“Çekinmeyin, Beyoğlu’na gelin!” başlığının esin kaynağı Jean Cocteau’nun “Çekinmeyin, Montparnasse’a gelin!” sözü. 1928’de Montparnasse hakkında bir kitap yazan gazeteci – karikatürist Henri Broca mahalle sakinleri hakkında yazdığı kitaba isim olarak seçmiş. Bu bilgileri Burcu Pelvanoğlu’nun “Bir Üretim Mekânı Olarak: Beyoğlu Düşerse” (Sel yay.) adlı çalışmasından öğrendim. Pelvanoğlu, Beyoğlu monografisini sanat ve edebiyat camiasının uğrak mekânlarına odaklanarak ve buralardaki ilişkiler üzerinden “kaybettiklerimiz”i saptamak amacıyla kaleme almış.
Tabii Burcu Pelvanoğlu’nun kitabının adı da manidar. “Beyoğlu Düşerse” adı günümüzün yaygın yakınmasına çok uygun. Beyoğlu’nun düştüğü, kötüye doğru değiştiği inancı sanıyorum Beyoğlu kurulduğundan beri varlığını sürüyor. Çünkü herkesin kendi Beyoğlu’su var ve o Beyoğlu yakınan kişinin gençlik çağlarına denk düşüyor.
Pelvanoğlu, Beyoğlu’nu anlatmadan önce resim sanatı ekseninde Montparnasse’ı uzun uzun anlatıyor. Orayı iyi örnek olarak diye düşündüğünü öngörebiliriz. Peki Montparnasse düşmedi mi, diye sormak geliyor içimden. Nostaljisi yapılan Montparnasse’la günümüz Montparnasse’ı ne kadar uyumlu? Montparnasse, Beyoğlu için iyi örnek olabilir mi?
Pelvanoğlu’na göre radikal değişim 6-7 Eylül 1955’te oluyor, yıkımı derinleştiren de 1964’te İstanbullu Rumlar’ın birer tahta bavulla 22 dolarla sınır dışı edilmesi. Pelvanoğlu, Beyoğlu’nun değişimini, yani düşüşünü anıları, monografileri, incelemeleri izleyerek, bol alıntıyla, sanat mekanlarını, yeme içme yerlerini esas alarak, merkeze resim sanatını koyarak anlatıyor. 90’ların sonuna, 2000’lere gelince ise bu yöntemi bırakıp kendi şahitliğini aktarıyor. Kendi şahitliği, müdavimi olduğu mekanlar, anımsadığı etkinlikler söz konusu olunca da “Herkesin Beyoğlu’su kendinden menkul” diye düşünüyoruz. Örneğin ona göre Tüyap sanat fuarıdır, bana göre ise kitap fuarı. O sanat galerilerini görüyor, ben kitapçıları, o Badehane’yi özlüyor, ben Süper Birahane’yi, Kaktüs’ü. Neyse ki hiç tanışmasak da yollarımız Refik’te, Yakup’ta, Asmalı Cavit’te kesişmiş. Beyoğlu’nun güzelliği de bu, herkes farklı boyutlarını yaşamış, farklı özlemlerle, anılarla anımsıyor.
Bir zamanlar Beyoğlu’na kravat takılmadan girilemediği anlatılırdı, çocukluğumuzda, 1960’larda. Biz de şık kıyafetlerimizi giyer, annelerimizin elinden tutup “Beyoğlu’na çıkardık!”. Bu kadar elit bir yere “çıkılır” tabii ki. Yani deyim çok uygun.
Gerçekten de şık bir caddeydi. Sinemalar ilk akla gelendir ama annelerimizin amacı alışverişti. O zamanlar alışveriş için çok seçenek yoktu. Ekonomik olsun istiyorsanız “İstanbul’a inilir” Mahmutpaşa’ya gidilirdi. Önemli bir günde, bayramlarda, nişan düğün gibi bir şeyde giyecek bir giysi alınacaksa Beyoğlu’na çıkılırdı. Vakko başta olmak üzere şık mağazalar sıralanırdı İstiklal Caddesi’nde.
