XIX. yy. sonlarıyla XX. yy. başlarında modern düşüncenin şiirin bereketli toprağı olan Fransa’dan Türk şiirine geçen en değerli şey nedir diye sorarsanız sembolizm derim. Nedeni şu: Sembolizm, modern zamanlar eşiğinde, şaire özgün ve öznel düşünüp hissedebilmenin ama bunu darmadağın bir imgelemle değil, derli toplu yapabilmenin, metaforik bir dille konuşmanın yolunu açmıştır. Yenilikçi şiirimizin Baudelaire eksenli atmosferinde soluk alıp veren bütün şairlerinde bunu, elbette değer düzeyi farklı farklı olmak kaydıyla, görebiliriz. Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim, Tanpınar, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Dıranas…
Bunlardan Cahit Sıtkı daha açık sözlü şekilde kendisini sembolizme ve Baudelaire’e bağlar. “Daha açık sözlü” diyorum çünkü öncekilere göre Cahit Sıtkı sembolist şiir çerçevesinde Baudelaire’i kaynak olarak görmenin ötesinde ciddi bir sahiplenme içindedir. Tarancı ve Baudelaire’in, ilginçtir, sadece şiirleri değil hayatları da paraleldir. İkisi de aile ile mesafelidir, ikisi de babaya karşı isyan doludur, ikisi de bohemian bir yaşam sürmüş, bekâr evlerinde/pansiyonlarda yaşamış, sürekli hastalıklarla boğuşup felç geçirmiş, ikisi de 46 yaşında yatalak vaziyete düşüp ölmüştür.
Bugünlerde Tarancı’nın mektuplarını yeniden okuyorum. Üç mektup kitabı yayımlandı şu günlere dek: Ziya’ya Mektuplar, Evime ve Nihal’e Mektuplar, Feridun Fazıl Tülbentçi’ye Mektuplar. Bu sonuncuyu yeni edindim, onu okurken yıllar önce okuduğum diğerlerini de tekrar okuma arzusu doğdu içimde. Özellikle Ziya’ya Mektuplar’ın[1] her sayfasına serpiştirilmiş şiirle ilgili tartışmalar, çatışmalar, dedikodular bir kez daha ilgi alanıma girdi ve Tarancı’nın sembolist şairlere ilişkin izlenimleri özel olarak dikkatimi çekti.
Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Osman Saba: Biri, Cumhuriyet dönemi şiirimizin modern bir zemine oturmasında yetenek ve yaratıcılığı sayesinde kısa zamanda büyük mesafe kat etmiş; öteki, şiirde onun kadar başarılı olamasa bile akılda kalan bazı şiirleriyle dönem şiirine adını yazdırmış iki şair. Birinin şiiri şeytanî (demoniac) karakteriyle öne çıkarken, ötekinin şiiri neredeyse melekâne (angelic) diyebileceğimiz beyaz bir fotoğraf vermiş. Benzer temaları işlemiş olsalar bile birincideki huzursuzluğun yerini ikincide huzur terminolojisi şiiri yapıp çatmış.
Cahit Sıtkı’nın Ziya Osman’a yazdığı mektuplar 1930-1946 yılları arasında kaleme alınmıştır. Cahit Sıtkı 1931’de Galatasaray’ı bitirmiş ve 1931-1935 arası Mülkiye’ye ve Yüksek Ticaret Mektebi’ne devam ettiği halde mezun olamadan ayrılmıştır. İlk mektupların çoğu bu üç-dört yıllık döneme aittir. O yıllarda Tarancı; Ankara’da, Diyarbakır’da vs. bulunur ve mektupları İstanbul’da Hukuk Fakültesi’nde okuyan dostuna yollar. Bu yıllarda her ikisi de öğrencidir fakat Tarancı’nınki avare bir öğrencilik iken, Ziya Osman’ınki disiplinli bir öğrenciliktir, ki bunun sonucunda da biri mezun olamazken diğeri okulu bitirme başarısını gösterir.
