Serin bir Ankara gecesinde, Mamak’ın bu uzak mahallesinde, birbirine sokulup ısınmaya çalışan koyunlar gibi dağın göğsünde öbek öbek duran gecekondu evlerine bakarak açtı tütün tabakasını Muzo Dayı. Ne kadar çoktular, derme çatma, ucuz malzemeden inşa, birbirine benzeyen kagir, küçük bahçesinde sebzeler ve rüzgarlarda teslim bayrağı gibi sallanan ipe asılı çamaşırlarıyla, kentin hemen arkasında, yoksulluk ve yoksunluğun beden bulmuş halleriydi bu evler adeta.
Hayatla ev arasında sıkıştığında nefes alabildiği tek yer olan bu küçük evin avlusunda, Muzo Dayı sardı tütününü ve yaktı cigarasını, ilk nefesini üstüne dökülen külü umursamadan, yılların yorgunluğu ile oturduğu yerden sessiz bir “of” ile savurdu gecenin koynuna. Yüzünü serin bir rüzgar yalayıp geçti. Bir duman daha aldı derin, ciğerine hapsetti bir süre, sonra hafifçe kaldırıp başını üfleyip çıkardı dumanı içinden, tepede yükselen kentsel dönüşüm binalarına bakarak “herhalde ordan bakınca garınca gibi görünüyoz” diye düşündü. “Garınca mıyız biz? Garınca kadar ufağız ordan bakınca ve bir hayvana benzediğimiz de doğrudur, lakin bu garınca değildir. Bir lokma için birbirine saldıran garınca var mıdır acaba? Ben görmedim, dizi dizi olup, birbirine dokuna dokuna yuvaya ekmek götüren garınca ile biz aynı şey miyiz? Hey gözünü sevdiğim garınca, keşke garınca olsaydık” diye söylendi, dudağını yakan cigarasını, baş ve orta parmaklarıyla sıkıştırıp, bir fiske vurur gibi fırlatarak bahçe çitinin üzerinden aşırdı. Sonra topuğunu ezdiği ayakkabısını ayağında sürüyerek kapı eşiğinde çıkarıp içeri girdi.
Yer yatağında uyuyan çocuklarının üzerinden sessizce süzülüp karısının yanına geçecekti, “hayırdır baba, iyi misin?” diye seslendi küçük oğlan Şenol, “uyumadın mı la kerata? Sabaha işe gidicen ha,” dedi Muzo Dayı. “He biliyom baba, sesini duydum çıkarken, meraklandım öyle yani, iyisin di mi?” “He gurban olduğum iyiyim iyi, az efkarlandım öyle yani, bi cigara tüttüreyim dediydim, sen yat uyu hele, Allah rahatlık versin” “Amin, sana da” dedi Şenol, abisi Birol’un üzerinden yorganı az biraz daha kendine çekerek, kıvrılıp uykusuna döndü.
Muzo Dayı karısı Pamuk Ana’nın yanına uzanıp, onun yastığa yayılmış çoğu aklaşmış saçlarına, göbeği üstünde duran, her nefes alıp verişinde alaçalıp yükselen, kuruyup çatlamış ellerine baktı minnetle. Şimdi çatısı altında durdukları bu evin her köşesine bu çalışkan ellerin kokusu sinmişti, yıllardır karısına karşı zayıf görünmekten yahut millet ne der diye korktuğundan avucunun içine alıp yürüyemediği bu cefakar elleri tutup kokladı ve usulca öptü. Avcunda karısının eli, gözleri tavanda yarı uyur yarı uyanık sabahı bekledi.
Sabah, evin suskun çilekeşi Pamuk Ana’nın kurduğu yer sofrasına yerleştirdiği bardakların, siniye değen çatalların sesiyle geldi. Kuzinede pişen ekmeğin kokusu, yanan odunların çıtırtısıyla sıcaklığı evin her yanına dağılmıştı. Pamuk Ana çocuklarına “de haydi kalkın yavruum” diye seslenerek uyandırdı, sonra oda kapısından “de haydi sende kalk Muzaffer, bi kaç lokma bi şey ye, ağşamdanda yemedin.” Muzo Dayı kanlanmış gözlerini oğuşturarak doğruldu yatağından, oda kapısında göründüğünde “hayırlı sabahlar” dedi, çocukların yatağını, yorganını denkleyip kaldıran Pamuk Ana’ya, “hayırlı sabahlar olsun” dedi Pamuk Ana. Çocuklar avluda yüzlerini yıkayıp içeri girdiklerinde selamladılar babalarını. Muzo Dayı da selamlayıp çocuklarını, havlusu omzunda avluya çıktı, sabahın serinliğiyle dağıldı mahmurluğu, buza kesmiş suyu avuçlarıyla kendini tokatlarcasına vurdu yüzüne. Havlusuyla kurularken yüzünü tekrar baktı tepede duran yüksek binalara, hiçbir katına sığdıramadı yüreğini, “kimi böyle yüksekte, kimi bizim gibi alçakta, böyle oluyo demek dünyanın düzeni” diye geçirdi içinden, dişlerini sıktığını fark edince ağzını hafifçe açıp derin bir nefes aldı.
