Hafta içi olduğundan sahilde pek kimse yoktu. Genç adam okuduğu kitabı yanındaki plastik sehpaya bırakıp elini kumlu sırt çantasının dibine daldırdı. Çıkardığı yeşil elmayı üfleyip püfledikten sonra haşin bir ısırık aldı. Sahilin bir ucunda ortalığı çamura boğan otel inşaatının uğultusu az da olsa kulağına geliyordu. Kim bilir okumaya ara vermesi belki de bu yüzdendi. Arkasından, tırnakları körelmiş kara kuru çıplak ayaklarıyla kızgın kumları tepeleyerek yanına yanaşan, kırk beş elli yaşlarındaki adamı da işte tam bu ısırıktan sonra fark etti. Bir öğleden sonrası güneşinin kavis verip yere devirdiği gölgeliğin orta yerine elindeki siyah poşetle dizlerini kırıp oturdu adam. “Şu serinliğe ilişsem seni rahatsız etmiş olmam herhalde” dedi. Karga gibi bir burnu, en az bir hafta tıraş yüzü görmemiş beyaz sakalları, yine uçları kırlaşmış, kirden mi terden mi olduğu belli olmayan yapış yapış kara kıvırcık saçları vardı. Kaşlarının ucu aşağı bakıyor yeşile çalan kısık gözlerini de çekerek beraberinde götürüyordu. Hafif bir meltem, nemli sıcağın ortasında sehpadaki kitabın sayfalarını, tepedeki yıpranmış şemsiyenin yalpalayan tentesini okşuyordu. Genç adam elinde elmasıyla az önce uzandığı şezlongda doğrulmuş, yanına gelen davetsiz misafiri izliyordu. Adam baş parmağı olmayan sağ eliyle siyah poşetten çıkardığı iki biradan birinin kutusunu “çat “diye açıp gürültülü bir yudum aldıktan sonra Genç Adama dönüp;
“Sen konuşmaz mısın birader dilin yok mu?”
“Yok dilim var var olmasına da bu sıcakta bira çarpmasın abi seni?”
“Sıcak soğuk fark etmez aslanım yalnız bira soğuk olacak, burada tek şart biranın soğuk olması. Para verip bunları tutmuşsun da bak gölgesinde ben oturuyorum seni sıcak çarpmasın sakın.”
“O gölge az evvel de benim üstümdeydi güneş yatınca ben de üstelemedim biraz güneşlenmek istedim.”
“E güneşle beraber bu da kayıp gider tabi. Hiçbir şey yerinde durmuyor ki birader güneş dursun. Oradan buradan dondurma şemsiyesi araklayıp gölgeyi bile parayla satıyorlar, çakal sürüsü… hepsi çakal sürüsü. Kaç para verdin bunlara?”
“Abi ne yapacaksın parasını sen gölgeye geldin oturdun işte.”
“Bak, bu ne bu?”
“Şezlong”
“Bak bu fuzuli, şemsiye eyvallah ama kuma uzanmak varken. Bu plastik hem doğal değil hem de bu sırtı bozuyor anlatabildim mi? Bunun üçünü paket yapıyor, fiyat yükseltiyor ama şemsiye eyvallah.”
“Abi tamam her neyse.”
Adam, sanki gencin son söylediğini duymamış gibi birasından bir yudum daha alıp ufku seyre daldı. Genç adam elindeki elmayı çantaya fırlatıp kitabına döndü. Sırtını dayayıp kaldığı sayfayı araladı ki, gözleri kitabın üzerinden denizin ortasında gidip gelen bir şeye takıldı. Belki yanındaki davetsiz misafire değil de kendi kendine istemsizce “Yunus mu o?” dedi.
“Ne Yunus mu?”
“O ne abi uzaklarda bir şey batıp çıkıyor işte.”
Adam elini gözüne siper etti. Belki üç yüz kulaç ötede gidip gelen siyah karartıya bakıp “Her şey olabilir?” dedi.
