Denize açılan sardunya kokulu sokaklarda dolaşırdım, dilimde incecik bir türkü. Bakışlarım yanardı denizin turkuazından, martılar kanat kanat yosun kokusu doldururdu kucağıma. Yakamozlara bulanırdı çıplak tenim. Lacivert gecelerde kaybolurdum, dolunaylar bulurdu beni, ne güzel. Sonra, zaman arkamdan yok olup gitti yavaşça, hiç hissettirmeden. Bak, baharları mimoza kokan ellerinle yaptığın tazecik salataları hatırladım birden. Şimdiyse yıldız çiçekleri kokuyorum hafif kekremsi. Nedense hep yere bakarak yürürdün, o zaman kendini görünmez sanırdın belki de. Mevsimlere görünürdün ama, renkler, kokular nasıl da etkilerdi seni. Kış bembeyaz bulutların yeryüzüne atlayıvermesiydi sence, kar kokusu tertemiz bir nefesti, hele ilk yağdığında. Uçuş uçuş renklerdi ilkbahar, kelebeklerin ipecik kanatları gibi, pembeler, eflatunlar, filizi yeşillerdi. ‘Bütün bu çiçek çiçek kokuları cebime dolduruversem’ Derdin, ‘Çıkarıp çıkarıp koklasam.’ Yazın o parlak capcanlı, sımsıcak turuncusu bütün renkleri soldururdu, yaban yaban, kurumuş ot kokardı yaz, bir de yasemin. Güz sarıydı hiç tartışmasız, kenarından, köşesinden azıcık kahverengi, turuncu sızardı içine, ‘Sonbahar ıslak ıslak kokar’ Derdin, ‘insanın içini acıtan.’ Her mevsim gitmek isterdin, hep uzaklara, çok uzaklara, olmadı, gidemedin. Hayat görünmez ipleriyle bağladı seni, hep kaldın. Yollar girerdi düşlerine, uzun yollar, geri dönülmeyen, durmadan giden yollar.
Şimdilerde yolum nereye çıkacak düşünemiyorum, yazlara çıksa keşke, sıcacık yazlara. Üzerimde efil efil etekleri uçuşan havai eflatun bir elbise olsa, toz pembe puanlı, saçlarımdaysa inci çiçekleri. Neden inci çiçekleri bilmiyorum, içimden öyle geliyor. Çıplak ayaklarımla usulca bassam begonvillerin mor gölgelerine. Bileğimde şıkır şıkır bir halhal olsa, ben yürüdükçe minicik zilleri şıngırdayan, durunca susuveren. Yürüsem, yürüsem şıngır şıngır, yüreğimde masmavi mineler açsa sevinçten.
Yaz kokulu düşüncelerimle yürüyorum soğuk, delik deşik kaldırımda. Köşeyi döner dönmez gölgen düşecek önüme, biliyorum. Basmaya kıyamadan atlayacağım üzerinden. Birlikte yürüyecek ıslak gölgelerimiz, kendi dünyalarında, kendi düşlerinde, ta ki o yaramaz kahve kokusu burun deliklerimden beynime ulaşıp ayaklarımı kontrol edene kadar. Yoktu senin zamanında kahve zincirleri, sen çay bahçelerini severdin, maviye boyanmış tahta iskemleli. Demli bir çay söylerdin, yanında ille de bir dilim limon, aromaların birbirine karışması çok hoşuna giderdi. Gencecik gölgeni karanlığın usulca bastığı kaldırımda, eski zaman bahçelerinin hasretiyle baş başa bırakıp, o mis gibi rayihanın insanı sarıp sarmaladığı cafeye gireceğim. Islak, kıvır kıvır ak saçlarımı silkeleyeceğim şöyle bir. Sonra inanamaz gözlerle bakınacağım etrafıma. ‘Bu kadar mı tezat olur o sıcacık koku ile bu soğuk soğuk parlayan kromaj dünya’ Diyeceğim, hayal kırıklığı ile atacağım kendimi yeniden sokaklara. Acaba, o eski meyhaneyi mi arasam diye düşüneceğim hep düşlerimde olan, buram buram hasretim kokan.
