Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu seferki misafiri Mustafa Uçurum oldu. Uçurum, “Şehirle birlikte soluk alıp vermeyi severim. Özellikle ilk kez gittiğim bir şehri dopdolu yaşamak isterim. Benim şehirden geçişim yeni bir rüzgâr olsun isterim. Davet edildiğim şehre ilk kez gittiysem kaybolana kadar gezerim.” diyor.
Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…) Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?
Kendim için üç şehirli üç nehirli derim genelde. Tokat’ta doğdum, yanı başımızdan Yeşilırmak geçerdi. Sonra hayatımın çocukluk, ilk gençlik yılları Sakarya’da geçti. Daha sonra üniversite yılları başladı. Sivas ve Kızılırmak. Okumaya ve yazmaya gerçek anlamda Sivas’ta başladım. İlk şiirimi bu şehirde yazdım. İlk kez bir dergiye abone oldum bu şehirde. İlk dergimi de Sivas’ta çıkardım. Sonra tekrar Tokat’a dönüş yaptım. Dergiler çıkardım Tokat’ta Yeşilırmak renginde.
Benim dediğim şehirlerden biri de Konya’dır. İlk kez Konya’da çıkan bir dergide çıktı şiirim; Çerağ dergisi. Gazete köşe yazarlığım Konya gazetelerinde başladı. İlk kitabım Tenhalayın Kalbimi Konya’da çıktı. Dost hanesine yazacağım o kadar isim var ki Konyalı olan.
Elbette İstanbul ayrı bir sevda. Her gittiğimde ilk kez gitmişim gibi merakla ve heyecanla adımlıyorum İstanbul’u. Hem de bitmek bilmeyen bir sevda gibi.
Diliniz, hangi (ş/n)ehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Ben sakinliğimi Tokat’tan, hırçın yanlarımı Sakarya’dan aldım derim hep. Üç nehirliyim dedim ya bir de Kızılırmak var. Hep bulanık akar. Karmaşık hallerimin damla damla süzülmesidir Kızılırmak. Çocuklar için yazdığım romanım; Irmaklarla Büyüyen Çocuk adeta benim kaderim oldu sanki. Hep bir nehir beni kendine çağırıyor. Çağlayışı ile yapıyor bunu, bakıyorum epik bir heybetle bakmışım dünyaya. Şairin “Sakarya başka yokuş mu çıkıyor ne” dediği gibi.
Bu üç nehir bana kelimeler armağan ediyor ve arzuladıkları hedefe, denize kavuşuyorlar, hem de aynı yerden aynı denize. Ben de tüm hallerimin cümlelerini birleştirip şiir yapıyorum, öykü kuruyorum, masal olup onlarla birlikte kavuşuyorum denize.
Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?
Yürümeye başladığım, sokakla, mahalleyle tanıştığım şehir Sakarya. Yirmi beş yıl yaşadım o şehirde. Bir sokak nedir, mahalle arkadaşlığı ne anlama gelir dopdolu yaşanan zamanlarda çocuktum. Hadi sokağa çıkıyoruz deyip mahalle maçları yapılan boş arsalarımız var. Arsa bizim her şeyimizdi. Toplanma, oynama alanımız, uçurtmalarımızı göğe saldığımız bizim kalemizdi mahallenin arsaları. Kimsenin aklına oralara yüksek katlı boğucu binalar yapmayı düşünmediği zamanlarda tek yürek olup bir baştan bir başa koştuğumuz toprak sahaydı çocukluğum.
Çarşıya gitmeyi hiç düşünmezdik. Ancak ailecek gidilen bir yerdi çarşı. Mahallede büyümek, sokakta nefes almak çocukluğun bir cennet olduğunu öğretti bana. Ne anlattıysam yolu sokağa çıktı, arsaların yeşilliğinde pastoral bir şiir oldu bende çocukluğum.
Sait Faik’in şehrinde olmak da bana öykülerin kapılarını araladı. Şehirleri yalnız başına yaşamayı Sait Faik’ten öğrendim diyebilirim. Belki de bu yüzden koyu bir yalnızlık imgesi hiç bırakmadı yakamı.
İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?
Yaşadığım şehri -Tokat’ı- seviyorum. Sevmek zorunda olduğum için değil ya da doğduğum şehir olduğu için değil bu sevgi. Benim dediğim birçok şey olduğu için bu sevgim. Her gün Yeşilırmak’ın üstünden geçmek, kıyısında oturmak, suların coşkuyla denize koşuşunu izlemek huzur veriyor bana. Irmak kıyısında oturmak bana sonsuz imgeler sunuyor. Sadece su sesini duyduğum yerlere gidiyorum. Şehir yok, gürültü yok, sadece su. Bir şiir yokluyor kalbimi, bir öykü düşüyor içime.
Buralar benim mekânlarım. Kimsenin pek uğramadığı, bana ait.
“Mekân” kavramı olmadan şiir/yazı yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?