“Nasıl her şey olabilir? En fazla Yunus balığıdır belki sürüsünü kaybetmiş yolunu şaşırmıştır.”
“Onca balık varken niye Yunus balığı dedin?”
“Baksana buradan kambur sırt yüzgeci batıp batıp çıkıyor, dürbün olsaydı yakından bakardık. Bu sahile ayaklı bir dürbünmatik koymak lazım aslında. Bir lira atıp bakıyorsun ya hani çarşıdaki parkın sahilinde olandan.”
“Çarşıya gidip dürbünle bakalım o zaman belki mürekkep balığını görürüz.”
“Kafa mı buluyorsun abi buradan daha yakınız ve göremiyoruz ne olduğunu. Şimdi bu noktadan baksak görürüz diyorum.”
“İnsan bazen gözünün önündekini görmüyor aslanım. Gözlüğü gözündeyken gözlüğünü arayan adamlar var, sonuçta dürbün uzaktan bakmak için değil mi? Gidip bir lira atalım belki mürekkep balığıdır. İcabında şimdi gözüne mi inanacaksın dürbüne mi? Meselenin özü bu yani.”
“Ne alaka şimdi abi Allah’ını seversen. Mürekkep balığının sekiz on tane kolu var gördüğün şey mürekkep balığına benziyor mu?”
“Şimdi bu mesafeden zor tabi ama kollarından birini suya uzatmıştır mesela, insan tabiatı bu, göz yanılır. Hem balıklar sonuçta birbirini yemiyor mu? Yunuslar ekseri mürekkep balığı avlarlar değil mi? Netice de “ne yersen o olursun” derler. Şimdi ayıptır söylemesi ben öküz yediğimde öküz gibi oluyorum mesela, güçleniyorum daha böyle bir enerjik boğa gibi zapt edilmez yani. Hayvanın canı, kanı, siniri vücuduma giriyor haddi zatında. Söz gelimi ha Yunus, ha Mürekkep iki si de aynı kapıya çıkar aslında.”
“Aynı kapıya çıkar? Yunus balığıysa Yunus’tur aynı kapıya çıkar mı hiç? Yunuslar memelidir insan gibi yavrularını doğurarak çoğalır, dokuz ay karnında taşır emzirirler. Omurgalı bir hayvan yani bizler gibi.”
Adam parmaksız eliyle sehpadaki kitabı işaret ederek; “Sen okur yazarsın tabi biz o kadar bilemeyiz. Ben mektep görmedim. Roman diyorlar galiba kalın olunca roman oluyor değil mi?” Genç adam hafifçe başını salladı. Meseleyi nereye bağlayacağını merak ediyordu. Adam konuşmaya devam etti;
“Şimdi okey baş tacı, omurgalı bizim gibi ama bazı insanlarda omurgasız oluyor. Söz meclisten dışarı kaypak oluyor.”
“Abi sen cidden dalga mı geçiyorsun?”
“Niye dalga geçeyim aslanım dalga denizde olur. Ne gördüysem onu söylüyorum. Söz temsil artistik yer cimnastiği.”
“Jimnastik abi”
“He işte jimnastik diyorum. Televizyonda izliyorsun dışarıdan bakınca normal insan gibiler ama eğilip kıvrılınca sanki lastik gibi sünüyorlar insan düşünüyor bunlarda kemik eklem uyluk ne arasın diye. Sihir gibi işte insanın aklı almıyor. Bak mesela belki dikkat etmişsindir benim bu parmak yok. Küçükken ne oldu? Hızar makinesine kaptırdık. Köyde doktor yok o zaman. Sigara külü var ya bildiğin, sigara külünü basıverdiler güzelce de sardılar. Ha bunu niye anlatıyorsun diyeceksin. Şimdi bu parmak gitti tamam. Gerçi beni küçükken tekrar yerine gelir diye kandırıp avuttular orası ayrı psikiyatrik yani teselli amaçlı. Sonra düşündüm cenabı Allah’ın işine akıl sır ermez ya işte kaç parmak var; Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi sekiz, dokuz. Demek ki birine bir şey olursa onun yerine ötekiler işleyecek bir çeşit yedek de yani Mürekkep balığının bacağı misali.”
