Öykü: Ölüm henüz uzak | Naki Selmanpakoğlu

Nisan 10, 2022

Öykü: Ölüm henüz uzak | Naki Selmanpakoğlu

                                                                                                         “Çağın en karmaşık yerinde durduk biri bizi yazsın, kendimiz değilse kim yazacak sustukça köreldi, kaba günü yonttuğumuz ince bıçak 

                                                                                                                                                                Gülten Akın

Akşam olmak üzere. Güneş batmak için aceleci. Nöbetçi Amirliğinin geniş camından giren aydınlık; sonbaharın yaprakları gibi pırıldıyor.

Amir Yardımcısı Tabip Asteğmen ile onun tezkere bırakmasını konuşuyoruz. Kararlı, askerde kalacak. İnadını kırmaya, psikiyatri uzmanı olarak burada mutlu olamayacağını anlatmaya çalışıyorum, olmuyor. Belli, hırslı ve çalışkan bir arkadaş.

Camlı bölmeyle çevrili odadan dışarısı rahat görülüyor. Hastaneye gelişler iyice azaldı.  Nöbetçi Amiri olarak ilk nöbetim. Nasıl bir gece bizi bekliyor diye düşünmeden edemiyorum.

Hızla gelip kapı önünde duran cipten telaşla bir hâkim binbaşı ve bir er indi. Çevik adımlarla merdivenleri tırmanıp pat diye odaya daldılar.

Hoş geldine fırsat vermeden, “Ben Genel Kurmay Askeri Savcısı Sezai Yaman. Binbaşım, ölen bir mahkûmun cesedini arkadaşlar morga götürüyor. Otopsi istek belgesi bu. Zaman kaybetmeden hallederseniz sevinirim.”

Al sana sakin bir gün. Doktor Murat bana bakıyor. Onun için çok şey öğrenilecek ilginç bir gelişme, hani her zaman da olmaz.

“Tamam binbaşım,  hemen morga telefon ediyorum. Mevten duhul, ölü olarak geliş, olarak alsınlar.”

Gasilhaneyi arayıp nöbetçi imama durumu anlatıp hazırlanmalarını ilettim.

Savcı sesini eriterek:

“Otopsi için biri patolog gerekli. Lütfen ilgiliyi çağırınız.”

Derme çatma bir kaygı değildi bu. Bakışlarından tarafsız kalmaya çalıştığı anlaşılıyor. Belli ki durum ciddi.

“Ölen kim biliniyor mu? Nasıl olmuş?” dediğimde önce duraksadı, donukça yüzüme baktı, etrafı taradı, nöbetçi amirine söylemek zorunda olduğunu fark etti:

“Mamak Askeri Cezaevi’ndeki siyasi tutuklulardan biri; işkence iddiaları var. Ağabeyi, aynı cemse içinde nakil edilirken kardeşinin orada dövülerek öldürüldüğünü iddia edip şikâyette bulunmuş.”

…………………………………….

1980 darbesi olalı iki ay olmuş. Sıkıyönetim var. O tarihte Mamak’ta tutukluluk mayın üstünde can gezdirmek gibi.

Sıkıntılı bir hava odayı kapladı. Şimdi savcının garip halleri daha iyi anlaşıldı. Onu buyur edip sandalyeyi gösterdim.

Başladım patoloji hocalarını kıdem sırasına göre telefonla aramaya.

“Hocam, Mamak’tan bir tutuklu ölü olarak getirildi. Savcı burada, otopsi istiyor.” Dediğimde hepsi de işi olduğunu diğerlerini aramam gerektiğini söyledi. Belki de Cumartesi olduğundan gelmek istemediler. Değil mi!

Sonunda Doç. Doktor Yüksel Altın Ağabey gelmeyi kabul etti. Ben de rahatladım. GATA içinde lojmanda oturuyormuş. Onun adresine bir araç gönderdim.

Savcı kulak ucuyla dinliyor. Gözlerindeki soru işareti hâlâ duruyor.

“Gelen hekimin rütbesi ne?” Kuşkunun sesini duydum.

“Yarbay, doçent.”

Dudak büktü, yerde bir şey arıyormuş gibi oda içinde birkaç tur attı.

Sonra,

“İkinci bir uzman daha gerekli,” dedi.

İyi de hemen halledilecek bir konu değil bu. Nerden kimi bulacağım bu tatil günü, gün indi, karanlık bastı. Lafın ipini kısa tutmak gerek.

“Savcı Bey ben genel cerrahi uzmanıyım.  Pek çok otopsiye katıldım, buna da girebilirim. Ne dersiniz?” diye sordum. Savcı kolumdaki pazubente baktı. Anladım. Hemen pazubenti çıkartıp kapı önünde bekleyen Doktor Murat’a uzatıp, “Ben dönene kadar amir sensin, ”dedim.  Tutunacak dal olmanın huzuruyla mutluyum.

Savcı, yazıcı askere sessiz direktifler verdi.

“Tamam, gidelim” dedi.

