Söyleşi: Sibel Öz
Engin Günay, Sürgün’ün Seyir Defteri – Göçmenliğin Halleri (Belge, 2012) adlı ilk kitabını tanımlarken, “Aynalardaki görüntülerin birbirlerine çarparak kırılıp çoğalmaları gibi, zamanın aynasındaki suretler de işte böyle çoğalarak bir dizi hikâye üretirler. İsteyen onları puzzle parçacıkları gibi birleştirip tek bir hikâye olarak da okuyabilir. Hikâyelerdeki kişiler arasında benzerlikler kurup, onlardan tek bir hikâye kahramanı da yaratabilir eğer isterse ama bu zorunlu değil. Eninde sonunda anlatılan sadece bir ‘Göç Hikâyesi’dir ve burada anlatılan, hikâyenin yalnızca ‘bizim bildiğimiz’ kısmıdır!” diyerek adım atıyordu edebiyat dünyasına. Gezginci ruhunun çıpasını sürgünlüğe sabitleyerek gelen iyi bir yazarı selamladı okurlar da daha ilk kitabında. Parkta Gölgeler, Engin Günay’ın yine Belge Yayınları’ndan çıkan ilk romanı. Zürih’te bir parkta başlayıp işgal evlerine, lüks bir villaya, oradan dünyanın farklı coğrafyalarına uzanan roman, kendilerine dayatılan yaşam biçimine direnen, isyan eden genç insanların hikâyesini anlatıyordu.
Bu kitabı Kartalimeni – Bir Balıkçı Köyüne Dair Hikâyat (Notabene, 2017) adlı romanı izledi. Engin Günay’ın bir döneme ait anıları, gözlemlerini, bilgilerini politik romanlarda alışık olmadığımız türde fantastik ögeler de katarak kurguladığı romanında editörlük yaparken, mesleki bir deyimle “değişik bir kafa” ve sıra dışı bir kalemle karşı karşıya olduğumuzu düşünüp Kartalimeni’yi çok sevmiştim. Roman formatına göre düşünüldüğünde incecik sayılabilecek bir kitapta çok yoğun bir metin, süzülmüş arınmış bir anlatım dili göze çarpıyordu. Roman, İstanbul’un Kartal semtinde geçiyordu ve Günay’ın kaleminde büyülü bir yere dönüşüyordu. Ama zaten tüm bu yaşananlar da büyülü değil miydi, acısıyla tatlısıyla, tekrar edilemez, bir daha yaşanamaz türden…
Kartalimeni, okurunu bulmuşsa da, yeterinden az duyuldu. Bana kalırsa Engin Günay durmamalıydı, yazmaya, böyle yazmaya devam ederse, ‘hikâyenin bizim bilmediğimiz’ kısımlarını bilme, anlama şansına kavuşacaktık. Öyle de oldu. 2021 Nisan’ında Göçer Dünya – Yavana okurlarla buluştu. Bu kitabın da editörü olarak henüz dosya halindeyken okur okumaz, Engin Günay okurlarını her seferinde fethedecek kitaplardan biri olduğunu düşündüğümü açıklıkla belirtmeliyim. Kartalimeni ne kadar özel bir kitapsa, Göçer Dünya da o kadar özel bir kitap oldu.
Edebiyat Haber’in yeni köşesi Editör-Yazar söyleşisi için sorularımı yazarımıza yöneltiyorum.
Göçer Dünya’yı, –bu uzun girizgâhtan sonra- sizin anlatmanızı isteyeceğim Engin Günay. Öncelikle kitabın konusu nereden aklınıza geldi, bir hikâyesi var mı bu kitabın?