“Abi taktın iyice mürekkep balığına”
“Hayatım parmak yok diyorum omurga diyorsun. Daha bunun neresinde omurga! Ha şimdi bu ellere omurga ne yapacak. Farzı misal ben kendimden örnek vereyim. Zanaatkar adamım demir profil keserim, kaynak yaparım tahta çakarım, çekiç sallarım kulağımı kaşırım burnumu oyarım. Bazen dokuz parmak bile fazla benim gibi adama. Ama kimisinin de kırk parmaklı omurgası olsa yetmez, herkeste omurga var dersen bence herkeste yok.”
“Tamam abi sen haklısın.”
“Kime göre haklı neye göre haklı mevzu derin birader.”
“Derin abi”
“Ha bak işte ne güzel anlaşıyoruz, muhabbet ediyoruz. Medeni insanlar ne yapar konuşarak anlaşır, hayvanlar ne yapar koklaşarak anlaşır. Niye koklaşıyorlar peki? Orası meçhul. Köpek burnunu dikip kokluyor koku tanıdık değilse kulaklarını dikiyor huylanıyor e bundan sonra ne oluyor, sana soruyorum ne oluyor?”
“Ne oluyor?”
“Havlıyor birader konuşacak hali yok ya hayvanın. Köpek havlar, kedi miyavlar, at kişner, horoz öter, aslan kükrer, e mürekkep balığı da doğal olarak mürekkep atar. Bu böyledir yani.”
“Abi bezdim yeter.”
“Şimdi ben buraya niye geldim. Normalde hafta içi alkolü ağzıma sürmem. Şimdi diyeceksin ki birader niye içiyorsun, derdin ne? Kafam bozuk ki geldim içiyorum. Kodamanın biri ahan da şu sahilin başına otel dikiyor, ben taşeron adamım, ustabaşımdan başka patron tanımam tınlamam. On günlük işin var dediler kendimizi ayarladık geldik. E şimdi beni buraya getirmişsin, on gün olmuş on beş gün… dur diğer elimle göstereyim.”
“Tamam abi ben anladım.”
“Ha on beş gün. İşi neredeyse bitirmişim. Alacam para mı çekilecem inzivaya, mideyi ateşleyip bir iki şişe parlatacam. Dün alüminyumum bitmiş kaynak teli almaya bir iki saat çarşıya inmişim. Yüzme havuzunun yanındaki barın sundurmasını kalem gibi yapmışım, yerine oturtmuşum. Onca emek onca eziyet. Kodamana beğendirememiş olacak ki ben yokken yeni mezun mimar lavuğun biri gelmiş. Eee? ‘Bu dış cepheyle sundurmanın tepesi olduğu gibi aşağı inecek, yeni proje var.’ Ulan kendi elimle yaptığım şeyi kazma kürekle bana niye yıktırıyorsun. Özenmişim yapmışım, bir kere olmuş. Olmuşla ölmüşe çare yok derler birader bunlar olmuşu da öldürüyorlar. Nerede emeğe saygı, nerede mesleki ahlak!”
“O mimar lavuk benim abi.”
“Sen mimar mısın?”
“Evet abi.”
Bunu duyan adam mürekkep balığının avını şaşırtmak için denizi boyayıp bulandırdığı gibi ani bir refleksle elini gözüne siper etti belki üç yüz kulaç ötede köpüren karartıya bakıp “Senin Yunus yolunu şaşırdı Mimar Bey,” dedi. Genç adam dudağında beliren ince tebessümle donup kalırken “Çat” diye açılan bira kutusunun sesini işitti.
edebiyathaber.net (3 Temmuz 2022)