Hangi edebiyat eseri olursa olsun, insan türünün ayrımcılığına ve şiddetine çeşitli şekillerde maruz kalmış kadın, doğa, hayvanlar ya da herhangi başka bir grubun yanında yer almaması, bu konulara duyarsız kalması durumunda şaşırıyorum. Özellikle geçmiş dönemlerde yazılmış bazı eserlerde var olan eril ve insan merkezli dilin “ama o dönemde bu tür duyarlılıklar henüz yoktu” diyerek savunulması asla kabul edemediğim bir durum. Edebiyat, hangi konuyu anlatırsa anlatsın temelinde her şeye karşı ince duyarlılıklarla sentezlenen insanlık durumlarını anlatmayı hedefleyen bir alan. İstisnalar olsa da, bugün hala beğeniyle okunan ve edebiyat tarihinin tahtına oturan eserlere baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliyoruz.
İlk kez 1919’da okurlarıyla buluşan Memleket Hikâyeleri, Refik Halit Karay’dan okuduğum ilk kitap. Her ne kadar okurken kullanılan eski dil konusunda sıkıntılar yaşasam da, 1910’lu yılları anlatan 18 öyküde karşılaştığım kadın ve doğa konusundaki duyarlılıklar beni Karay’a hayran bıraktı. İnsanın ikiyüzlü ve bencil yanını dilde şiddete kaçmadan yumuşacık bir anlatımla okuruna aktarıyor. Böyle kitapları okuduğumda, nasıl oluyor da bu ülkede hala bu kadar çok kadın ve namus cinayeti işleniyor, bu kadar çok doğa katliamına ve hayvana şiddet haberlerine tanık oluyoruz, aklım almıyor. Karay’ın Memleket Hikâyeleri’ni okuyan birinin hiçbir koşulda bir kadına, bir ağaca, bir hayvana en ufak bir kötü muamelede bulunabileceğini düşünemiyorum. Bugün yaşadığımız neredeyse tüm sorunların temelinde okumayan bir ülke oluşumuzu tekrar ve tekrar fark ediyorum.
Refik Halit Karay 1888’de İstanbul’da doğmuş. Hukuk okumuş. Bir dönem memurluk yapmış. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra gazetecilik yapmaya başlamış. Bu ülkede “gazeteci” olmak hiçbir devirde kolay olmadı; Karay da bu ülkede gazeteci olmanın bedelini ödüyor; yazıları nedeniyle önce Sinop’a, sonrasında Çorum, Ankara ve Bilecik’e sürgüne gönderiliyor. Memleket Hikâyeleri işte bu sürgün günlerinde ortaya çıkıyor. Sonrasında yaşamının başka bir döneminde yine, ama bu sefer ülke dışına, sürgüne gönderiliyor, o zaman da başka hikâyelere imza atıyor. Memleket Hikâyeleri’nin Türk edebiyatındaki ayrıcalıklı yeri Anadolu’yu anlatan hikâyeler olmasından kaynaklanıyor. Çünkü Karay’a kadar edebiyatımızı daha çok İstanbul’da yaşayan ve dolayısıyla İstanbul üzerinden yaşama bakan yazarların eserleri oluşturuyor.
Memleket Hikâyeleri’nin dili sade. Kolay okunur diyemeyeceğim çünkü öykülerde Osmanlıca birçok kelime var. Bu kelimelerin açıklamaları ilgili sayfalarda dipnot olarak yer alıyor. Altı çizilecek afili cümleler yok, ama öykülerin kurgusu, üslubu ve anlatımı çok çarpıcı. Karay’ın bu kitapta da tanık olduğumuz en önemli özelliklerinden biri dildeki ironisi.
Memleket Hikâyeleri’nin genel anlamda insanın ikiyüzlülüğünü ve bencilliğini hicvettiğini düşünüyorum. Bunu yaparken Anadolu insanının iyi ve güzel yanlarını, tüm gerçekliği ile yaşamını da anlatıyor. Kitabı bitirdiğimizde Anadolu insanının tam bir portresi gözümüzde canlanıyor.
Kitabın her öyküsünü çok sevdim ancak birkaçı konuları nedeniyle benim için öne çıktı. İlk öykü Yatık Emine. Özellikle o dönemin kadına bakış açısını çok iyi anlatan bir hikâye. Hikâyenin kahramanı Yatık Emine, pek çok kadın gibi, sürekli istismar edilen ancak istismarın failleri tarafından yapılanların örtbas edilmesi için sürekli suçlanan ve aşağılanan pek çok kadından biri. Karay öykü boyunca, devlet görevlisinden esnafa, halkın her kesiminden kadın ve erkeklere, Yatık Emine’nin karşısına çıkan herkesin Emine’nin masumiyetini görmelerine rağmen onu nasıl toplum dışına ve korkunç bir sona sürüklediklerini son derece doğal ve gerçek bir kurguyla aktarıyor. Kitapta yer alan tüm öykülerde de kadın kahramanlar benzer durumlara maruz kalıyor ve Karay bugün bile birçok yazarda göremediğimiz feminist bir dille bu kadınların yaşadıklarını anlatıyor.
Kitabın benim için en çarpıcı öyküsü ise Koca Öküz. 1918 yazılmış olmasına rağmen Karay’ın bir hayvanla empati kurması ve bir öküzün yaşamı üzerinden insanlık onurunu hicvetmesi hayranlık uyandırıyor. Üstelik insanın onursuzluğunun karşısında onurlu bir yaşamın simgesi olarak öküzü koyması ise müthiş bir tercih.
Yatır isimli öyküde ise Karay’ın doğaya duyarlılığının ve doğa karşısında insanın korkunç barbarlığının nasıl muhteşem biçimde işlendiğini görüyoruz.
Karay 1910’larda yazılmış bu öykülerle Anadolu insanını edebiyatımızın içine buyur ederken aslında kendinden sonraki yazarlara da insan merkezli olmayan bir dilin nasıl olması gerektiğini göstermiş.
Öykülerde yer alan olayların ve gerçeklerin bugün hâlâ bu ülkenin gündemini meşgul etmesi, değişen hiçbir şeyin olmadığını görmek, hatta insanın barbarlıkta sınır tanımadığının ve tanımayacağının işaretlerine tanık olmak, üzücü evet ama Karay’ın ne kadar büyük bir yazar olduğunu gösteriyor.
edebiyathaber.net (26 Temmuz 2022)