Söyleşi: Serkan Parlak
Fatih Balkan ile Edisyon Kitap etiketiyle yayımlanan ilk romanı “Anahtarım Cebimde” hakkında konuştuk.
Fatih Bey, ilk romanınız “Anahtarım Cebimde” geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. Edebiyatla ve özelinde romanla ilişkiniz nasıl başladı, nasıl gelişti ve bugünlere nasıl geldiniz?
Şimdi onca yıl sonra düşününce fark ediyorum ki, çocukluğumda ve ilk gençliğimde yaşadığım, büyüdüğüm kent olarak İzmir, mahallemiz ve zamanın ruhu, kitaplarla haşır neşir olmaya çok uygundu. Yaşar Kemal’in İnce Memed ve Erol Toy’un Gözbağı romanlarıyla başlayan okuma serüvenim beni besleyen temel öğelerden oldu hep. Yoğun öğrencilik ve çalışma yılları sırasında ufak tefek kesintiler dışında elimin altında hep bir kitap olurdu. Son üç dört yıldan bu yana ise okumalar ve yazma eylemi gittikçe yoğunlaştı, öteki uğraşıların önüne geçti.
İlk romanınızda ilham kaynaklarınız neler oldu; gözlemleriniz, deneyimleriniz, okumalarınız metninize nasıl yansıdı?
Romanın başında bir alıntı var, Aslı Erdoğan’dan. Bir Kez Daha’yı okurken, daha kitabın başlarında bu satırlara denk geldiğimde romanımı yazmaya ve adına karar verdim denebilir. O birkaç saat sonunda çok kabaca romanın ne hakkında olacağını ve başını biliyordum. Ondan sonra okumalar başladı. İzmir’le ilgili ne bulduysam okudum, 12 Eylül’le ilgili yazılı ve sözlü tanıklıklara önem verdim. Yazarken birçok şeyi hatırladım, bölük pörçük anılarımı birleştirdim. Bütün bunlar yeni bir İzmir’i, unuttuğum, hafızamda bir kenara ittiğim yaşamı yeniden yaşattı bana.
Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor? Özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?
İlk başta birkaç paragraflık, bir iki sayfalık metinler yazdım. Eski İzmir’den, eski ülkeden, eski gazete haberlerinden beslenen küçük anlatılar, küçük hikâyeler. İzmir’le ilgili okumaya başladım. Kitaplar, hikayeler, tanıklıklar, anılar, yaşanmışlıklar. Bendekilerle yavaş yavaş birleştirmeye çalıştım. Başta romanla ilgili tek bildiğim, Derya adında sevgi eksikliği çeken bir kahramanın olduğu ve kendi hayatıyla baş etmeye çalıştığıydı. O zaman romanın, küçük bir çocuk olduğum eski zamanlardan başlaması gerektiğine, kendini belirleyen geçmişine, anne babasına, yaşadığı çevreye ilişkilerine, büyümesine odaklandım ve fark ettim ki, Derya ile beraber İzmir de değişiyordu. O zaman, şehri de kahramanlardan biri yapmaya karar verdim. Bütün bunları anlatabilmenin yolu romandan geçiyor diye düşünüp yazmaya devam ettim.
Romanınızda bağlılık ve bağımlılık üzerinden gelişen anne-oğul ilişkisi de var. Bu durumun romanın merkez karakteri Derya’nın annesi dışındaki kadınlarla olan ilişkilerine yansıdığını görüyoruz. Siz geçmişten bugüne anne-oğul-sevgili ilişkilerinde ne gibi değişimler gözlemlediniz, bu kadim meseleyi romanınızın merkez karakteri Derya’nın kişilik özellikleri üzerinden nasıl bir yaklaşımla görünür kılmaya çalıştınız?
Anne-oğul, baba-oğul, erkek-kadın, anne-oğul-sevgili ilişkileri hepimizi, çocukluktan başlayarak etkileyen temel dürtüler. Sevgisiz, hatta istenmeyen bir çocukluk yaşamak, bütün hayatımızı daha baştan olumsuz bir noktaya taşıyor. Bunun geçmişten bugüne çok da değiştiğini sanmıyorum. Belki de daha fazla sevgisiz bir toplum oluyoruz. Çocukluğunda ebeveynleriyle yeterli sevgi ilişkisi kuramayan birey, zamanı geldiğinde toplumla sağlıklı ilişkiler kuramıyor, sorunları akılcı yollarla çözmede zorlanıyor, insanlarla sevgi dolu değil nefret dolu bir ilişki kuruyor. Her gün yaşadığımız şiddetin bir sebebi de bu olsa gerek.
Romanınızın merkez izlekleri: birey-toplum çatışması, bireysel yabancılaşma, özerklik-suçluluk ikilemi, kişisel ilişkiler, 12 Eylül darbesinden kaynaklanan travmalar… Güncele dair temel dertleri kurmaca aracılığıyla araştırırken amacınız neydi, bu romanı neden yazdınız?
İkili ilişkilerin sorunlu olması 12 Eylül’den sonra toplumsal ilişkilerin bozulmasının yansıması olsa gerek. Hele o sıcak günlerde. Bir çoğumuz ilişkilerinde bu alt üst oluşa katlanamadı, başka başka uçlara savruldu. Yıllar geçtikten sonra, dünya, ülkemiz bu haldeyken ve pek bir şey de yapamıyorken, hep hissettiğim o suçluluk duygusu yüzünden, kendimle hesaplaşmak için oluştu bu sorunlu ikili izlekler sanırım. Başta fotoğraf, sonra da şiir ve romanla bunu yapmaya çalıştım. Yazmak düşünmenin belki de en iyi yolu. İnsanın kendisiyle ilgili, hissettiği bir duygu, bir öfke, bir pişmanlık nedeniyle yazmak istemesi karşı konulmaz, yakıcı bir istek haline gelince herhalde sorular sormaya, yazmaya başlanıyor. Hayat acı bir şey. Belki de acının yerini bilmek, onunla baş edebilmek için. Sanırım bunları düşünerek roman yazma fikri oluştu bende.
Roman türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?
Orhan Pamuk Kara Kitap, Marquez Yüzyıllık Yalnızlık, Dostoyevski Suç ve Ceza, Pascal Mercier Lizbon’a Gece Treni, Hannah Arendt kitapları ve anlayabildiğim kadarıyla Freud.
Fatih Bey, son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönem için yeni üretimleriniz olacak mı?
Son zamanlarda okuduklarım içinde Yan Lianke’un Günler Aylar Yıllar, Carlos Maria Domingues’in Kağıt Ev, J.M. Coetze’nin Barbarları Beklerken, Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz kitaplarını çok beğendim. Evet, yeni bir roman üzerine okumalara başladım. Bakalım nasıl ilerleyecek…
edebiyathaber.net (10 Ağustos 2022)