Söyleşi: Muhammed Münzevi
Çağrı Topsöken ile Kaos Çocuk Parkı etiketiyle yayımlanan şiir kitapları üzerine konuştuk.
Şiirlerini ilk olarak 2020’de okudum. Güller Kerhanesi kitabını o dönemde okuduğum en iyi şiir kitaplarından biri olarak hatırlıyorum. Bu kitap ve bir diğer kitabın Hardcore Şatafat, bugün ikinci baskısıyla okurun karşısına tekrar çıktı. Çağrı Topsöken’in şiir okuruna vaadi nedir, ne değildir? Bir de senden duymak isterim.
Öncelikle teşekkür ederim. Güller Kerhanesi, bir nevi Alıngan Marşı kitabındaki olmamışlığın tamamlanmasıdır ve benim de lokomotif gördüğüm kitabımdır. Şiir okuruna ya da herhangi bir insana vaat verecek biri değilim. Vaat, genelde yapamayacağın şeyi söyleyip karşındaki insanı kafalamanın kılıfıdır. Ben sadece insanın görüp de anlatamadığı olayların aktarıcısıyım.
Güller Kerhanesi kitabında; unutulmuş, arka sokaklarda kalmış, bugün belki de toplum tarafından saygı duyulmayan insanların dilindeki kelimeleri görüyorum. Bu kelimeler, Çağrı Topsöken şiirinin bel kemiği mi yoksa kitaba özgü bir anlatım biçimi mi?
Güller Kerhanesi’ndeki karakterler, olaylar tamamen sosyolojik tespitler içerir. Aslında yaşanan hiçbir şey unutulmamıştır; sadece hatırda değildir. Toplum, oportünisttir. Çıkarı yoksa o şeyi dışlar, asla kabul etmez. Kabul etmeyenler rey itibarıyla çoğunlukta olduklarında o şey “yanlış”, “ayıp” olarak tanımlanır. Yani günümüzdeki siyasi düzende onlardan değilsen terörist sayılman gibi. Kısasa kısas. Ben günlük hayatta kullandığım sözcükleri şiir dilinden ayırt etmedim. Can Yücel’in “bu memlekette göte göt denir” dizesi kılavuzum olmuştur. Götü topluma kabul ettirmek için popo ya da kalça demem. Bunu yaparsam duruşumdan ödün vermiş olurum.
Şiirinde politik tavrın birçok kere hâkim olduğuna şahit oldum. Şiir politika mıdır? Politika mı şiirinde etkili, şiirin mi politikada etkili? Topsöken, şiirinde politik tavırla neyi hedefliyor? Politik söylem şairi ne kadar zedeliyor, şaire ne kadar katkısı var?
Şiir elbette politika değildir ama her şey politik düzlemle ilişiktir. Mesela benim su içmem bile politiktir. O suyun kaynağının bulunduğu yer kimsesizse oraya devlet çöker. HES’ler, su fabrikaları, su fabrikalarındaki sömürü düzeni, işçi hakları vs. diye gider. Bu da benim su içmemin bile politik olduğunu gösterir. Hayattaki her şey böyledir. Şiirlerimde hedeflediğim ideolojik kazanım diye bir şey yok. Mesela inek, inek ise sütten bahsedemem çünkü öncülü inektir. İneği ahırından, bokundan, damgasından arındırıp kuş sütüyle süslenmiş sofralar sunmadan önce onu anlatmam ve kabul ettirmem lazım. O süslü sofralara oturulduğunda bilinsin ki ineğin de bu sofrada yeri vardır. Ben ineğin hakkını savunmak ve korumakla kendimi yükümlü hissediyorum. Politik tavır ya da söylem, benim şiirimi zedelemiyor. Başkaları buna cesaret gösteremediği için zedelenmekten bahsediyor. Durum bundan ibaret.
Türk şiirinde ‘at’ her zaman yer buldu ve bizler, bu konuyu her zaman önemsedik aslında. Senin de atlara olan merakın biliniyor. Bu hem şiirinde hem de günlük yaşantında mevcut. Topsöken’in atlarla nasıl bir bağı var ve bu bağ şiirinin neresinde?
Benim için atları izlemek kendi karakterime göre geliştirdiğim psikoterapi biçimidir. Dış dünyadan arınıp sadece atlar, çim, kum, ahırlar bölgesi vs. üç dört unsura odaklanmak bazı zamanlar güzel oluyor. En huzurlu hissettiğim şeylerden biridir. Bunun ırksal kutsiyetle alakası yoktur. Şiirimle elbette alakası var; huzurlu hissettiğimde bilinçli oluyorum ve bu daha fazla odaklanmamı sağlıyor. Günlük hayatımda ise adrenalin satın alıyorum. Atlar hep olmalı. Hatta bütün insanlar at olmalı!
