Rebecca Solnit, gezginliğinin yanı sıra hem kendini hem de geçmişi keşfetmesi babında meşhur bir yazar. Gerek denemelerinde gerek inceleme metinlerinde yolunu kaybetme, kendini bulma ve olup biteni anlamlandırma temaları öne çıkıyor.
Otobiyografik denemelerinin yer aldığı Kaybolma Kılavuzu’nda Solnit, okuru yaşamındaki sembolik gezginliklerle buluştururken kimi zaman ana yoldan sapıyor kimi zaman hikâyelere ve tarihî anekdotlara yöneliyor, bazen de belirsizliğin, çaresizliğin, hatırlamanın ve mekânların üzerine gidiyor. Başka bir deyişle anlattığı hikâyelerde, yerlerin ve olayların içinden geçiyor.
Kaybolmak felaket değildir
Solnit, geçmişiyle tarihi, kültürü ve diğer yaşanmışlıkları birleştiriyor Kaybolma Kılavuzu’nda. Bazen de kapıları zorlayarak hayatı anlamaya uğraşıyor: “Karanlıkta kapıyı bilinmeyen için açık bırak! En önemli şeyler oradan gelecektir, hatta kendine bile ancak bu kapıdan ulaşabilirsin; gitmeyi düşündüğünde de yine o kapıdan çıkarsın.”
Solnit, gitmesi gereken veya kendisine uygun yolu bulmaya çabalarken günümüzde eksikliğini hissettiğimiz sevgi, zarafet, bilgelik ve ilham gibi duraklara uğruyor. Bunlar ona hayatî bir gerçeği hatırlatıyor: “Kimse kaybolmaz aslında; insan ancak kendisini kaybedebilir. Bu bilinçli bir tercihtir, seçilmiş bir teslimiyet ve coğrafya aracılığıyla ulaşılan ruhanî bir tasarruftur.”
Yolda ve yolculukta öğrenilenlerin, bir yere varmaktan daha önemli olduğunu sezdiren Solnit, kaybolmanın neden hâlâ çok önemli olduğunu anlatıyor: “Kaybolanların büyük bölümü, tabiatın açık bir kitap gibi karşılarında duran dilini okuyup yazma konusunda titizlik göstermez. Hatta çoğu kez, bu dili okumak için durup düşünme zahmetine bile katlanmazlar. Halbuki, söz konusu olan doğrudan yeryüzünün dilidir. Hiç şüphesiz, bilinmeyenin kucağında kalabilmek de başka bir sanattır. Kendisini birdenbire ıssızlığın ortasında bulan bir insanın paniklememesi ya da acı çekmemesi için sağlam bir beceri sahibi olması gerekir.”
Yola çıkmanın, kaybolmanın ve sonra yeniden yolunu bulmanın bir felaket diye değerlendirilmemesi gerektiğini anlatıyor Solnit. Bütün bu süreçlerin, giderek körelen arama yetisini yeniden güçlendireceğini belirtiyor. Arayan kişinin, kendi haritasını çizeceğini hatırlatıyor metinlerinde.
Mesafenin öğreticiliği
Solnit’in çizdiği haritalarda doğa, tarih, hatıralar, anıların yol göstericiliği ve etrafta olup biteni anlamlandırmaya yarayacak işaretler var. Yazar, kendini kaptırdığı bu yürüyüş ve keşif sürecinde zamanın zincirlerinin gevşediğini fark ediyor. Ayırdına vardığı bir başka şey ise mesafenin insana her yaşta nasıl oyunlar oynadığı.
