirim. Ya da öneri dinlememelerini…
edebiyathaber.net (21 Mart 2022)