Bir hikâyesi var elbette. Yazları birkaç ay geçirdiğim Kuzey Ege sahilindeki kumsal Midilli’ye geçişlerde en yoğun kullanılan noktalardan biriydi. 2015 yazından itibaren bu sahilde yürür ve yüzerken hemen her gün göçmenlerin geride bıraktıkları izlere rastlıyordum: Ayakkabı ve terlik tekleri, sırt çantaları, zodyak bot artıkları, araba şambrelleri, eşofmanlar, aklınıza ne gelirse artık. Bunlar ya denize açılmazdan önce fazlalık bulunarak -safra atmak için- geride bırakılanlardı, ya fırtınalı denizin kıyıya savurduklarıydı ya da sahil güvenliğin ateşe verdiği botlardan arta kalanlardı. Ege denizinin birçok yeri benzer bir durumdaydı. Alan Kurdi isimli küçük çocuğun cansız bedeninin Bodrum sahiline vurduğu, Dikili Bademli’de Suriyeli bir kadının günlüğünün bulunduğu aylar. Romanda sözünü ettiğim, üzerine bir isim ve telefon numarasının yazılı olduğu SOS işareti de benim bulduklarım arasındaydı. İzlerin peşini sürmeye karar verdim, iki yaz üst üste Midilli’ye geçtim. Adadaki durum daha da içler acısıydı. Romanın giriş bölümünde anlattığım sahneler. Kampları ziyaret ettim, insanlarla görüştüm. Araştırmalarımı çok yönlü yoğunlaştırdım, çeşitli kaynaklardan araştırdıkça konu dallanıp budaklanıyor, evrensel boyutlara varıyordu. Geçiş rotalarında yaşananları gördükçe tüm Akdeniz havzası, hatta Sahra çölü adeta bir ölüm denizine dönüşüyordu. Basının ilgisi giderek azalıyor, insanlar ekranlarda gördüklerini kanıksamaya başlıyordu. Bunlar bir başka tarzda yazılmalıydı, edebiyatın diline çevrilerek roman tarzında yazılırsa belki daha etkileyici ve kalıcı olurdu.
Bir yandan kurguyu oluşturuyor, yazıyor, bir yandan araştırmalarımı ve arka plan okumalarımı sürdürüyordum. Pandemi de işin içine girince olaylar bambaşka boyutlara taşınıyordu. Göçmenler devletler arasında birbirlerine karşı silah olarak kullanılıyorlardı. Meriç kıyılarına sürülen on binleri hatırlamak sanırım bunu anlatmaya yeter. Bu işin sonu gelmeyecekti, bir yerde noktayı koymam gerekiyordu. Son noktayı koyduğumda aradan dört yıla yakın bir zaman geçmişti.
Kartalimeni’yi ayrı bir yere koyarsak genel olarak kitaplarınızda sürgünlük, göç ya da siyasi mültecilik gibi izlekler ağır basıyor. Göçer Dünya zaten bu konuyu kalbinden ele alan bir kitap. Göç, sürgün ya da mültecilik konusu, neden sizin yazınınızda temel izleklerden biri?
Kartalimeni benim de mensubu olduğum 78 kuşağına, bizim gençliğimize yakılmış bir ağıt niteliğindeydi. Kişisel olarak da artık gerilerde bırakmış olduğum hayatımın bir dönemiyle bir hesaplaşmaydı. Sözünü ettiğin izleklere gelince: Kendisi de mülteciliği, göçmenliği yaşamış, 29 yıldır hayatının merkezi başka bir ülke, başka bir şehir olmuş, günlük yaşantısı da beslendiği kültürel kaynaklar da farklılaşmış, az çok dünyanın farklı coğrafyalarını, insanlarını görüp tanımış birinin bu izleklerin peşinden gitmesinden daha doğal bir şey olmasa gerek.
Ayrıca edebiyatın bir meselesi olması gerektiğini düşünüyorum. Son dönemlerde izleyebildiğim kadarıyla, Türk edebiyatında daha ziyade kendi içine kapalı, bireyin bunalımlarına odaklanmış bir eğilim olduğunu gözlemliyorum. Oysa dünya bizim henüz bilmediğimiz, kestiremediğimiz bir yöne doğru sürekli değişiyor, evriliyor. Ben bunları mesele ediniyorum, bunlara dikkat çekmeye çalışıyorum. Bununla birlikte bugüne kadar yazdıklarımda hep geçmişten izler, geçmişe göndermeler de var kaçınılmaz olarak. Sonuçta William L. Randall‘ın muhteşem kitabında dediği gibi “Bizi Biz Yapan Hikâyeler” bunlar.
Göçer Dünya hem ütopik hem de distopik öğeler barındıran bir roman. Bugünün gerçeğiyle ne kadar bağdaşıyor bu durum?
Bugünün gerçeğinin distopik bir gerçeklik olduğunu düşünüyorum. Göçer Dünya’yı yazmaya başlarken çıkış noktalarımdan biri de buydu. Distopik derken, bildiğimiz, alışık olduğumuz paradigmaların dışına çıkmış, anlamakta zorlandığımız, birkaç yıl öncesine kadar hayal bile edemediğimiz şeyler bugün günlük hayatımızın bir parçası olmuş. Yapay zeka alanındaki devasa gelişmeler, dijital teknolojinin aldığı boyut ve insanlığın başına musallat olmuş Pandemi belası, bunların sonuçlarını yaşıyoruz ve henüz bütün boyutlarıyla kavramaktan uzağız bu gelişmeleri. Akıllı telefonlarımıza her türlü bilgi işleniyor, covid mi geçirdik, kaç kez aşı olduk vs. Bunlar olmadan bir yerden bir yere seyahat edemiyoruz, devlet dairelerinde, bankalarda işlem yapamıyoruz. Distopyanın boyutlarını özellikle Göçer Dünya’nın “Yüksek Güvenlikli Bölge” başlıklı bölümünde roman karakterlerinden Doktor Titus’un ağzından anlatmaya çalıştım. Burada ayrıntılara girmek uzun sürer.