Solnit, bir noktadan sonra geçmişine bakıp yaşadıklarını hatırlarken bahsi geçen bu mesafeyi hissediyor. Gördükleri, her seferinde değişiyor ve yolda kendisine ait izler buluyor: “Bazen kendime ait bir tarihim bulunmadığı için tarihçi olduğumu düşünüyorum. Tabii bir de gerçeğin ele avuca sığmadığı bir ailede gerçeği anlatmakla ilgilendiğim için… Bu amaca ulaşmanın en sağlam yolu, gerçekle otoriter ve objektif bir ilişki kurmak yerine, kendi arzu ve niyetlerimi açığa çıkarmaktan geçiyordu. Zira gerçek, sadece olayların gerisinde bir yerde saklanmıyordu. Umutların ve ihtiyaçların altında da o vardı. Yazdığım tarihlerin temel özelliği, genellikle gizli, kayıp, ihmal edilmiş ve başkalarının radarına girmeyecek ölçüde belirsiz ve biçimsiz olmalarıydı. Birilerine ait olan bakımlı tarlalar değildi onlar; birçok tarladan geçen ama kimseye ait olmayan patikalar ve su yollarıydı…”
Solnit’in bakıp düşündüğü tarih, yalnızca kendi geçmişinden ibaret değil elbette; Amerika’yı fetheden ama keşfedemeyen Avrupalılar, Rönesans resminden maviyi kullananlar, çöllerde gezerken başka hayatlarla karşılaşanlar, edebiyata sızan ve edebî olarak yaratılan yaşamlar yazarın gözüne çarpanlardan bazıları.
Daha sonra, geçmiş ve mesafe üzerine bir not daha düşüyor Solnit: “Her hayat, yakın ve uzak arasındaki mesafeyi adımlamakla geçiyor. Bazen eski bir fotoğraf, bazen eski bir arkadaş ya da bir köşede unutulmuş eski bir mektup, bize bir zamanlar olduğumuz o kişinin bambaşka bir yere gittiğini hatırlatır. Zira, orada, onların arasında oturan, ona değer veren, bunu seçen, şunu yazan o insan artık yoktur. Farkına bile varılmadan büyük mesafeler alınmıştır. Yabancı olan artık tanıdıktır ve bir zamanlar bize tanıdık gelen, yabancı değilse bile biraz tuhaftır, hatta rahatsız edicidir. Tıpkı zamanla küçülen bir elbise gibi rahatsız eder bizi ve hiç kuşkusuz, bazı insanlar diğerlerinden daha fazla yol alır. Bazıları için sorgulanması bile gerekmeyen bir kendilik algısı doğumda kazanılmış bir hak gibidir. Diğerleri ise yola bazen hayatta kalmak, bazen de keyif almak için ama mutlaka kendilerini yeniden keşfetmek amacıyla çıkar. Uzaklara yapılacak yolculuklar bunun için caziptir zaten. Oysa bazı insanlar, değerler sisteminin ve bu sistem için yapılan uygulamaların, tıpkı oturdukları ev gibi kendilerine miras kaldığını düşünür. Bazı insanlar ise o evi yakıp yıktıktan sonra, kendilerine ait yeni topraklar bulup her şeye sıfırdan başlamak derdindedir. Psikolojik dönüşüm söz konusu olduğunda bile derin izler bırakan böyle bir durum, kültürel dönüşüm aşamasında çok daha dramatik ve hatta trajik sonuçlar doğurur. Kendilerini bir başka kültürün içinde bulan insanlar, bedeni birden fazla kez parçalara ayrılan ve yeniden şekillenen kelebeğin ıstırabına benzeyen bir süreçten geçer.”
Kaybolma Kılavuzu; hem Solnit’in karşılaştıklarını yorumladığı hem de daha evvel başka yüzlerle, olaylarla ve yerlerle karşılaşanların tecrübelerini yorumladığı metinlerden oluşuyor. Yazar, anlatılarında yola çıkmak için herhangi bir amaca ihtiyaç duyulmaması gerektiğini, dünyada kalırken ondan ayrı düşülebileceğini, yalnızlığın insanlara pek çok şey katabileceğini, yolu kaybetmenin kişiyi aramaya iterek yaşamını anlamlandırmasını sağlayabileceğini ifade ederken gezinmenin ve bilinmeyene ulaşmanın, aylaklığı ve zamanı boşlukla doldurmayı olanaklı kıldığını söylüyor. Bir bakıma, kaybolmaya övgünün kitabını yazıyor Solnit.
Kaynak: Kaybolma Kılavuzu, Rebecca Solnit, Çeviren: Gökçe Gündüç, Minotor Kitap, 188 s.
edebiyathaber.net (8 Haziran 2022)