““Bana ne oldu?” diye geçirdi içinden. Düş değildi gördüğü. Biraz küçük ancak içinde bir insanın yaşayabileceği, duvarları tanıdık gelen odası hiçbir şey olmamış gibi duruyordu..
F. Kafka, Dönüşüm*
Keçiören Ana Çocuk Sağlığı Merkezinde on üç yıldır çocuk doktoru olarak çalışan Dr. Ahmet K. bir sabah huzursuz düşlerden uyandığında, kendini yatağında içi yazma isteğiyle dolu bir insana dönüşmüş olarak buldu. Son on üç yıldır her gece saat on biri geçmeden çoktan uykuya daldığı Bellona’dan alınma ortopedik baza yatağından başını azıcık yukarı kaldırıp kendini incelediğinde, vücudunda göze çarpar bir değişiklik olmadığını gördü. Miyop gözleriyle, tatlı bir kavis yapmış göbeğinin, ince bacaklarının ve dar omuzlarının yerli yerinde duruyor olduğunu görmek onu oldukça rahatlatmıştı. Ancak içinde bugüne kadar hiç bilmediği korkunç bir yazma isteği vardı. Bugün onun kırkıncı yaş günüydü, bunun bir insanın kırkıncı yaş gününde başa gelebilecek en kötü şey olduğuna karar verdi. “Bana ne olmuş böyle?” diye düşündü. Bu bir düş değildi. Çünkü yanı başında hâlâ yeni güne uyanamamış olan karısı vardı. Üstünde ambalajından çıkarılmış, ilaç mümessillerinin verdiği eşantiyonlardan oluşan bir koleksiyonun –Ahmet K. bir çocuk doktoruydu zira- yayılı olduğu masanın üzerinde, kenarında Aptamil yazan altın yaldızlı hoş bir çerçevenin içine koymuş olduğu aile resmi duruyordu. Dr Ahmet K.’nın bakışları daha sonra pencereye yöneldi; dışarıdaki can sıkıcı hava, Ulus-Keçiören dolmuşlarının tam evlerinin önündeki yokuşta, minibüs devirden düşmesin diye gazın köklenmesinden dolayı oluşan yırtınan motor gürültüsü onu tümüyle kederlendirdi. “Biraz daha uyusam ve içimi kaplayan bu saçma sapan yazma isteğini unutsam ne olur sanki?” diye düşündü. Ne var ki bunu yapması kesinlikle mümkün değildi, çünkü içinde kabaran ve şu ana kadar hiç hissetmediği yazma isteği onun uyumasına izin verecek gibi görünmüyordu.
Komodinin üzerine koyduğu cep telefonunu kontrol ettiğinde saatin doğru şekilde yediye kurulmuş olduğu görülüyordu, -kesin çalmıştı da.- Tuvaletten bile duyulacak bu sesi işitmeden uyuya kalmış olması mümkün değildi. Gerçi huzurlu uyuduğu söylenemezdi, ama derin uyuduğu da kesindi. Peki, şimdi ne yapacaktı? İşe gidebilecek miydi? Aksi gibi bugün de polikliniğin en yoğun günüydü. Biraz gecikse önce ana çocuk sağlığı merkezinin başhemşiresi, ardından da başhekim arardı. Hasta olduğunu söyleyebilirdi. Doğrusu pek de yalan sayılmazdı bu. Ama bu son derece utanç verici ve kuşku uyandırıcı bir hareket olurdu; çünkü Dr. Ahmet K. on üç yıllık çocuk doktorluğu boyunca bir kez dahi hasta olmamıştı. Bütün bunları aceleyle düşünürken ve yatağı terk edip etmemekte karar verememişken, yatak odasının kapısı tıkladı, “Baba” diye seslenildi, -kızıydı- “baba saat yedi buçuğa geliyor, birazdan servisimiz gelecek, kalkmıyor musunuz?” “Kalkıyoruz hemen kızım” dedi, sesi dün geceki sesiydi, bir değişiklik olmadığına sevindi. Karısına seslendi, “Ayşegül kalkmıyor musun canım, duymamışız zili, çocuklar geç kalacak servise.” Telaşla uyandı karısı, “bari çayın suyunu koysaydın, en azından vakit kazanırdık” dedi terliklerini giyip mutfağa doğru koşarken. Karısının onda herhangi bir değişiklik görmemesine hem şaşırdı hem de sevindi. Demek ki, değişiklik sadece içindeydi. Dış görünüşünde herhangi bir dönüşüm olmamıştı. Ancak ne yapsa bu yazma duygusunu bastıramıyordu. Tembel tembel komodinin üzerinde duran not defteri ve kaleme uzandı yataktan çıkmadan.
