1980’lerde İskoçya, sahip olduğu madenler kadar karanlık yıllar geçirir. Margaret Thatcher geleceğin teknolojide, nükleer enerjide, özelleştirmede olduğunu savunarak post endüstriyel atılımlarıyla ekonomiyi altüst eder. İskoçya için çok önemli olan geleneksel sanayi çöküşe geçer. Goodyear gibi sanayi devleri fabrikalarını kapatır. İşsizlik artar. Sosyal konutlar özelleştirilir ve işçi sınıfı yerinden edilir. Maden işçileri greve gider. Maden ocakları kapanır. İşçi sınıfı daha da yoksullaşır. O yıllarda ölümlerin %40’ı alkol ve uyuşturucu bağımlılığıyla intiharlara dayanmaktadır.
Douglas Stuart’ın 2020 Booker Ödülü sahibi, bunun yanı sıra Amerikan Ulusal Kitap Ödülü, Andrew Carnagie Madalyası, Kirkus Ödülü dâhil birçok önemli ödüle layık görülen romanı Shuggie Bain, 80’ler Glasgow’unun bu karanlık atmosferinde yaşam çabası veren işçi sınıfına mensup bir ailenin büyüme çağındaki queer oğlu ile annesinin hikâyesini anlatıyor. Bir sevgi ve umut hikâyesi.
Duygu Akın’ın başarılı çevirisi ile geçtiğimiz Ocak ayında Can Yayınları etiketiyle yayımlanan Shuggie Bain, Stuart’ın alkol bağımlısı annesi ile hatıralarından ilhamla yazılmış yarı otobiyografik bir romandır. Douglas Stuart 1976 Glasgow doğumlu. Abisi, ablası ve alkol bağımlısı annesi ile yaşamış. Babaları tıpkı Shuggie’nin babası gibi onları terk etmiş. On altı yaşında annesini kaybeden Stuart yatılı okullarda okumuş, bir süre abisinin yanında kalmış. Aslında edebiyat okumak istemiş ancak bu hevesi, işçi sınıfı mensubu olduğu için edebiyatla iştigal edemeyeceğini söyleyen bir öğretmenince kırılmış. Londra’da Royal College of Art’ta aldığı moda eğitiminden sonra Calvin Klein, Ralph Lauren, Banana Republic gibi markalarda moda tasarımcısı olarak çalışmış. Yirmi dört yaşından bu yana New York’ta yaşıyor. Stuart’ın on senede yazdığı romanı Shuggie Bain yayımlanmadan önce, otuz iki yayıncıdan ret cevabı almış.
Shuggie Bain ile 1992 yılında on altı yaşındayken, güney yakasında çalıştığı markette tanışıyoruz. Genel örge ile açılan birinci bölümde Shuggie’nin gönlünde yatan mesleğin kuaförlük olduğunu, kendi kendine söz verdiği gibi on altı yaşında kuaförlük akademisinin kapısına kadar gittiğini, ancak kapıda gördüğü özgüveni yüksek delikanlılardan çekindiğinden market reyonlarına geri döndüğünü görürüz. Shuggie o gençlerden çekinir, zira küçüklüğünden beri toplum içinde barınmaya çalışan bir ayrık otudur.
Bu ilk bölümde Stuart bize Shuggie ile ilgili başka nesneler de gösterir. Camın cumbası içinde sıralanmış yüzlerce göze sahip biblolar, Shuggie’yi yaşıtı erkeklerden ayıran hobisidir. Kırılgan, küskün, ayrıksı çocukluğunun avuntusudur biblolar ve ancak bir kız çocuğunun göstereceği özenle biriktirilip, saklanmaktadır. Shuggie’nin markette birlikte çalıştığı arkadaşının yine uyduruk bir bahane ile işe gelmediğini, onun görevini de Shuggie’nin üstlendiğini, aynı binada yaşayan ve arada sırada odasını temizlemek için gelen ev sahibi Bayan Bakhsh’ı ve komşusu Bar Darling’i görürüz. Bay Darling elinde bira kutularıyla odasına geldiğinde kutuların tüylerini diken diken etmesi, birayı içer gibi yapıp diliyle kutuya geri püskürtmesi, aklından geçirdiği İskoçya futbol ligi skorları, tren istasyonunda başlayan ve orada acı bir sonla biten Anna Karenina yazım tekniği ile yazar tarafından okura sunulan nesneler olarak karşımıza çıkar. Bay Darling’in sırnaşık, delici bakışları ile yıkanan, alacağını çabucak alsın ve gitsin sabırsızlığındaki Shuggie imgesi ile son bulur ilk bölüm.