Yüzündeki kaygı biraz azalmıştı. Morgun yolunu tuttuğumuzda Yüksel Ağabey de sivil olarak gelmişti. Ona önce hocaları aradığımı anlatıyorum “Önemli değil, evim yakın” deyip beni rahatlatıyor. Savcıyla selamlaştılar. Savcının gözleri üzerimizde. Asansöre bindik, asker yere bakıyor.

Alt kata indik.

Morg ünitesini ve dolapların soğuk görüntüsünü geride bırakıp yarı karanlık koridordan geçtik. Yüksel Ağabey önde, otopsi odasına yere dökülmüş rüzgârdan ürken iki sarı yaprak gibi girdik.

Oda serin ve geniş. Karşı duvarda ameliyat önlükleri, kep, maskeler asılı. Ortada dört ayaklı metalik soğuk görünümlü otopsi masası. Başucunda hortum takılı bir musluk. Üzerinde ceset.  Yanında personelin hazırladığı, üzeri yeşil bir örtü ile kaplı aletlerin dizildiği ufak sehpa. Bir çöp kutusu. Tepede kirli bir ışık ve yankılanan seslerimiz.

Ceketlerimizi çıkarıp ameliyat giysilerini giyerken asker de bir tabure bulup daktiloyu dizine koyarak beklemeye başladı. Hiçbir şeyi umursadığı yok.

Bir taraftan maktule bakıyorum; yüzünde yarım kalmış bir türkünün acınası ifadesi var.

Su borularında asılı duran eldivenlerden giyip masaya yaklaştık. Morg görevlisi ölünün giysilerini çıkartırken savcı bunları askere yazdırıyor, zaman zaman tekrar okutuyordu.

Savcı çıplak kalan cesede yaklaştı:

“180 cm boylarında 30-35 yaşlarında 80-90 kilo tahmini ağırlıkta; bıyıklı, 5-6 günlük sakal tıraşlı, ölü katılığı kol ve bacaklarda oturmuş…. Otopsi şartları uygun olduğundan ölüm nedenini tam tespit için…” tokmak gibi daktilo sesleri.

Posbıyıklı, yağız, kumral, adaleli, sağlam yapılı bir erkek. Şimdi sakin bir dağ gibi. Yüzünde kaldı gözlerim. Hikâyesini yitirmiş bir beden vardı şimdi masada.  Arkasında neler bıraktı kim bilir.

Yüksel Ağabey personelden malzeme isterken şahsın harici görüntüsüne dikkatle bakıyorum. Trafik kazası geçirmiş de gelmiş gibi. Yüzünde, kol ve bacaklarında ezikler, morluklar, pıhtılaşmış kanlar. Darbe almadık yeri kalmamış.  “Ölmek o kadar kolay iş değilmiş!” diye geçirdim içimden.

Savcı; “Kimlik tespiti yaptık, şimdi siz bilirkişi olarak yemin edeceksiniz,” dedi. Biz de ettik. Önceki katıldığım otopsilerden daha ayrıntılı ve titiz bir otopsi olması gerektiğini “işkence” sözcüğünden sonra daha iyi anlamıştık. Bulgular; düşmüş, ya da bir yere çarpmış denemeyecek kadar somuttu. Beyindeki kanama odakları, kaburga kırıkları, çene kemiği kırığı. Zaten karın içi kanama ölüm için yeterliydi. Ayrıca kol ve bacaklardaki künt cisim yaralanmaları maktulün bir değil birkaç nedenle ölebileceğini gösteriyordu. Organlar açıldıkça içimi buzla dolduran üşümeye, titremeye engel olamadım.

“Ölüm ille de zulüm” sözleri takıldı aklıma. Bir tutuklu ne yapmış olabilirdi ki bu kadar ağır işkence görmüş olsun?

Tüm bulguları tek tek savcıya söyledik. O da özünü bozmadan hukuk dili ile tutanağa geçirdi. İmzaladık.

Söylediklerimiz yazılırken daktilodan çıkan sesler işkencede maktulün aldığı darbeler gibiydi. Yankısı yürekleri delip geçen bir ağıttı. Daktilo kolunun satırbaşı yaparken çıkardığı ses ise acıdan bağıran maktulün çığlıkları. Yeniden başlamak üzere hemen biten…

Ailesi geldi aklıma. Annesi, babası, eşi, varsa çocukları. “Ölüm duyulduğu an gerçekleşir,” diyen şair geldi.

Onu orada bırakıp otopsi giysilerimi soyundum. Sırtıma bir anı küfesi daha ekleyip Nöbetçi Amirliğine döndüm. Koltuğa çöktüm. Murat merakla yanıma geldi. Özetleyip anlattım. Biraz bekledi pazıbendi verirken “Ben tezkere bırakmaktan vazgeçtim,” dedi. Dışarı çıktı.

Üzülmüş ve yorulmuş tatsız bir iş yapmıştık. Merak ettim,  savcı evrakları toplarken sordum , “Kimmiş bu maktul? Tanınan birisi mi?”

“İlhan Erdost, yazarmış…”

Dondum.

Sonbahardı, en son bahar.

edebiyathaber.net (9 Nisan 2022)

Yorum yapın