Tarancı, 1938-40 arası Paris’tedir; bir yandan Sciences Politiques’te yükseköğrenimini sürdürmekte, bir yandan da Paris Radyosu’nda Türkçe yayınlar spikerliği yapmaktadır. 1940’ta Avrupa içlerine kadar ilerleyen Almanlar Paris’i bombalamaya başlayınca Cahit Sıtkı bombardıman altında bisikletle Paris’ten kaçar; sırasıyla Bordoeaux, Périgueux, Lyon ve Cenevre’de kısa aralıklarla bulunduktan sonra İstanbul’a ulaşır, oradan da Diyarbakır’a geçer. 1938-40 arasındaki mektupların büyük çoğunluğu Paris’ten, birkaçı da Périgueux, Lyon ve Cenevre’den yollanmıştır.
Kitapta yer alan ilk mektup Diyarbakır’dan, o zamanki söylenişiyle Diyarbekir’den yazılmıştır ve 29 Haziran 1930 tarihlidir, son mektup Ankara’dan yazılmıştır ve 24 Ekim 1946 tarihlidir. Bu tarihleri belirtmeye özellikle ihtiyaç duydum çünkü bu yıllar -1930’lar ve 40’lar- Cumhuriyet döneminde şekillenen modern şiirimizin en hareketli yıllarıdır. Hececi- memleketçiler, aslında Milli Edebiyatçıların geliştirdiği sade dil ve yerlilik görüşleri üzerinde durarak 1915-25 arasında Türk şiirine yön vermiş, 1927-28’den itibaren “Bıktık bu Ayşe-Fatma edebiyatından” argümanıyla Hececi-memleketçilere muhalefet ederek ortaya çıkan Yedi Meşaleciler dönem şiirinde adından söz ettirmiştir. Öte yandan Nâzım Hikmet, Türk şiirinin sınırlarını yeni bir orkestrasyona ve sinematografiye açmakta, Baudelaire’den ve Ahmet Haşim’den gelen sembolist estetiği benimsemiş Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi, Ahmet Muhip Dıranas gibi şairler yeni bir döneme imza atmaktaydı. 1940’larda ise Garipçiler, şiirimize bütün geleneksel poetik değerlerin dışında bambaşka bir yön çiziyor, poetik estetiği yıkıp yeninden kuruyorlardı. Bu arada, yine 1940’larda Nâzım Hikmet’in etkisinde gelişen 1940 Kuşağı Toplumcuları da (Attilâ İlhan, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, A.Kadir, Enver Gökçe, Arif Damar, Ahmet Arif, Şükran Kurdakul vd.) şiirde siyasal eğilimi, devrimleri, hümanizmi, memleketi öne çıkaran bir anlayışı benimsiyorlar, buradan yeni bir şiir geliştirmeye çalışıyorlardı. Kısacası, 30’lu ve 40’lı yıllarda Türk şiiri böylesine değişik eğilimlerin göz önünde olduğu bir panoramayla karşı karşıya bulunuyordu. Bu bakımdan, Cahit Sıtkı’nın Ziya Osman’a yazdığı mektuplarda hem kendi dönemlerinde yazıp çizen hem de daha önceden gelen ya da yeni kuşaklarda ortaya çıkan şairlere dair gözlemlere, izlenimlere yer verilmesinden doğal bir şey olamazdı. Dolayısıyla Cahit Sıtkı’nın Ziya Osman’a yazdığı mektuplarda sık sık başka şairlerden bahisler vardır. Bunlar için bugünlerde kapsamlı bir makale yazıyorum. Burada sadece sembolizmin Fransız ve Türk şiirindeki bazı temsilcileriyle ilgili değinmelere bakacağım.