Romanın nesnel zamanı okuru 1981-1992 arasına taşıyor. 1992’de Glasgow’un güney yakası ile başlayıp, 1981’de Sighthill, 1982’de Pithead, 1989’da doğu ucu ve yine 1992’de güney yakasında biten döngüsel bir hikâye örgüsü var. İlk etapta Agnes Bain’in meselesi gibi görünse de, güney yakada Shuggie ile başlayan ve yine aynı yerde aynı karakteri odağına alarak tamamlanan roman aslında Shuggie Bain’in kendini bulma ve bunu yaparken çok sevdiği annesini koruma, kollama hikâyesi.
Shuggie, büyükanne ve büyükbabasının Sighthill’deki evinde annesi Agnes, babası Shug, annesinin ilk evliliğinden olan ablası Catherine ve abisi Leek ile yaşar. Agnes, Shug için ilk eşini terk eder ama Shuggie beş yaşına geldiğinde evlilikleri çatırdamaya başlar. Taksi şoförü Shug gece mesailerini başka kadınların yataklarında uzatır. Karısını aldatması yetmiyormuş gibi bir de Agnes’e şiddet uygular.
Sighthill yıllarında bir yandan İskoçya’da o dönemin işçi sınıfının nasıl yaşadığına, kendi aralarındaki eğlencelerine tanık olurken bir yandan da sokak kültürünü, futbolun sokaklarda ölmek ya da şiddet görmek ile hayatta kalmak arasında bir seçim meselesi olduğunu anlıyoruz. O yıllarda beş yaşında olan Shuggie, sokaktaki diğer çocuklardan farklı olduğunu duyar, alay konusu olur. Abisi maskülen yürümesi için yönlendirmeye çalışır. Toplum baskısı yüzünden, queer olmak sanki düzeltilebilir bir bedensel aksaklıkmış gibi hareketlerin, yürümenin, konuşmanın düzeltilmesiyle sorunun ortadan kalkacağına inanılır.
Agnes çok güzel bir kadındır. Hatta Liz Taylor’a benzediğini sıklıkla betimler üçüncü tekil anlatıcımız. Ki onu daha çok Shuggie’nin zihninden dinleriz aslında. Agnes ne Catherine’i ne de Leek’i giyimleri, saçları konusunda yönetir. Ama Shuggie ailenin en küçüğü olması sebebiyle de tamamen annesinin gözetimindedir. Agnes kendi gibi bakımlı olmasını öğretir oğluna. Ama erkek egemen toplumun kaldıramayacağı bir karakter çıkar ortaya.
Pithead’deki üçüncü bölüm, Agnes’in hep hayalini kurduğu kendi kapısı olan müstakil bir eve taşınmalarıyla birlikte yaşamlarının daha zorlu bir dönemece girmesini anlatır. Shug Agnes’i daha güzel bir hayat vaadiyle kandırır, onları terk edilmiş bir madenci kasabasına bırakıp sevgilisiyle yaşamaya başlar. Agnes ekonomik ve psikolojik baskının ağırlığını alkole sığınarak hafifletmeye çalışır ancak sorunları azalacağına çoğalmaya başlar. Catherine evi terk eder ve Shug’ın akrabası ile evlenip Güney Afrika’ya taşınır. Bundan sonra Catherine karakteri ile karşılaşmamız yok denecek kadar azdır. Belki yazarın bilinçli seçimidir. Zira Pithead dönemi, Agnes’in sık sık eve erkek getirdiği, ciddi alkol sorunları yaşadığı bir dönemdir. Üstelik daha çok komşularının kendisine musallat olan erkeklerini ya da Shug’ı kıskandırmak niyetiyle ve bir anlamda ona yakınlaşmak amacıyla taksi şoförlerini seçer. Bu duruma abi Leek ve yaşına rağmen yalnızlığın getirdiği olgunlukla Shuggie engel olmaya çalışır. Okul ikinci plâna itilir. Çünkü gündüz, Leek işteyken, annesinin başında nöbet tutma işi Shuggie’ye kalır. Evde para edebilecek irili ufaklı eşyalar, Agnes’in annesinden hatıra kalan değerli parçalar da dâhil, alkol parası olarak tefecilere rehin bırakılır. Hatta Leek’in el marifetini konuşturduğu alet çantasından parçalar bile. Durum gittikçe kötüleşmektedir.