70’lerin ikinci yarısında, lisede okurken, cumartesileri yarım gün okuldan sonra arkadaşlarla “Beyoğlu’na giderdik”. “Giderdik,” çünkü Beyoğlu’nun eski elit halinden eser yoktu. Artık tamamen avamdı. İstiklal Caddesi karanlık – puslu bir yerdi. Fuhuş ve suç güpegündüz caddede varlığını hissettiriyordu. Sokak başlarında pezevenkler duruyordu. Adım başı kaçak sigara satanlar, Malboro’ya tombala çektirenlere rastlanıyor, “Bu karayı al parayı”cılar kaldırımda üç kâğıt açıp bizim gibi safların son kuruşlarını kapıyordu. Sinemalarda seks komedi filmleri oynuyordu ve tiyatrolar kapanmıştı.
Arka sokaklarda güpegündüz faaliyet gösteren randevuevleri olduğunu biliyorduk. Arkadaşlar arasında, Tünel Meydanı’nın hemen arkasında gece gündüz açık olan barla randevuevi karışımı “Kırmızı Geceler” popülerdi. Çünkü 18 yaş altındakileri kabul eder, ucuza içki satar ve üst katlarda kadınlarla yatmalarını sağlarlardı. Tekel’in bira tekelini kıran Efes Pilsen “biranıza mukayyet olun bacanak aramızda” reklamıyla piyasaya girmişti ve İstiklâl Caddesi’ni başta bu reklamdan adını alan Bacanak olmak üzere birahaneler sarmıştı. Vakko hâlâ oradaydı ama annelerimiz Beyoğlu’na gelmeyi aklından bile geçirmiyordu.
80’lerde Cağaloğlu’nda çalışmaya başlayınca hemen her gece Beyoğlu’nda Refik’te ya da Yakup’ta geçirmeye başlamıştık. Zaten 86’dan itibaren de Kazancı Yokuşu’nda oturdum. 70’li yılların havası sürüyordu. Pavyonlar ve sazlar son demlerini yaşıyordu. Çok az bar vardı. Papirüs, Çiçek Bar, sonra Taksim Sanatevi… Beyoğlu Pub’a, Talimhane’de caz kulüplerine giderdik. O sıralarda Beyoğlu’nun görünümünü etkileyen iki gelişme oldu. Biri Tüyap’ın Taksim Intercontinental Otel’i (Şimdi The Marmara) balo salonunda başlattığı kitap fuarını Tepebaşı’ndaki geniş salonlara taşıması, diğeri ise polisin Beyoğlu’nun 70’lerden beri değişmeyen kriminal havasına fiili müdahalesiydi. Saadettin Tantan’ın İstanbul emniyet müdürü olarak bizzat operasyonlara katıldığı söyleniyordu ama caddede “Hortum Süleyman” diye anılan polis müdürünün hükmü sürüyordu. Wikipedia’daki biyografisinde Hortum Süleyman’dan “görev yaptığı sürece Beyoğlu’nda travestilere karşı yürüttüğü şiddet eylemleriyle tanınmaktadır” diye yazılı.
Bedrettin Dalan’ın tarihi binaları yıkıp Tarlabaşı Bulvarı’nı açması ile Beyoğlu’nun çehre değiştirmesi aynı yıllara rastlar. Taksim Meydanı’nda Türkiye’nin ilk McDonalds’ın açılmasının da etkisi olmuştur sanırım. İstiklal Caddesi’nde birahaneler hızla kapanmaya başlamış, hamburgerciler, kitapçılar açılmaya başlamıştı. Yayıncıların kültürel kimliğine derin bir müdahale yapılıp basın ve yayının merkezi halinden çıkartılan, turistikleştirilen Cağaloğlu’ndan Beyoğlu’na göçleri de aynı zamana rastlar.
Caddenin trafiğe kapatılmasının da değişimde önemli etkisi oldu. İstiklâl Caddesi’nin lüks bir alışveriş caddesi olması arzulanıyordu ama AVM’lerin gelişi bu planı baltaladı.