Ve düşsem yollara yeniden, o köşe senin bu kaldırım benim, arasam dursam onu kirli beton binalar arasında ümitsizce. Birden çıkıverse karşıma yıpranmış dantel perdeli küçük pencereleriyle, sihir gibi. Buğulanmış camlarında hayalimi görüp giriversem teklifsizce. Şarkıdaki gibi, kararmış tahta bir masaya otursam. Duvarlarda, sararmış fotoğraflardan aşina yüzler baksa geçmişten. Mutlaka Müzeyyen Senar okusa en hisli şarkılarını eski bir pikapta, yıpranmış sesi gelse derinden derinden, saç sobanın neşeli çıtırtısına karışsa. İncecik anason kokusu sarsa bedenimi. Hüzün bakışlı yaşlı bir adam, elini bembeyaz önlüğüne kurulayarak sorsa ne içeceğimi. Bir kadeh rakı söylesem, yanında illa beyaz peynir, pilaki, fava. Rakıyı çay bardağına koymuş olsa eski usul, sek, önce koklasam gözlerimi kapayıp, iyice sindirsem içime, sonra eski ustaların şerefine kaldırsam duvarlardan sanki özlemle bana bakan. Küçücük lokmalar alsam pilakiden, favadan, peynirden. Ardından bir sigara yaksam en kalın dumanlısından. Göz göze geliversek hüzün bakışlı ihtiyarla, buyur etsem sofraya, ‘’Rakının adabını bilen bir masaya buyur edilmek ne büyük zevktir, unutmuşum nice zamandır.’’ Diye gülümsese sıcacık. ‘’İzninizle’’ Deyip, bir tek de kendine koysa, otursa tam karşıma, dirseklerini utanır gibi ucundan dayasa masaya, sorsam hüznünün nedenini biraz çekinerek, başı hafifçe öne eğik, yorgun sesiyle anlatmaya başlasa yavaşça.
‘’Yirmili yaşlarımda, başı rüzgarlı bir gençtim, sevmezdim çalışmayı, kaçar kaçar deniz kenarlarına gider, balık tutmaya çalışırdım. Bahaneydi aslında, o iyot kokusu tutsak etmişti beni, gemileri, okyanusları, uzakları düşlerdim hep. Nerden bilirdim çok kısa bir zaman sonra hepsinden nefret edeceğimi. Hayat insana ne garip oyunlar oynuyor, önce yedi kat arşa çıkarıyor, sonra çakıveriyor yere, parçalarını kimse toplayamıyor. Yannis Ustanın yanında çalışmaya babamın zoruyla başladım. Hayal edin, bu masalar pırıl pırıl ahşaptı henüz, perdeler Kati Teyzenin maharetli ellerinden çıkmıştı yepyeni, bembeyaz. Duvarlara şu gördüğünüz solgun fotoğraflar iliştirilmemişti daha. Yavaştan doldular şimdi çoktan tarih olmuş o değerli insanların suretleriyle. Mezeleri Yannis Usta hazırlardı ama ben o doyulmaz lezzetlere el verenin Kati Teyze olduğunu bilirdim. Bulaşık yıkayarak başladım işe, malum bulaşık makinesi daha yok görünürlerde, hoş şimdi de elde yıkarım, ille o gıcırtıyı duyacağım.’’
Sesi buğulansa birden, anlasam hikayesinin can alıcı noktasına geldiğini, hiç sesimi çıkarmadan çınlatsam bardağımı onunkine. Küçük bir yudum alsa görmeden bakarak yüzüme, devam etse adeta utanarak.