Yazma duygusu çok kuvvetliydi fakat ne yazacağını bilmiyordu. Belki içindeki sıkıntıyı biraz hafifletir diye, küçük not defterine on kere adını soyadını, diploma numarasını yazdı. Ancak sıkıntı azalacağı yerde daha da arttı. Aslında alışık değildi yazı yazmaya. İşi gereği günde yüzlerce reçete, tetkik istemi, sağlık raporu yazsa da, iş dışında şeyler yazmaya hiç alışık değildi. “Ne yazmalıyım ki rahatlayayım” diye düşünürken, içeri tekrar karısı girdi. “Tembel tembel ne yatıp duruyorsun, kalksana sen de gecikiyorsun işe” dedi. Kendini yoklayınca, içindeki bu dayanılmaz derecede şiddetli yazma duygusuyla işe gidemeyeceğini anlamıştı. “Bugün kendimi iyi hissetmiyorum, sanırım bugün işe gidemeyeceğim” dedi. Karısı şaşırmıştı, çünkü bu evlendiklerinden beri ilk kez oluyordu. Bu sefer sesi gerçekten endişeliydi, “İyi misin Ahmet, neyin var Allah aşkına?” “Sadece aşırı yorgun hissediyorum, dinlenince geçer, sen beni dert etme, işine git” dedi. Karısı mahalledeki okulda edebiyat öğretmeniydi.
Herkesin gittiğinden emin olduktan sonra Dr. Ahmet K. yavaş yavaş yataktan çıktı. Kendini yoklayınca yazma duygusunda hiçbir azalma olmadığını fark etti. Çalışma masasına oturdu. Bilgisayarın yazıcısından beyaz bir A4 kâğıdı çıkardı. Bir de kalem aldı. Ne yazacaktı? Birçok şey denediyse de her seferinde yazması gerektiği şeyin o olmadığını, içindeki sıkıntının daha da artmasından anlıyordu. Sonra bunun mistik bir şey olduğunu düşünerek, belki de ancak öyle şeyler yazarsa rahatlayacağını sandı. Hemen ezberindeki bir kaç duayı Türkçe olarak yazdı. Sonra çocukluğunda anneannesinden öğrendiği ve her kandil gecesi en azından yüz kere söylemeye çalıştığı ‘rabbi yessir’ duasını yazdı. Hayır, bunlar da değildi yazması gereken şeyler. Sonra birden bilgisayarının yanıp sönen ekran ışığını fark etti. “Hay Allah, nasıl düşünemedim bunu” dedi bilgisayarın açma tuşuna basarken. Elle değil de klavyede yazarsa rahatlayacaktı. Bilgisayar açılınca bembeyaz bir word dosyası açtı. İyi de ne yazacaktı şimdi? Tekrar adını yazdı, çocuklarının adını, eşinin adını, bir kaç ilacın adını… Başka bir şey yazamıyordu. Birden aklına geldi. Böyle bir psikiyatrik hastalık olabilir mi acaba diye düşündü. Ne tıp fakültesi yıllarında böyle bir hastalık okumuş, ne de on üç yıllık meslek hayatında böyle bir hasta görmüş ya da duymuştu. Ama yine de böyle bir şey olabilirdi. Dünyada sadece üç beş kişide görülen ve adı sanı bilinmeyen nadir hastalıklardan birine tutulmuştu belki de. En iyisi Google’a sormak dedi ve endişeyle tuşladı: “yazamama hastalığı”. Karşısına disleksi denilen çocuklarda görülen bir düzgün yazı yazamama hastalığı çıktı. Ancak bunu iyi biliyordu ve bu değildi ondaki hastalık. Deli olacaktı neredeyse. Tekrar tuşladı klavyede; “yazmasam deli..” diye başlamıştı ki daha kelimeyi tamamlamadan Google “yazmasam deli olacaktım sait faik abasıyanık” olarak arama isteğini tamamladı. Aceleyle tıkladı. Açılan sayfada Sait Faik’in Haritada Bir Nokta isimli öyküsünden bir bölüm vardı: “Niyetim, yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü sigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, saffeti, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma ara sıra esen yazı yazmak arzusunu, arzusunu değil kötü huyunu, bu tek kötü huyu başarılar, şöhretler düşünmeden, “düşünürsem Allah canımı alsın!” düşüncesiyle yeniden bulabilirsem kalemsiz kâğıtsız dağlara fırlayacak, balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım. Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki, onlar gibi değildir… Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.“Bu olabilir miydi acaba kendisindeki sıkıntı -hastalık mı deseydi yoksa- diye düşünmeden edemedi. Sait Faik’in tütüncüden kalem kâğıt alışını, cebinden çakısını çıkarıp kalemi yontuşunu ve kâğıda bir şeyler yazdıkça biraz önce delirmek üzereyken şimdi git gide rahatlayışını, huzura kavuşuşunu hayal etti. Tam olarak şu an bu huzura ihtiyacı vardı.
Birden içindeki sıkıntının azalmaya başladığını fark etti. Doğru yolda olduğundan emindi artık. Önce iş yerine telefon açtı. Başhekim telefonu açar açmaz “Doktor bey çok geciktiniz, hastalarınız yığıldı polikliniğin önünde, umarım iyi bir mazeretiniz vardır” dedi. “Evet, iyi bir mazeretim var doğrusu, artık yazmaya başlıyorum ve bundan sonra o lanet olası polikliniğinizde doktorluk yapar mıyım pek emin değilim” dedi. İlk kez oluyordu bu, ilk kez kendine güveni vardı. Sonra tekrar klavyenin başına oturdu. “Dr. Ahmet K.’nın Tuhaf Hikayesi” isimli bir öykü yazmaya başladı. Kırk yaşındaydı ve bu onun ilk öyküsüydü. Yazdıkça tüm sıkıntısı kayboluyordu.
edebiyathaber.net (5 Temmuz 2022)