Uzun bir yolculuk, kar üstünde. Usulca çöken karanlığa inat sokaklar ışıl ışıl aydınlık. Pencereden akan manzara, gözlerimde yabanıl bakışlar. Zihnimde, içinde yerimi bulamadığım hayat. Trenin tekerleri mızrak gibi sokuldu durağa. Sonra diş kamaştıran bir ses, çığlık sanki. Vatman elindeki manivelayı başlangıç durumuna getirdi. Durdu tren. Anlamadığım konuşmalar, kahkahalar. Kapılar açıldı. Dışarının soğuğu vurdu içeriye. Kahkahalar devam etti. Bana mısın demedi soğuk, kalabalığın neşesine. Aslında eve iki durak daha vardı. İnmem gereken durak değildi Tiergarten. Belki durağı ısıtan kahkahalardan, belki de günlerdir kapandığım evde, yalnızlıktan eksilen yanlarımı düşünmemden kalktım yerimden. Koşar adım biraz sarsak yürüdüm inenlerin arkasından. Aralarına karışmak istedim. Konuşmalarını çok anlamasam da tanıdıktı neşeleri. Sıcaktı, samimi. Ama acemiydi bakışlarım. Adımlarım da. Bir anda sert bir rüzgâr esti. Yağan kar savruldu. Sokak lambaları söndü sanki. Ayağım kaydı. Düştüm. İlerledi, gitti grup.
Alışkanlıktan mı bilmem, merakla gezdirdim bakışlarımı etrafta. Kimse dönüp bakmıyordu. Dudaklarımda eskilerden kalma bir gülümseme. Bedenimde anlaşılmaz bir rahatlık. Git gide uzaklaşıyordu her şey. Kalabalığın içinde bir başınaydım. Nemli bir rüzgâr yaladı yüzümü. Ürperdim. Ellerimi dayadım yere. Doğruldum. Bir müddet hangi yöne gideceğimi kestiremeden yürüdüm. Hafif esintiler çarptıkça, ıslak yerlerimden üşüdüm. Buzdan heykele döndüm çok geçmeden. Hiç alışamamıştım soğuğa, bu kadar çok kara. Yol ayrımındaki binanın girişine iliştim. Bir zaman bekledim. Eve giden en kolay yolu bulmaya çalıştım. Kar kesilince geniş caddeye doğru yürüdüm.
Karargâh gibi evlerle çevriliydi caddenin iki yanı. Yuvarlanan bisiklet tekerlekleri, ileri geri yürüyen kalabalık. Trendekilere benzeyen insan sıcaklığı. Alışık olmadığım mideydim sanki. Boğulacağımı sandım bir an. Adımlarımı sıklaştırdım. Küçük dar bir sokak çarptı gözüme. Saptım. İki tarafımda yüksek binalar, pencerelerden sokak lambalarının kör ışığına yansıyan ışıltı. Birden kulağıma değişik bir müzik sesi geldi. Berlin’de evlerden sokağa yayılan klasik müziğe benzemiyordu. Bir kulüp ya da bar olmalı, diye geçirdim içimden. Sese yaklaştıkça tınısına aşinalığım kalp atışlarımı hızlandırdı. Bağlamaydı çalan. Tüylerim diken diken oldu. Durdum. Kıpırtısız bakışlarla taradım etrafı. Biraz ileride sokağı geniş caddeye bağlayan köşedeki binalardan birine insanlar giriyordu. İyice yaklaşınca müzikle birlikte gelip geçenlerin çehresi de değişti. İçine girmek değil, şöyle bir önünden geçmek istedim. Kaç yıldır alışık olmadığım heyecan. Soluk alışverişlerim kesik kesik. Saatime baktım. Yarına yetiştirmem gereken işleri düşününce hızlandım. Biraz ilerledim. Evde bıraktığım yalnızlığımın soğukluğu düştü yüzüme. Durdum, geri döndüm. Binanın kapısı açıktı. Girdim. Ses bir kat aşağıdan geliyordu. İnip inmemekte tereddüt ettim önce. Islaktım. Titriyordum. İnsan içine çıkmamıştım uzun zamandır. Döndüm gidiyordum. Bir kadınla adam girdi içeriye. Gülümseyip selam verdiler. Aşağı kata inmek için merdivene yürüdüler. Bir süre arkalarından baktım. Tereddütle attım adımlarımı arkalarından.
Hangarı andıran geniş bir salon. Masaların üzerinde alkol bulutu. Sarışın kırmızı suratlı, esmer kara kaşlı, kara gözlü adamlarla kadınlar. Sohbet arasında karşılaşması muhtemel bakışlarına engel sütunlar. Çekinerek girdim içeri. Gözüm orta yerdeki sahneye takıldı. Enstrümanlar vardı sadece. Klavye, bateri, elektrogitar, yanında bağlama. Kalbim tokmak gibi göğsümü dövmeye başladı bir an. Dikilip kaldım olduğum yerde. Dönüp masalara baktım. Boş yer aradım kendime. Gençten bir çocuk seyirtti yanıma. Elindeki makineden garson olduğunu anladım. Gürültüden ne söylediğini pek duyamasam da başımı salladım. İşaret etti önümden yürüdü. Kadınlı erkekli kalabalık bir masada boş bir yer gösterdi. Oturdum. Bir zaman masalarda gezdirdim bakışlarımı. Hızlı hızlı konuşuyordu insanlar, arada içkilerini yudumluyorlardı. Loş ışık ortalığı soldurmuştu sanki. Bozuk kahkahalar yükseliyordu yan taraflardan. Gölgeler uzuyordu, kadehler, parmaklar, sözcükler de.