Mekânın insana has bir yanı vardır. Bu yüzdendir ki herkesin kendine has mekânları var. Kendini huzurlu hissettiği. Mekânsız olmayı düşünemiyorum bile. Üç birlik kuralına oldukça sadığım. Mekânlar her zaman hayatımı anlamlandırdı. Beni dünyanın kıyısından alıp hayatın ortasına bıraktı mekânlarım. Bu yüzdendir ki sahiplenirim bulunduğum yeri. Soluk alıp verdiğim her yeri cümle içinde kullanırım bulunma hal eki ile birlikte.
Mekân yoksa rengi de yok hayatımın. Bir tutam yeşil, çokça mavi, sonsuz bir beyaz ve içimin onarılan kıyısı köşesi.
Hem şiir yazıyorsunuz hem deneme hem hikâye… Hem büyüklere yazıyorsunuz hem küçüklere… Eğitimci yanınızı da katarak, yaşadığınız şehrin kadim mekânlarına dair neler söylersiniz?
Her türde yazabilmeyi Allah’ın bir lütfu olarak görüyorum. İllaki her şey yazayım diye bir çaba içerisinde olmadım. Bana nasıl geldiyse öyle dillendirdim içime düşen kelimeleri.
Yaşadığım şehirde tarihi mekânlar oldukça fazla. Bunların anlatılması gerektiğine de inanırım ve bunu önemli bulurum. Anlatacağım bir tarihi mekânsa bunu daha çok çocuklar için bir masal işliğinde yaparım. Bir öyküde o mekândan bir figür kondururum cümlenin arasına.
Nerede yaşadığımı hissettirmeye önemli buluyorum. Sanki dünyayla hiç ilgisi yokmuş, uzay boşluğunda yaşıyormuş gibi yazmayı hiç tercih etmedim. “İnsan yaşadığı yere benzer” dediği gibi Edip Cansever’in ben de yaşadığım, uğradığım, soluklandığım şehirleri kendime yoldaş ederim.
İnsan önce yaşadığı şehri bilmeli, tanımalı. Dünyayı turlamayı düşünen çocuklara soruyorum şehrin kendine özgü mekânlarını. Çoğu hiç gitmemiş o sokaklara, o mahalleden hiç geçmemiş. İnsan önce kendi şehrini fethedecek adım adım. Sonra sıraya koysun nereyi isterse.
“Bağırarak ve kırarak bütün camları, duvarları aşmalıyım. En yüksek sesle ve en ağır imtihanla sınanmalıyım. Yükseldikçe, sis kaplamalı her yeri. Yalnızca kendimi görebildiğim bir yer bulmalıyım. Sis dağılırken üzerimden, tekrar yükselmeli sesim. Ses yükseldikçe alçalmalı, en bulunmaz yere saklanmalıyım…” diyorsunuz “Şehirde Yeni Bir Rüzgâr” adlı eserinizde. Size “Şehirde Yeni Bir Rüzgâr”ı yazdıran duygu neydi tam olarak? Şehirlere karşı duyduğunuz o his neydi? Nasıl dile döküldü?
Gittiğim her şehirden bana kalanlar var Şehirde Yeni Bir Rüzgâr’da. Şehirle birlikte soluk alıp vermeyi severim. Özellikle ilk kez gittiğim bir şehri dopdolu yaşamak isterim. Benim şehirden geçişim yeni bir rüzgâr olsun isterim. Davet edildiğim şehre ilk kez gittiysem kaybolana kadar gezerim. Baktım ki kayboldum, o zaman haber veririm arkadaşlara. O kayboluşlar bana şehir yazılarını yazdırdı. Kendim keşfettim şehri. El yordamımla buldum şehrin meydanını, caddesini, sokağını, en eski camisini. Bir rüzgârın beni sürüklediğini gördüm bu gezilerde. İçimi sürekli hırpalayıp duran bir rüzgâr, en çok da kendine davet eden bir istek gibi.
Tüm gezilerimden sonra gördüm ki şehirlerin ruhuma hoş gelen bir yanı var. Bu duygularla şehirlerin bana kalan o sahih yüzünü yazmaya başladım. Hâlâ da gittiğim her şehrin bana bakan yüzünü yazmaya sürdürüyorum çünkü rüzgâr dinmeden devam ediyor.
“Deniz çok uzakmış bize/ Hiç görmedim denizi/ Irmaklar denizlere akıyormuş/ Kocaman oluyormuş deniz” diyor bir şiiriniz. Yeşilırmak’a da selam söylüyor. İçimizden geçen nehirler ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da…
Benim ırmaklara olan sevdamı kamçılayan asıl duydu ırmakların büyük bir coşkuyla denizlere koşuşuna şahit oluşumla başladı. Tek gayesi var ırmağın. Tüm yolları aşarak bir denizin koynuna kendini bırakmak. Ummana ulaşan her ırmak okyanusun da bir parçasıdır.