Ütopyaya gelince, romanda zıtlıklar üzerinden de çalıştım. Ütopya bugünün gerçeğiyle bağdaşmıyor elbette, doğası gereği bağdaşması mümkün de değil. Bilindiği gibi kelime anlamı var olmayan ülke ya da yalnızca bizim tahayyüllerimizde var olabilecek bir ülke. Ulaşmayı arzuladığımız mükemmel bir dünya, ancak bunun mümkün olmayacağını da biliyoruz. Buna rağmen insanlık yüzyıllardan beri Ütopya fikrinden vazgeçmedi. Çünkü buna ihtiyacı var, bir umuda ihtiyacı var. Ütopya umudun taşıyıcısıdır. Göçer Dünya’nın son bölümündeki Ada’da bir ütopyayı yaşatmaya çalışan insanlar var. Ada’da distopya ile ütopya birbirlerinin zıddı olarak yan yana var oluyorlar. Sonunda hangisinin galebe çalacağı belirsiz. Her şeye rağmen bir umut var yine de. Belki de bizim işimiz Sisifus gibi umudu hep sırtımızda taşımak.
Göçer Dünya, yayımlanalı bir yıla yaklaşıyor. Bu bir sene içinde “göçer dünya”yı tasvir etmenizi istesem, neler belirtirsiniz? Dünya neden göçüyor ve nereye göçüyor? Olmayan yer ya da yok-yer mi göçülen yer?
İnsanlık tarihi aynı zamanda göçler tarihidir de diyebiliriz. İnsanlar hep daha iyi yaşayabileceklerine inandıkları yerlere göçtüler tarihleri boyunca. Hiç kimse durduk yere, keyfinden yaşadığı toprakları terk etmez. Bugün yaşanan göç dalgaları pek uzak olmayan bir gelecekte tarihteki Kavimler Göçü ile kıyaslanabilir boyutlara ulaşacak gibi görünüyor. Çok çeşitli nedenlerle göçüyorlar: Savaşlar, etnik çatışmalar, iklim krizi, tarım ve yaşam alanlarının yok edilmesi, gıda krizi, açlık tehdidi gibi nedenlerle. Ölümü göze alarak düşüyorlar yollara. Şu ana kadar sadece Akdeniz’de boğularak yaşamını yitirenlerin sayısının 40.000’i aştığı tahmin ediliyor. Ek olarak İran sınırından Van’a geçerken donarak ölenlere ilkbaharda karlar eridikten sonra ulaşılıyor genelde. Geçtiğimiz aylarda Meriç nehrinden Yunanistan’a geçerken donarak ölen 19 kişinin cesedi bulunmuştu. Bu örnekleri çoğaltmaya burada yerimiz yetmez.
Bu bir yıl içinde eski rotalarda Pandemi döneminde yaşanan yavaşlamadan sonra geçişler tekrar hızlandı, Akdeniz üzerindeki bütün rotalar yine aktif. Bunlara yenileri eklendi. Afganistan’da Taliban’ın iktidara gelmesi sırasında yaşanan Afgan göçü, Belarus-Polonya sınırına uçaklarla taşınan insanlar ve son olarak Ukrayna savaşı ile son yıllarda yaşanan en hızlı ve kitlesel göç dalgası gündeme geldi. Dünya Göç Örgütü’nün raporuna göre geçtiğimiz yıl 26 milyon yeni mültecinin kaydı yapıldı, 55 milyon kişi kendi ülkeleri içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. BM verilerine göre her yıl 21,5 milyon insan sel ve kuraklık gibi nedenlerle göç ediyor. 2050 yılında deniz seviyesinin yükselmesi ve iklim krizi sonucu 200 milyon insanın göç etmesi bekleniyor.
Nereye göçtüklerine gelince: Göçülen yer, olmayan-yer ya da yok-yer değil, ama bekledikleri, hayal ettikleri cennet de olmuyor çoğu zaman. Nereye giderlerse gitsinler istenmeyen, geri itilen, ilk fırsatta geldikleri yere geri gönderilmek istenen ötekiler oluyorlar. Yollarda yaşadıkları travmaların üzerine eklenen yeni bir travma oluyor hedef ülkeye varış, varabilirlerse tabii.