Cahit Sıtkı, mektuplarda, kendi estetiğinin esas kaynağı olarak Baudelaire’i gösterir. Galatasaray Lisesi’nde okurken şiirlerini ezberlediği, sonra şiirlerinden bazılarını tercüme ettiği[2] Baudelaire; sembolizmiyle, modern estetiğiyle, şairin kişiliğine ve özel dünyasına verdiği önemle Tarancı’nın ustalarının başında gelir. Modern şiirin bu dev şairinin dünya şiirini etkileyip dönüştüren Elem Çiçekleri (Kötülük Çiçekleri) kitabı Cahit Sıtkı’nın doğumundan 53 yıl önce (1857) yayımlanmıştır. Ne var ki, yeni yayımlanmış bir şiir kitabı, hatta kutsal kitap gibi, nereye gitse Cahit Sıtkı’nın çantasında, yatağının başucundadır. Baudelaire’in yanı sıra diğer Fransız sembolistleri de onun ilgi odağındadır: 15 Mart 1942 tarihli mektubunda şöyle diyor: “Koca Baudelaire! Hepimizin namımıza ne güzel konuşmuş! Şiire Baudelaire’i anlıyarak sevmekle başlamış olmamızın bizim için sahiden bir talih eseri olduğunu zamanla idrak ediyorum. Türkçede ‘Les Phares’ gibi bir şiir yazabilirsem, muhakkak Baudelaire’i de zikretmek lâzım. Baudelaire muhabbetimin, tesir unsurlarından sıyrılarak, mücerret bir istiklâl kazandığına öyle memnunum ki! Birçok şiirlerimin hakiki güzelliğini ve ehemmiyetini de şimdi anlıyorum. Mallarme’nin şiirleri de yanımda. Her okuyuşumda yeni güzellikler keşfetmekteyim. Rimbaud yanımda değil maalesef.” (s. 99)
Cahit Sıtkı şiire hayatın temel meselelerinden biri olarak bakmıştır. Şiir, onun hayatının vazgeçilmezlerindendir. Hayatta bulamadığı güzellikleri şiir yoluyla yaratmaya ve böylelikle hayata bir anlam ve güzellik katmaya çalışır. Şiirin gayesinin dünyada güzellikler yaratmak olduğunda inanan Cahit Sıtkı bu paralelde şairleri üstün insan sınıfında görür. Yaşama sanatına büyük şairlerin yapacağı katkıların sınırsızlığına inanır. İnsanı yakalayamayan şiirin başarısızlığına dikkat çekmesinin esas nedenini burada aramak gerekir. Şair olmak, büyük şair olmak, hayatın ritmine daha insani değerler katmakla, hayatı güzelliklerle donatmakla, insana dair olandaki sıcaklığı duyurmakla mümkündür ona göre: “Sana bir şey söyleyeyim mi Ziya’cığım? En ileri, en mükemmel insanlık kaidelerinin gene san’atkârlar tarafından vaz’edildiğine inanacağım geliyor, sanatın gayesi ahlâk mükemmeliyeti olmamakla beraber. Meselâ, yalnız Baudelaire’den, bir insanın cemiyet içerisindeki hareketlerini tanzim edecek bir kaideler mecmuası çıkarmak pekâlâ mümkündür. Oscar Wilde gibi insan tarafı sanatkâr tarafı tekemmül etmemiş sanatkârların bizi yüzde yüz tatmin etmemesi de bundan olsa gerek. Bir Goethe’nin o olempiyen kemalinin sırrını da sanatkârlarla insanı sarmaş dolaş ettirmesini bilmiş olmasında aramalıdır. (…) Bak Verlaine’e; en büyük günahları işlemiş olmasına rağmen sonradan Allah’la ne güzel konuşmuş! Mallarmé ve Valéry’nin o kısmî soğuklukları herhalde ‘insan’ı ihmal etmiş olmalarından ileri gelmektedir. Mücerret şiirden, bunun için kaçınmak lâzım. Ben şahsen mücerretten müşahhasa doğru yaptığım tekâmülden memnunum. Şair, ressam, müzisyen, mimar… ilh.. olmadan evvel insan olduğumuzu bir dakika bile hatırımızdan çıkarmamalıyız.” (s. 104)