İçeri girdiğinde Pamuk Ana bardaklara çay koyarken, oğlanlar sessiz bir şekilde sedirin ucuna oturmuş, gözleri ile yerdeki ucu parçalanmış kilimin desenlerini tamamlamaya çalışarak babalarının gelmesini bekliyordu. Muzo Dayı başıyla yer sofrasını işaret ederek çağırdı çocukları kahvaltıya. Saygılı ve suskun bir ibadet halinde yutuldu lokmalar, yudumlandı çaylar. Muzo Dayı “Elhamdüllilah, afiyet olsun, eline sağlık Pamuk Hanım” deyip, cebindeki tabakasını yoklayıp kalktı sofradan ve avluya çıktı. Baba yadigarı tabakayla çakmağını çıkardı cebinden, bir ince kâğıt sıyırdı desteden, bir parça tütün alıp tabakadan yatırdı kağıdın ortasına, babasından göre göre öğrendiği şekilde yuvarlayarak şeklini verdi tütüne, kağıdın kıyısını dilinin ucuyla ıslattı, birkaç parçasını ısırıp tükürdü sonra yapıştırdı ıslattığı tarafı. Yaktı cigarasını, içerden çocuklarla Pamuk Ana’nın sesleri duyuluyordu. Birol “Ana, sana bi şey dedi mi babam? Ne edecez yıktıracak mıyız evi?” “Vallah bilmiyom a oğul, hiç bi şey demiyo kaç gündür, hep düşünüp üzülüyo.” “He ben de gördüm gece, efkarlanmış idi” dedi Şenol. “Belediyenin verdiği mühlet doluyo ha, bi karar vermek icap eder,” diye devam etti Birol. “Vallahi oğul, babanın yüreği yufkadır ama inadı çelik, hiç konuşmuyo, hep susuyo, bilmiyom ama kolay değildir elbet,” dedi Pamuk Ana. Şenol, “Haydi abi geç kalıyoz işe ha,” diye seslendi ağabeyi Birol’a. Birlikte kalktılar sofradan, analarını öpüp avlu kapısından babalarının yanına çıktılar. “Biz işe gidiyoz baba,” dedi Birol, “var mı bi diyeceğin, bi isteğin?” “Allah razı olsun oğul, ben de geleyim sizle gahveye kadar, belediyeden memurlar gelip konuşacakmış bügün bizim gibilerle, bi karar verecez,” deyip ayağa kalktı ve içeri seslendi “Pamuk hanım, biz gidiyoz var mı diyeceğin, bi isteğin, arzun” “Selametle, uğurlar ola ” diye cevapladı Pamuk Ana.
Muzo Dayı ve oğulları yan yana yürüyerek ayrıldılar evden. Kahve kapısında babalarının ellerini öperek vedalaşan çocuklar çalıştıkları ambar kargo ofisine doğru yürüdüler. “Selamın aleyküm ağalar” diye selamladı kahvedekileri Muzo Dayı “ve aleyküm selaam Muzo Dayı” diye karşılık buldu selamı, kahvedeki masalara şöyle bir göz attıktan sonra, sobaya yakın masada oturan hemşerisi, pazarcı Halibram’ın yanına doğru ilerledi. Masaya yaklaştığında Halibram okuduğu gazeteden başını kaldırıp, hafifçe doğrularak karşıladı Muzo Dayıyı, “Hoş geldin Dayı” dedi, Muzo Dayı hafifçe onun omzuna dokunarak saygısına karşılık verdi ve “hoş bulduk yeğenim” dedi, sandalyesini sobaya yaklaştırarak yerleşti masaya. Halibram “gahve içeriz di mi dayı?” “Sağol içmim yeğenim hiç tadım tuzum yok” Halibram kahveci Sait’e seslendi “Yap bize iki orta gahve, ölümlü dünyadır ha, biz gideriz hatırı kalsın.” Muzo Dayı, “Doğru diyon yeğenim ölümlü dünya, eh içelim madem bir gahveni,” deyip gülümsedi, yüzünde yoksulluğun bu bedenlere kazıdığı o çileli kat kat çizgilerin arasından.
Kahveler içilirken Halibram’ın gözü, az önce okuduğu gazetedeki bir habere kaydı, “Vay babanın kemüğüne,” dedi, “Muzo Dayı az dinle beni haberi okuyam sana da.” “Oku yeğenim,” dedi Muzo Dayı.
“Sahil bölgelerinde yaşayan balıkçıl kuş türü martıların, denizi olmayan Başkent’teki sayıları arttı. Kıyı kentlerinden yola çıkan balık kamyonları üzerinde Ankara’ya gelen martılar, Balık Hali’nde besleniyor, Gençlik Parkı’nda konaklıyor. Nisan ayında avlanma yasağının başlaması ile birlikte Balık Hali’nde yiyecek bulamayan martılar, Başkent’i terk etmeye başlıyor. Kenti terk edemeyen martıların bir kısmı çöplüklerde her türlü evsel gıda artıklarını yiyerek hayatta kalmaya çalışırken, bir kısmı da kirli akan Ankara çaylarında yiyecek bulmaya çalışıyorlar. Bu kirli alanlarda yaşam mücadelesi veren martıların renkleri kirlenip karardıkça kargalardan ayırt edilemiyor,” diyordu haberde.