Ben de bir ırmak gibi hissediyorum kendimi. Hep uzak şehirlerde yaşadım. Neye uzak? Metropol denen o ışıltılı dünyaya. Elbette amacım o hengameye kapılmak değil ama yaptıklarının da ses getirmesini ister insan. Bu da sesinin merkeze ulaşmasıyla oluyor. Ben, ırmaklar gibi çağıldayarak okumaya ve yazmaya devam ediyorum. Hem de Yeşilırmak’ın gölgesinde. Yazdıklarım tüm yolları aşarak ulaşması gereken yere sağ salim ulaşıyor. Ulaşılan yer deniz midir okyanus mudur bunu da zaman gösterecek.
Çocukları “şiir”e çağırırken, içinde bulundukları “şehir” kavramıyla ilgili neler söylersiniz?
Kimin için yazarsam yazayım bakıyorum da hep geçmiş zaman cümleleri kullanıyorum. Kip eklerim hep geçmiş zaman. Özellikle çocuklarda bu daha fazla ağırlıkta. Günümüzde “dışarı” diye bir kavram yok. Sokak, mahalle, cadde, şehir sadece dizi filmlerde ve yazılarda kaldı gibi. Kendini eve hapseden bir çocukluk kuşatmış çocukları. Elbette bunu dijital ağlar yapıyor. Bilgisayarın ve telefonun başında birden bire büyüyor çocuklar. Yaşadığı şehirden bîhaber çocuklarımız var.
“Kalbime Takılan Uçurtma” kitabımı günümüzün çocukları için yazdım. Onlara eski zamanların çocukluğunu anlatıyorum. Kardeşliğin, komşuluğun ne demek olduğunu çocuk bakışı anlatan hikâyeler bunlar. Çocukluk denen cennet evde değil sokakta, şehirde öğrenilir. Yaşadığı şehrin sokaklarını arşınlamadan büyüyen çocuklar çok hızlı büyüyor ve çok çabuk kayboluyor. Hem de kendini bile bulamadan.
“Bir şehri birlikte kuralım çocuklar” diyorum ben şiirimde. Bunu babalar, anneler yapacak. Ellerinden tutup çocuklarının, eski sokaklarından başlayarak adım adım keşfedecekler yaşadıkları şehirlerden başlayarak şehirleri. Sokaklarına çocuk sesleri doldukça iste o zaman hem şehri hem çocukları kazanacağız.
Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?
Sokak adlarını çok önemserim çünkü Turna Sokak’ta büyüdüm. Mahallemizin adı Şeker’di. Yan sokak Vişne, onun yanındaki Karanfil Sokak’tı. Evet, artık 3. Sokak ya da 8. Cadde oldu adresler. Biz en çok da inceliğimizi kaybettiğimizin bir göstergesi bu. Zarafet de terk etti dünyamızı. Hazıra konarak, düşünmeden, sıradanlaşarak yaşamanın sonucu tüm bunlar.
İsim vermek bir incelik göstergesidir. Bu olmayınca, sayılar dünyasında dönüp duruyoruz. Çok zor bir şey değil ama kolaycılık artık çok rağbet görür oldu. Sonuçta da 3. Cadde’nin 4. Sokak’ında oturmaya devam ediyoruz.
Şunu da söyleyeyim ki benim şu andaki sokağımın adı Begonya Sokak. Büyük bir keyifle geçiyorum her gün sokağımdan. İçimde bin bir renkli bir çiçek.
“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?
Konya’nın hayatımdaki yeri çok fazla. “Yoksa ben Konyalı mıyım?” diyecek kadar o şehre ait hissediyorum kendimi. Konya’da Mehmet Ali Köseoğlu’nun kapısını çalardım. Yirmi beş yılı aşan bir dostluğumuz var Mehmet Ali ile. Aynı dergilerde yazdık, birbirimizin dergilerini köprü yaptık dostluğumuzda. Hâlâ da aynı muhabbetle kucaklarız birbirimizi. Ona; “Konuştukça Memleket” şiirimi okurdum.
“Birden kaybolmuş buldum kendimi görkemli karanlıkta
Koptu mu bütün ipler çarpıldı mı yüzümün tazeliği
Oysa değil, hiç değil benim için her yer Türkiye
Kurşun geçse, içim gitse, sevmek bitse her yer Türkiye”
Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.
Film: Kayıp Şehir Z – Beş Şehir – Milyoner
Öykü: Şehirleri Süsleyen Yolcu ( Sadık Yalsızuçanlar) – Eskici ( Refik Halid Karay)– Alemdağ’da Var Bir Yılan ( Sait Faik Abasıyak)
Şiir: Esenlik Bildirisi ( İsmet Özel)- Veda (Erdem Bayazıt)- Kaldırımlar ( Necip Fazıl)
Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?
İstanbul. Hem de her şeyiyle. Rengi, ahengi, cezbedici güzelliği ve her gün yenilenen yüzüyle İstanbul.
edebiyathaber.net (1 Ağustos 2022)