Cahit Sıtkı, şiirin dahilerine hayranlık duymaktan ve bunu sık sık dile getirmekten şairce bir haz alır. Neredeyse her cümlesi, adlarını andığı büyük şairlere bir saygı duruşudur. Sanatı ve dolayısıyla da sanatçıyı kutsallaştıran bu anlayış, onun şiire bağlılığındaki temel argümanlardan sayılabilir. Şiirin dehaları arasına kendi adını da yazdırmak onun için kutsal bir amaca dönüşür. Şiiri neredeyse bir din gibi görür ve bütün ahlak kurallarının, iyi davranışların şairlerin onların eserlerinde yer aldığına inanır. Eserde insanın mutlaka yer alması gerektiği düşüncesi, Tarancı’nın bu konudaki fikirlerini yönlendirir. Burada da aklına ilk gelen, biraz önce değindiğimiz gibi, Baudelaire’dir; ardından sözü bizim şairlerimize getirir. O sıralarda yaşanan ve edebiyat dünyasında da yansıma bulan Yahya Kemal-Ahmet Haşim çekişmesine, Yahya Kemal’in çeşitli dedikodular üreterek Haşim’in aleyhinde bulunmasına Tarancı’nın duyduğu kızgınlık Ziya’ya Mektuplar’ın sayfalarında adeta küçük çaplı bir yangın çıkarır: “Bizde (ise) maalesef, meselâ Yahya Kemal’in, Haşim’in aleyhinde bulunduğunu duyduğum zaman ondan nefret edeceğim geliyor. Eserindeki o parnasyen yani ruhsuz mükemmeliyetin sebebi de budur; insan payı noksan. İnsandan şaşmamalı Ziya’cığım; başımızın belâsı da Mevlâ’sı da insandadır.” (ss. 104-105)
Cahit Sıtkı’nın, 1940’larda Yahya Kemal’e bir kızgınlığı olduğu açıktır. Bu kızgınlık kişisel bir nedenden mi yoksa edebiyat içi bir nedenden mi kaynaklanıyor, mektuplardan bunu anlamak mümkün değil. Belki şair kıskançlığı demek gerekecek. Evet, Cahit Sıtkı 1940’lardaki mektuplarında zaman zaman iyi şeyler de söylemekle beraber genellikle Yahya Kemal’in aleyhindedir. Olumlu şeyler söylediği zaman bile arkadan olumsuz bir bakış kendini hemen gösterir. Yahya Kemal hakkında söylediği olumsuz şeyler daha çok onun kişiliği ya da insani yönleri üzerindedir. Sanatkârlığı hele de şiirde biçime önem vermesi bakımından onu över fakat biraz önce temas ettiğimiz psikoloji kendini göstermekte gecikmez: “Bana öyle geliyor ki, bugün, yapılacak şey, Victor Hugo’nun Fransızcada yaptığını daha şuurlu, daha ölçülü ve hele daha salim bir zevkle yapmaktır. Türkçenin müsaadesi nispetinde buna çalışmak, aza kanaat etmek istemiyen her şairin, vazifesi olmalıdır bence. Her vakit söylediğim gibi, şiir nihayet dil ve kelime işidir. Duygular, fikirler, buluşlar filân sonra gelir. Yahya Kemal bunu anlamış, fakat gücü yetmediği için bir sesle iktifaya mecbur kalmıştır. Hayırlısıyle, askerlikten sonra, bir rakı ve şiir meclisinde bu itirafı Yahya Kemal’den çok ustalıkla koparmayı sana vadediyorum. Gene sözü fazla uzattım, ne yapayım zayıf tarafım bu; benim sevgilim de şiir.” (s. 93)
Şairlerin şairlere daima borcu vardır. Bunu sadece dil borcu, estetik borç olarak görmemek gerekir. Cahit Sıtkı’nın mektuplarında şairlerle ilgili değerlendirmelerini okurken bunu da düşündüm. O, şairin insan tarafını ihmal etmemekte ısrar ediyor. Hassas bir ruha sahip olması, şekle büyük önem vermekle beraber sanatı sadece şekil tarafıyla görmemesi, o şekli inşa eden insanın ruhuna inmeye çalışması bundan kaynaklanır. Başka şairlere değil sadece, kendisine bakarken de bu noktadan hareket eder. Soyuttan somya geçip otobiyografi temelli şiirler kaleme almasında hayatın şiirle, şiirin hayatla iç içeliğini kavramış olması rol oynamıştır. Yaşama sevinciyle ölüm korkusunu bir paradoks olmaktan çıkarıp bir yaprak kâğıdın iki yüzü gibi bütünlüğe kavuşturmasını da bu tavrına borçludur. Mektuplardaki her bir sayfa bu çerçevenin içini dolduran izlenimlerle renklenir, anlam kazanır. Cahit Sıtkı, “sembol”ün sadece bir yansıtma aracı olmadığını görmüş, başta Baudelaire olmak üzere sembole hayatın içinden canlılık katmayı bilmiş şairlere duyduğu saygı ve sevgiyle o zincirin kuvvetli bir halkası olmuştur. “Otuz Beş Yaş, Abbas, Desem ki, Gün Eksilmesin Penceremden, Bir Kapı Açıp Gitsem” vd.ni bir de bu gözle okumak gerekir.
[1] Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, Varlık Yay., İstanbul 1957
[2] Bazı şairler, “Balkon” çevirisinin orijinali derecesinde güzel olduğunu söylerler.
edebiyathaber.net (7 Mayıs 2022)