Nedendir bilemiyorum ama “hayatın anlamı“ dendiğinde ilk önce hep Veysel’in Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece dizelerini hatırlar, uzun ve karmaşık düşüncelere dalar, çoğu zaman da bunlara açık bir anlam veremeden ayrılırım. Oysa biliyorum ki felsefi bir soru olan hayatın anlamının sorgulanması insanlık tarihi içinde hiç eksik olmamıştır. Platon, Aristo, Tolstoy, Kafka, Sartre, Camus, Schopenhauer gibi birçok yazar, filozof, sanatçı hayatın anlamını sorgulamıştır. İsimleri farklı olsa da bu konuda belki yüzlerce yazı ve kitap da yayınlanmıştır. Mesela Schopenhauer da Tolstoy da “Hayatın Anlamı”nı kitaplaştırmıştır. Ancak bu yazarların her birinin yaklaşımında benzerliklerin yanında çok ayrışan tarafları da olmuştur. İşte bunlardan biri de Terry Eagleton’dır.
Eagleton’ın kitabı filozofik bir yaklaşımla kaleme alınmış, daha çok “anlam” merkezli düşünceler etrafında yazılmıştır. Dikkat edilirse eserine sadece “Hayatın Anlamı” adını vermiş ve doğrudan bir soru sormak yerine bu konudaki düşüncelere kitabın sayfalarında yer ayırmıştır. Eagleton soru sorup bunları yanıtlamak yerine çözümlemeyi seçmiştir. Çok farklı görüşlere, düşüncelere yer veren yazar hayatın anlamına da sınırlandırılabilecek bir çerçeve çizmek yerine özgün ve özgür bir anlatımla açıklamalar getirmiştir.
Nietzsche’nin ifadesiyle hayatın gerçek anlamı onunla baş edilemeyecek kadar dehşetlidir ve bu sebeple hayatını sürdürecek olan insan “avutucu yanılsamalara” ihtiyaç duyar. Yani hep günceli kovalama, eğlence, iş, şöhret olma, iktidar gücüne sahip olma gibi benzer çabalar, mücadeleler kaçışı olmayan sonluluğu bilinç altına gömme gayretleridir. Oysa insan ne kadar örtmeye çabalasa da hatta kendince bir hayat kurarak kaçma çabası içerisine girse de dünyadaki varlığı üzerinde düşünmekten kaçamaz. Çünkü bu varoluşun bir gereğidir.
Kitap baştan sona dikkatlice okunduğunda bazı kelime veya kavramların etrafında gelişen düşüncelerin kendi bağlamları içinde ifade edildiği, açıklandığı görülmektedir. Yazar hayata ilişkin düşüncelerine sıkça tekrar ettiği bazı kelimelerden hareketle anlam kazandırmaya çalışmıştır. Terry Eagleton, kitabının bazı sayfalarında yer almış olan anlam, anlamlılık, kültür, sanat, din, dil, bilinç, arzu-istenç, dünya, insanlık tarihi, sevgi ve mutluluk, ölüm kavramlarının etrafında hayatın anlamının sorgulamasını yapıyor, diğer sorgulama yapanların düşüncelerine yer veriyor. Yazarın bu sorgulamalarında çok dikkatli davrandığı ve kesin bir hüküm vermemek için de çaba sarf ettiği anlaşılıyor. Bu kavramlar içerisinde kitabın adından da anlaşıldığı gibi “hayatın anlamı”, “anlam”, ”anlamlılık” kavramları daha fazla yer alıyor. Kitapta farklı açıklamalara ve belirsizliğe yol açtığı ifade edilen sözcük anlam kelimesidir. Bunların hemen ardından da “din”, “sevgi” ve “mutluluk” geliyor. Bu kavramlar her bireyin hayata yüklediği anlama göre de farklılaşabiliyor.
Kavramların geneline dikkat edildiğinde anlaşılacağı gibi yazar hayatı Şekspir, Wittgenstein, Schopenhauer, Sartre, Samuel Beckett, Freud, Aristoteles, Marx’a da atıfta bulunarak veya bunlardan alıntılar yaparak sorguluyor ama bir neticeye bağlamadığı da anlaşılıyor.