Şiirinde -özellikle Güller Kerhanesi’nde- ‘ihanet’, ‘cehennem’, ‘sokak’ ve ‘kerhane’ gibi imajları reddetmek mümkün değil. Belki de senin şiirini ören yapı taşları bunlar. Bu kavramların senin lügatindeki anlamını merak ediyorum.
Bir sıkışmışlık, boğulmuşluk ve artık sonunu görememek. İnsan için en korkunç olan şey son değil midir? Peki, aynı insanın sonunu bilmemesi, görememesi çaresizliğin üst seviyesinden başka nedir? Yapılacak hiçbir şey yoktur. Bizi o çöplükte ihanetler, sokaklar ayakta tutar. Diyalektik yani. Buradan hareketle iyi dünya diye bir şey hiç olmamıştır. Biz kötünün iyisine yuvalanmak için dimdik durmalıyız. Direnç ve inat, bizi o kötünün iyisine mutlaka itecektir. Dikkat edelim: Lüks olan her şey değişiyor. Popülerlik hep hareket hâlinde. Mekânlar, evler, dekorlar. Her biri peşi şıra yenisini takip ediyor. Peki, mahalleler öyle mi? Değil. Yirmi yıl önce nasılsa hep aynı. Belki yokluktan otomobiller satılıyor ya da varlıktan otomobiller değişiyor ama çocuklar üç dört kuşak önce nerede oturuyorsa yine orada oturuyor. Anneler, hangi tonda çocuklarını yemeğe çağırıyorsa yine aynı tonda çağırıyor. Düstur belli. Buna herkes uyuyor. Biz buna samimiyet diyoruz. Günümüzde samimiyet kavramı yok denecek kadar yok! Yalanın yanında yürümeyi değil, karşısından ona doğru olmayı tercih ediyoruz.
Namus kavramı bizde hep istemediğimiz alanlarda kullanılıyor. Ben bunu edebî şekilde düşündüğümde şairlerde aradığım şey olarak çıkıyor karşıma. Senin şiirin ve duruşunun ‘namuslu’ olduğunu düşünüyorum. Hem şiirin, hem de tavrınla böylesin. Peki, sence bu kavram hangi anlama geliyor ve ‘namus’ senin için şiirin ve şairin neresinde?
Edebî namus kavramı. Ahmed Arif’in aktardığı gibi: “ve ben şairim, namus işçisi yani”. Tam olarak burada harekete geçiyor. Şairin ve bilincin namuslu olması şart. İnsan dediğin tutarsızdır. Biz bilinçli insan olmalıyız ki tutarlı ve duruş sahibi olalım, bunu amaçlayalım ve güzel ölelim. Hepsi bu.
Alıngan Marşı, Güller Kerhanesi, Hardcore Şatafat ve son olarak İsa Atakları gibi kitap adlarınla dikkat çekici bir şair olduğunu düşünüyorum. Kitap adları her zaman önemli olmuştur. Sadece bu adlara bakıldığında bile şiirinin ‘logos’ kısmı hakkında bize göz kırpıyorsun. Sence şiirin ve okurun arasında nasıl bir köprü var? Bu köprü yeterli mi yoksa okur gerçekten bu köprüye gerek duyuyor mu?
İsa Atakları hariç diğer üç kitabım da yüksek sesle başlar. Bir çarpışmayı, çatışmayı, felaketi haberdar eder gibi. Okuru çağırır. Her şeyden bağımsız dikkat kesilmesini ister. Sayfalar çevrildikçe okuru içine alıp durağanlaşmaya başlar ve finale doğru herkesi yüz üstü bırakır. Anlatısı bitmiştir. O da herkes gibi çekip gider. Olgunun kompozisyonu ve hikmeti bu şekildedir. Kitaplarımın isimleri aslında içindeki şiir başlıklarından oluşuyor. En güzel şiir başlığını karar verip kitap ismi koyuyorum. Okur ve şiirin arasında bir köprü mutlaka olmalı. Bu olumlu olmak zorunda değil. İnsan, nefret ettiği şeyden uzaklaşmadığı için nefretini sürdürür. Bu da her duygu ve duruma karşı bağlantıyı mutlak kılar. Benim şiirim ile okurum arasında köprü değil de dinamit var. Gelen patlatıyor ya da patlıyor ama yine de sımsıkıyız.
edebiyathaber.net (12 Ağustos 2022)