Ani bir sessizlik oldu. Masalardaki ışıklar söndü. Arka taraflardan üç adamla bir kadın belirdi. Esmer yüzlü adamların oturduğu taraftan ıslıklar yükseldi. Sahne aydınlandı birden. Nefesim kesilir gibi oldu. Müzisyenler yerlerine geçti. Gözlerim kısa saçlı, pos bıyıklı bağlamacının üzerindeydi. Konukları selamladıktan sonra oturdular. Bağlamacı eğildi bağlamasını aldı. Akort yapıyorlardı. Sahneye elinde klarnet saçları tepesinde topuz biri daha çıktı. Almanlar yerlerinden kalkıp alkışladılar. Kara kaşlı, kara gözlülerin oturduğu masadan bir uğultu yükseldi. Bir film sahnesini seyreder gibi bakıyordum onlara. İstemsizce indiğim trenden memlekete gelmiş gibiydim. Müzik başlayınca. Bakışlarımı Türk olduğunu düşündüklerimin masasından sahneye çevirdim. Bağlamacı başını göğsüne yatırmış, gözlerini yere dikmişti. Sazın uzun sapı hızlıca aşağı yukarı kayan parmaklarının altında oynarken, sapla bağlamacı arasında memleketi anlatan bir konuşma oluyormuş da kulaklarıma fısıldıyorlarmış gibi hissettim. Hapsolduğum yalnızlığımın soğukluğu ateşe döndü bir an. Binaya girerken buzdan heykel gibi hissettiğim bedenimden çatırtılar yayılıyordu sanki. Topuz saçlı ayağa kalktı. Sakalıyla bıyığı arasında kaybolan dudaklarına klarneti yerleştirdi. Ses verdi, bağlamadan yankılanan yanık ezgiye. Koyu bir sise kesti bir an ortalık. Her şey belli belirsiz. Gölge oyunundan bir kareydi yaşanan. Masada ritim tutanları fark ettim, içkimden iri bir yudum alırken. Anlaşılmaz bir öfkeye kapıldım. Benim gibi hüzünlenmelerini bekleyemezdim masadakilerin belki ama… Eğlence şarkısı değildi çalan. Başımı iki yana salladım. Burada yaşamak isteyen bendim. Onların bize dair acıları anlamasını beklemek… Kalktım. Garsona işaret ettim. O anda içeriye bir adamla kadın girdi. Bir iki dakika kala kaldım olduğum yerde.
Salona inen birkaç basamaktan ürkek adımlarla adamın kolunda süzülüyordu, küçük zayıf bir vücut. Salon genişledi birden, sustu. Kalabalık dağıldı. Kimseler kalmadı ortalarda. Bir o bir de ben. Hande, diye fısıldadım. Yanıma geliyordu. Biri çarptı omzuma. Affedersin, dedi. Bağlamacı yeni bir türküye başladı. Silkindim. Bir şeyler geveledim. Yanındaki yaşlı adam kim? Önümdeki kalabalık masaya kadının yüzü bana dönük oturdular. Sandalyeme yığıldım. Loş ışıkta kıpırtısız takip ettim onları. Garson geldi. Yemek için bir şeyler isteyip istemediğimi sordu. “Hayır,” der gibi başımı salladım. Sesim yitmişti sanki. Kahkahalar, gülüşmeler, az evvel içimi acıtan müziğin tınısı. Zihnim allak bullaktı. Soluk soluğa, kan ter içindeydim. Kalkıp kadının yanına gitmek istiyordum. Kır saçlı adam gölgeliyordu sanki onu. Gerçekten Hande miydi karşımdaki? Emin olamadım. Hem onun Almanya’da ne işi vardı? En son Amerika’ya gideceğini duymuştum. Ortalardan kayboluşum, sürgünüm, kendime sakladığım duygularım. Ya Orhan. O nerelerde? Bu yaşlı adam kim? Önümdeki birayı tek yudumda bitirdim. Yenisini istedim. Sonra bir tane daha. Kadından ayırmıyordum bakışlarımı. Tavırlarında garip bir hüzün vardı. Bir şeyler anlatıyordu karşısındakine. Ara sıra sözü sonlanmış gibi duruşundan, konuşması bitmiş, karşısındaki kalkıp gidecekmiş gibi bir hisse kapılıyor, sandalyemden kıvranıyordum. Halbuki o uzun boynunu karşısındaki adama uzatmış konuşmaları sonsuza kadar sürecekmiş gibi görünüyordu. Derin bir iç çektim. İstanbul’da da böyle olmamış mıydı? Salaş mahalle arasındaki meyhanede okuldan herkes bir masada otururken Orhan’la bir köşeye çekilip kahkahalara boğmamışlar mıydı mekânı? Ürperdim. Klarnetin insanın içini ezen sesi bağlamanınkine karışmış kendime biçtiğim sürgünü anlatıyorlardı sanki. Başımı tekrar kadının olduğu masaya çevirdim. Adam kalkmıştı masadan. Kalp atışlarımı gözlerimde hissettim. Kalktım. Yanına gittim. Telefonuyla oynuyordu.
“Hande,” dedim.
Bakmadı yüzüme. Sesten duymamıştır, diye düşündüm. Eğildim. Tekrar seslendim. Başını kaldırdı. Almanca bir şeyler söyledi.
edebiyathaber.net (24 Mart 2022)