Zaman, mekân ve karakterlerin sosyal yaşamları üçgeninde Glasgow’un karanlık dönemini çok net hissediyoruz. Kömür cüruflarının arasında terk edilmiş madenci kasabası, alkolizm, fakirlik, toplum tarafından dışlanan Agnes, Shuggie, güzel sanatlarda okuma sevdasından gittikçe uzaklaşan abi Leek okurun zihninde kömür karası çöküntüyü tamamen netleştiriyor.
Bu arada Douglas Stuart’ın otobiyografik yansımalarını queer olan Shuggie’de ve güzel sanatlara meraklı, çizimi kuvvetli abi Leek’te görüyoruz.
Adsız Alkolikler en mâkul çözüm gibi görünür. Nitekim bir yıl boyunca alkole elini sürmeyen Agnes bu süreçte tanıştığı, komşusu Colleen’in erkek kardeşi Eugene ile alkol etkisinden uzak düzgün bir ilişki yaşamaya başlar. Aslında Agnes her anlamda dibe vurmuş bir karakter. Uzun süredir değer gördüğü ilk ilişkisinde de alkolizminin karanlık yansımasını hisseder. AA’da söylendiği üzere gerçekte alkolizm yakasını hiç bırakmayacaktır.
“Ego sum in flammis, tamen non adolebit,” “Ateşler içindeyim lakin yanmıyorum,”
AA toplantısına katıldığı ilk akşam gruptan bir kişi, Agnes kendini tanıttığında ortaya bu sözleri söyler. Azize Agnes’ten alınma bir ağıttır. Romalı soylu bir ailenin kızı olan Agnes kendini sadece İsa’ya adamış on iki yaşlarında bakire bir kızdır. Evlenmeyi reddettiği için önce tecavüz edilir sonra öldürülür. Öldürülmesi konusunda da türlü rivayetler vardır. Bunlardan biri de yakılması için bir ağaca bağlandığı ancak ağacın alev aldığı ama yanmadığıdır. İdam sehpasına sürüklenirken elini alevlerinden arasından uzatmıştır. İffetin, bakirelerin koruyucu azizidir. Aziz Agnes’ten bir ağıt alıntısı ile Agnes’in tecavüze uğrayan bir mazlum olduğu vurgusu yapılmaktadır.
Bu defa Agnes ve Shuggie Pithead’den, yüreklerinde yine umutla bir başlarına ayrılır. Leek dayanamamış ve evi terk etmiştir.
Doğu Yakası kendilerine verdikleri sözlerin gerçekleşemediği bir başka uzam olur. Leek evden ayrılmış olsa da, Shuggie’ye belli etmeden onu kollamaya devam eder.
Onca cüruf, yoksunluk, şiddet içinde Agnes hep dimdik durmaya çalışır. Shuggie erkek olduğunu futbol skor kartlarını ezberleyerek kendine ve çevresine ispatlamaya çalışır.
Douglas Stuart filmlere, kitaplara göndermeler yaparak, müziğin ritmini hissettirerek okuru Agnes ve Shuggie’nin hüzünlü ve fakat umut dolu hikâyesinin atmosferine katar. Danny Boy’un melankolik bir yorumu, Lynn Anderson’dan Rose Garden, Stephen King’in Carrie adlı romanından beyazperdeye uyarlanan filmden bir sahne, yetmişlerin sonlarından doksanların başlarına kadar Amerika’da ve ülkemizde de yayınlanmış Dallas dizisindeki Sue Ellen karakteri bunlardan bazıları.
Roman başladığı yerde, güney yakasında sonlanır.
Shuggie Bain Glasgow’un, evlerde sayaçla elektrik sahibi olunduğu, sayaçla televizyon izlendiği yoksulluk, işsizlik dönemlerinde geçen, alkolizmin, fiziksel ve psikolojik şiddetin, çöküntünün yoğun olarak hissedildiği bir sevgi, umut, direnme hikâyesi. Zaman zaman suçluluk duygusu okunuyor satır aralarında, kimi zaman acıma. Bu hissiyatla yapılan yardımlaşmalar. Bıkkınlıklar, küskünlükler. Douglas Stuart bütün bu duygu zenginliğini sinematografik olarak okura aktarmayı başarıyor. Hatta benim içimde beyaz perdeye ya da televizyon dizisine uyarlanabileceğine dair bir ışık yaktı diyebilirim.
edebiyathaber.net (28 Mart 2022)