Göç sorunu, bugün yaşadığımız dünyanın en büyük, en öncelikli sorununa dönüştü. Her şeyden önce bir savaş var, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası yeniden milyonlarca insanın çoluk çocuk yollara dökülüşüne tanık oluyoruz. Göçer Dünya sürekli güncel ve güncellenmeye devam ediyor. Bu konudaki hislerinizi öğrenebilir miyiz?
Neil Gaiman’ın daha önceki bir söyleşide de sözünü ettiğim bir kavramı vardır. Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 romanına yazdığı önsözde Spekülatif Kurgu’dan söz eder. Kısaca şunu der: “Spekülatif Kurgu’nun gerçekten iyi olduğu alan gelecek değil şimdiki zamandır. Şimdiki zamanın tedirgin eden veya tehlikeli bir ögesini alıp genişleterek ve ondan yola çıkıp tahminde bulunarak, bu ögeyi bu zamanın insanlarının yaptıkları şeyi farklı bir açıdan ve farklı bir yerden görmelerini sağlayacak şekilde dönüştürmektir. Uyarı niteliğindedir. Bu böyle sürerse…” öyküsüdür.
Göçer Dünya’da yapmak istediğim böyle bir şeydi: “Bu böyle sürerse…” öyküsüydü. Aradan geçen zamanda yaşanan gelişmeler romanın tezlerini doğruladı, bunlar sürekli güncelleniyor ve güncellenmeye devam edecek. Keşke böyle olmasaydı. Ama edebiyatın gerçekleri farklı bir yerden göstermek ve insanları uyarmak gibi bir görevi de var, Gaiman’ın sözlerine tamamen katılıyorum.
Halen süren Ukrayna savaşı bir başka gerçeği daha açığa çıkardı. Avrupa’nın mülteci, göçmen sorununa yaklaşımında turnusol kâğıdı işlevi gördü. Şöyle ki: Berlin Duvarı’nın yıkılışından yıllar sonra Avrupa’nın sınırlarına 1800 km uzunluğunda duvarlar ve çelik bariyerler çekildi. Bu Berlin Duvarı’nın uzunluğunun 12 misli anlamına geliyor. Bu duvarlar Afrika’dan, Orta Doğu’dan ve Asya’dan gelen insanların gelişlerini engellemek içindi. Ayrıca sınırlar akıllı sistemlerle donatıldı, milyarlarca Euro yatırıldı bunlar için. Bilindiği gibi Türkiye ile de bir ‘Geri Gönderme Anlaşması’ imzalandı göçmenleri Avrupa dışında tutmak için, milyarlarca Euroluk pazarlıklar yapıldı ve bu pazarlıklar zaman zaman tekrarlanıyor. Ancak Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla birlikte savaştan kaçan milyonlarca insana Avrupa sınırlarını ardına kadar açtı. Bu elbette iyi ve doğru bir şey, ancak göçmenlere karşı mevcut olan çifte standardı da açığa çıkardı. Avrupalı politikacıların skandal sözleri basına yansıdı: Ukraynalılar bizim gibi sarışın ve mavi gözlü, gibisinden.
Bu aslında yeni bir olgu değil. Sovyetler’in 1956’da Macaristan’a, 1968’de Çekoslavakya’ya müdahalesinden sonra da benzer bir durum yaşanmıştı. 2. Dünya Savaşı’nda Nazi zulmünden kaçan Yahudilere sınırlarını kapayan bazı Avrupa ülkeleri, Macarlara ve Çeklere kapılarını ardına kadar açmıştı. Şimdi yaşananlar da Avrupa’nın çifte standartlı, ırkçı ve ideolojik tutumunu ortaya koyuyor ne yazık ki. İsviçre’de bir aralar söylendiği gibi: Kimileri için Das Boot ist voll (tekne dolu), kimileri içinse açık kapı politikası.
Yeni projeleriniz var mı? Okurları Göçer Dünya’dan sonra bekleyen yeni bir kitap var mı yakın gelecekte?
Göçer Dünya’dan sonra yazmamayı düşünmüştüm ciddi ciddi, bu roman beni çok yormuştu. Bir zaman sonra bakıyorsun ki yazmadan olmuyor. Yakın gelecekte değil ama, olgunlaştırmaya çalıştığım bir proje var, şimdilik bunu söylemekle yetineyim.
edebiyathaber.net (4 Nisan 2022)