‘’Bir gün içeri girdi, üzerinde, hiç aklımdan çıkmaz, basma, bahar çiçekli entarisiyle. Pembe fistolu, karpuz kolluydu, siz bilirsiniz, şimdikiler bilmez. Yazları hep karpuz kollu entariler giyerdi, alaya alırdım bazen, ‘Karpuzlar ağır gelmiyor mu sıska kollarına?’ Diye. Nasıl da kızardı, yanakları pembeleşir, ela gözleri çakmak çakmak bakardı. O zaman hemen başımı hafifçe yana eğer, kaşlarımı mahzunlaştırır, dudaklarımı sarkıtır özür dilerdim, dayanamaz affederdi. Basit, tatlı bir sevdaydı bizimki, belki de her gencin başına gelen. Eleni’ydi adı, babası Elenimu derdi, bense Eli. Annemle Kati Teyze hemen anladılar sevdamızı gözlerimizdeki pırıltıdan, babalar hep bilmezden geldi. Belki de ‘Olamaz’ı taşıyorlardı yüreklerinin gizli köşesinde ama hiç hissettirmediler. İlk nerede sarıldım ona, biliyor musunuz? Şu gördüğünüz masanın altında. Dükkanı taşlamışlardı, üzerimize camdan yağmurlar yağıyordu, başını kolumun altına sokmuştu kedi yavrusu gibi, mis gibi yasemin kokusu geliyordu kumral saçlarından, bakın, o anda bile dikkatimi çekmiş, ne tuhaf. Aslında tir tir titriyorduk ikimiz de. Sonra komşular yetişti, topladık etrafı, süpürdük dükkanı, her şey eskisi gibi oldu ama Ustamın gözlerine korku yerleşmişti artık. İkinci saldırıyı kaldıramadı, tası tarağı toplayıp terk ettiler vatanlarını. Kalbim yerinden söküldü sanki Eli’m gidince, divane oldum. Varamaz oldum deniz kenarlarına, kabahati ona buldum, aramıza girmişti, ayırmıştı bizi, artık ciğerimi yakıyordu iyot kokusu. Çok severdi beni Yannis Usta, güvenirdi, sanırım isterdi de Elenimu’suyla evlenmemizi. Hiç düşünmeden bana devretti dükkanını. ‘Kazandıkça ödersin yavaş yavaş’ Dedi. Çok çalıştım, biriciğime kavuşma umuduyla gecemi gündüzüme kattım. Hep ona gitmek vardı aklımda, bir gün atlayacaktım vapura, sandala, trene, her ne olursa. Karpuz kollu basma entarisiyle karşılayacaktı beni, bu defa gözlerinde sevinç gözyaşlarıyla. Ama olmadı, olamadı, hiç sormayın orasını.’’
Hafif bir pişmanlıkla doğrulsa, yavaş yavaş toplamaya başlasa masayı, boş bardaklar, tabaklar tıngırdasa titreyen ellerinde. Söyleyemesem alnımda, bütün Eleni’lerin, Yannis’lerin acısıyla taşıdığım eskimiş yara izinin o günden kaldığını, ruhumun ilk orada yaşlanmaya başladığını. Ağır ağır kalksam, gözlerimizle vedalaşsak hüzün bakışlı adamla. Yine geceye çıksam aklım fikrim uzaklarda, eski sevdalarda, Eleni’de. Rengarenk bir Çingene mimozalar sermiş olsa kaldırıma boydan boya, hemen meyhanenin önüne. Sevinçle bir kucak dolusu alsam en parlağından, en sarısından, en pamuk pamuğundan, ellerim yine mimoza koksa. Evime gelsem, gürleyen asansöre boş verip ağır ağır merdivenlerden çıksam kafam hatıralardan darmadağın, bir çay demlesem sıcacık, bir dilim de limon koysam yanına. Ben kadar eski koltuğuma gömülüp belimi dayasam en yumuşak yastığıma, düşünsem düşünsem, bir karar versem gençliğimde miyim, kocamışlığımda mı? Ya da vermeyiversem.
edebiyathaber.net (21 Ağustos 2022)