Muzo Dayı’nın yüzüne bir tebessüm yayıldı, gözlerinden belli belirsiz bir ışık geldi geçti. “Ey gurban olduklarım bir lokma ekmeğin peşinden, yurdunu yuvasını bırakıp taa buralara kadar geliyolar, martılıktan çıkıyolar, hep ekmek davası işte, görüyon mu, bizim gibi bizim gibi…” deyip sustu.
Halibram da derin bir sessizliğe savruldu. Az sonra belediye memurları selam vererek girdiler içeri, hal hatır sorup hoş beşten sonra, yıkım kararı alınan mülk sahiplerinin yoklamasını yaptılar. Yıkım kararı ile ilgili gerekçeleri, yasal düzenlemelere ait bilgileri kâğıttan okudular. Muzo Dayı’nın gönlü martılarda kalmıştı, aklında kalanlar ise “6306 sayılı kanun, heyelan, riskli bina, kentsel dönüşüm, yüklenici firma ve 18 ay kira yardımı” idi. Kağıtlara imzalar atıldı, eller sıkışıldı, hayırlı olsunlar dilendi ve memurlar yine selam ile ayrıldılar kahveden.
Muzo Dayı “Yeğenim senin kamyoneti yarın yükleyelim müsaitsen?” diyerek döndü Halibram’a. “Yükleriz dayı, sen emret” “İyi o zaman, yarın sabahınan gelirsin, gahvende makbule geçti yeğenim, ziyade olsun, müsadenle” deyip ayrıldı kahveden.
Muzo Dayı, yoksulluğun insan ruhunu teslim alıp, bedenlerini eğip büktüğü bu yoksul mahallenin sokaklarında dolaştı bir süre, her şeyin idareli kullanıldığı ama hiçbir şeyin idareye yetmediği bu evlerin hepsine dokundu gözleriyle, sessizce vedalaştı. Eve vardığında, Pamuk Hanım avluda, elinde yıkamış olduğu çamaşırları ipe asıyordu. Muzo Dayı usulca yerleşti her zamanki yerine, iç geçirerek baktı avluya ve evine, her köşesine yerleşmiş anıları canlandı hayalinde, gözleri önünde yıkılmasına dayanamazdı bu evin, bir sızı hücum etti gözlerine, başını yukarı kaldırdı, yükselen binalara baktı tekrar “siz yüksekte olmayı marifet bilirsiniz, paranız, mevkiiniz arttıkça daha yükseğine göz dikersiniz ama yükseldikçe de korkarsınız düşmekten bilirim, lakin bizim burada daha düşecek ne yerimiz ne halimiz kalmıştır” diye söylendi. “Bi şey mi dedin Muzaffer?” diye sordu Pamuk Ana. “Yarın gidiyoz, dengleri yapalım beraber, çok bi şeymiz de yok zaten, yatak yorgan, tas tabak, işe yarayacak ne varısa işte deng edelim.” Günlerdir düşünüp bir karar veremediği, verip vazgeçtiği, nasıl söyleyeceğini bilemediği cümleler bir solukta çıkıvermişti ağzından. “Nereye gidecez?” diye sordu Pamuk Ana. “Ait olduğumuz yere,” diye cevapladı Muzo Dayı uzaklara bakarak. “Cehennemin dibine gidecez herhalde,” diye düşündü Pamuk Ana, “İyi madem,” dedi sesini içine doğru çekerek, dağılan saçlarını yaşmağının altında toplayıp yöneldi eve. Akşam oğlanlar gelince onlara da aynı şeyi söyledi Muzo Dayı “ait olduğumuz yere”. Birol ve Şenol buraya ait olduklarını düşünmelerine rağmen sustular çünkü yüreklerini koparamayacak kadar da babalarına aittiler ve onun kararına uyacaklardı…
Sabah erkenden geldi Halibram, kamyoneti eve iyice yaklaştırdı, kasasını açtı, Muzo Dayı süt beyaz bir gömlek giymişti, sanki göçmüyor da düğüne gidiyordu, yüzündeki derin çizgiler yumuşamış, gözlerinde bir inanmışlığın netliği ve yeniden doğuşun ışıltısı vardı sanki. Nereye gideceklerini söyledi Halibram’a sessizce. Hep birlikte yüklediler kamyoneti, küçük oğlan Şenol annesi ile birlikte ön tarafa geçip oturdular, Birol ve Muzo Dayı kamyonetin kasasında, gözleriyle vedalaşarak evleriyle, yola çıktılar. Samsun asfaltından mahallelerine son kez bakarken sordu Birol “Nereye gidiyoz baba?” Muzo Dayı beyaz gömleğinin içinde bir martı gibi kollarını açarak haykırdı “Denize dönüyoz oğlum denizee”….
edebiyathaber.net (12 Haziran 2022)