Tüyap’ın olumlu etkisiyle Pandora, Mephisto gibi kitapevleri Taksim’den Tünel’e dek uzanıyordu. Cadde boyunca 17 kitapevi saymıştım o zaman. Başta Simurg olmak üzere ara sokaklarda sahaflar çoğalmıştı. Tabii Krepen Pasajı’nın yıkılıp oradaki yazar ve ressamların uğrak yeri olan meyhanelerin kapanması ve yerine Aslıhan Sahaflar Çarşısı’nın açılması da önemli bir değişimdir. Çiçek Pasajı’nın arkasındaki Nevizade sokağındaki meyhane ve birahaneler de bu gelişmeden sonra açıldı, hâlâ oradalar. Onların etkisiyle Balık Pazarı kimliğini kaybetti, barlar sokağı halini alıyor.
Sonra Ak Sanat, Yapı Kredi gibi sanat merkezleri, sergiler, Kaktüs, Dersaadet gibi barlar, nihayet Hayal Kahvesi derken Beyoğlu 90’ların hâlâ özlemle anılan kültürel kimliğini edindi.
Kültürel hava tabii ki rant sevdalılarını kışkırttı. Beyoğlu’nun metruk binaları ucuza alınıp restore edilmeye başlandı ve cadde değer kazandı. Artık caddede kitapçı, ara sokakta bar, hele gençlerin oluşturduğu bira içip çok para harcamadan günü kurtaran kalabalıklar istenmiyordu. Sokağa masa konmasının yasaklanması ile etkili bir müdahale yapıldı. Şimdi Beyoğlu nostaljisi yapan gençler o günlerde gitti ama yerlerine rantçıların beklediği zengin kesim gelmedi. Gelenler turistti ve çoğunluk Arap ülkelerindendi. Beyoğlu’na son görüntüsünü onlar verdi. Taksim Meydanı’nda tatlıcılar yan yana dizildi. Caddede kebapçılar, felafelciler açıldı. Caddeye açılan sokaklarda barların yerini nargileciler aldı. Ama Covid Salgını ile Arap turist gelemez oldu. Başta nargileciler, onlara hizmet veren birçok mekân kapandı. Covid’in diğer olumsuz etkisi 90’lardan beri direnen birçok barın ve müzikli mekânın tamamen kapanması oldu. Artık caddenin favori içeceği bira değil kahve. Onlarca kahveci var.
70’lerden beri her hafta sonu, 80’lerden beri barınma ve iş nedenleriyle her gün Beyoğlu’nu yaşayanlardan biri olarak söylemeliyim ki “Beyoğlu sürekli değişir!”. Sinemalar, tiyatrolar, birahaneler, hamburgerciler, muhallebiciler, kitapçılar, sanat merkezleri, bar ve kafeler, ardından büyük markaların mağazaları, sonra nargile kafeleri…
Tabii İstanbul ve Türkiye kültürel olarak değiştirilirken Beyoğlu’nun nostaljideki gibi kalmasını beklemek pek anlamlı değil. Burcu Pelvanoğlu’nun “Bir Üretim Mekânı Olarak: Beyoğlu Düşerse”nin Sonsöz bölümünün son cümlesinde söylediği gibi “Beyoğlu’nun düşüşünün Türkiye’nin düşüşü anlamına geldiğini unutmadan!”. Türkiye Avrupalılık iddiasından hızla Ortadoğu ülkesi haline kaymışsa, Beyoğlu’nun da aynı kaderi yaşaması kaçınılmazdı. Düşmedi ama değişti.
Çoktandır, “Ah nerde o eski Beyoğlu!” nostaljisi yapmalarına rağmen İstiklâl Caddesi’nden elini ayağını çekenler yanılıyor. Evet onlar yok ama Beyoğlu terk edilmedi, boş değil. Cadde günün ve gecenin her anı kalabalık, hatta çok kalabalık, yürünmüyor. Beyoğlu’na yeni kimliğini verecek olanlar da caddede gördüğünüz (ya da görmek istemediğiniz) o kalabalıktır. İstiklâl Caddesi’ne gelmeden, orada yaşamadan Beyoğlu’na özlediğiniz kimliği veremezsiniz. O nedenle “Çekinmeyin, Beyoğlu’na gelin!” diyorum.
edebiyathaber.net (20 Nisan 2022)