Yazar “hayatın anlamı”, hayatın “bütününün oluşturduğu anlam” manasına gelebilir derken kesin bir hükme de varamıyor. Çünkü işaret edilen kavramların her biri hayatın bütününü, “bütün anlamı” değil ancak parçasını yansıtabiliyor. Bu parçalı yaklaşım ve bölünmüşlük durumu da bütüne kavuşamamanın acısını hissettiriyor. “Hayatın tek anlamı acıdır” diyen Arthur Schopenhauer’a tamamen katılmıyor. “Hayatın anlamı acı çekmektir” gibi bir ifadeye, acı çekmenin hayatın bütünü ya da amacı olmasından değil, belki en anlamlı ve temel nitelikleri içinde olması ile açıklanabileceği şeklinde yaklaşılıyor.
Yazar hayatın anlamından da önce “anlam” ve “anlamlılığı” sorgulamadan edemiyor. Bunu da düşüncenin somut hali olan dile, lisana dayandırıyor. Çünkü o anlamın “nesnelerle değil dil ile ilgili bir mesele” olduğunu vurguluyor. Ona göre “dil yalnızca ne olduğumuzu anlamaya değil, kendi durumumuzu bütünlüklü biçimde tasavvur etmemize de imkân tanır.” Buradan dil-düşünce bağıntısından insanın kendisini hangi kelimelerle nasıl ifade ettiğinin önemi de ortaya çıkıyor.
Kitapta üzerinde ağırlıklı olarak durulan “anlam”, “anlamlandırma” ve “anlamlılık” kitabın iskelet kavramlarını oluşturmaktadır. Diğer kavramlar bu temel alınan kavramlar etrafında açıklanmış veya sorgulaması yapılmış.
“Anlam”ın tartışmalı bir sözcük olduğunu, sadece kendisinin verdiği bir hüküm olamayacağını ancak anlamın bizim onlara kazandırdığımız bir şey olacağı ifade ediliyor. Yazar “anlam”ı; bir şeye niyetlenmek ya da onu düşünmekle ilgili, gösterme/anlamlama fikriyle ilgili, bir şey göstermeye niyetlenme ya da onu düşünme edimini belirtme yoluyla ilgili olmak üzere kategorilere ayırarak inceliyor. Ancak bir anlamlandırma olan anlam ile bir şeyi göstermek isteyen bir edim olan anlamın birbirinden ayırt edilmesinin önemine de vurgu yapılıyor. Hayatın anlamı deyince bizim ona verdiğimiz bir anlam olabileceği gibi kesinlik ifade etmeyen cümlelere de yer verilmekte. Buradan her insanın hayatın anlamına öznel yüklemeler yapabileceği manası da çıkarılabilmektedir.
Çevremizde bazı insanların hayatlarını anlamsız bulduklarını çeşitli vesilelerle dile getirdikleri zamanla duyulmaktadır. Hayatı anlamsız bulan insanların psikotik olduğunu, bunların hayatlarının “anlamlılıktan” yoksun olmasından kaynaklandığını ifade eden yazar bunun sebebinin de hedef, öz, amaç, nitelik, değer ve doğrultudan yoksun olmaktan kaynaklandığını açıklar. Yani “hayatım anlamsız, saçma” gibi sözler söyleyen bir kişinin ifadesi mantıksal değil, varoluşsal bir ifade olmaktadır. Çünkü “saçmalık” da bir anlamdır. Daha açık bir şekilde söylenmek istenirse anlam gerçeklik ile insan arasındaki etkileşimdir. Bunun için de “insanoğlu” dünyada anlamın tek kaynağıdır.
Yukarıdaki paragrafta işaret edilen temel kavramlar etrafında, özellikle bunların daha iyi anlaşılması için bazı küçük kavramlara da yer verilmiştir. Bunlardan kültürün çağımızda çoğunlukla kâr peşinde koşan kitle iletişim araçları, sanatın da para, iktidar, statü ve kültürel sermayeye dönüştüğünü işaret ederek eleştirel bir yaklaşım getiriyor. Sonra “dinin bile karlı bir endüstriye” dönüştüğünü, dolayısıyla bazı kavramlara “özel alanda bile bir anlam bulmanın” zorlaştığını vurguluyor. Yani buradan şunu anlıyoruz ki kavramlara farklı dönemlerde değişik anlamlar yüklenebiliyor. Bu değişiklikler hayatın anlamı ile ilişkilendirildiğine buna da ayrı açıklamalar getirileceğini anlıyoruz. Hayatın doğrudan içinde yer alan kültür, din, sanatın sadece yeri değil zamana göre anlamı da değişebiliyor. Bu doğrultuda; “ ahlak, toplantı odasından çok yatak odasıyla ilgili, kültür; insanlar çalışmadığında zihinlerinin masum bir şekilde nasıl dağıtılacağı sorunu oluyor”, din de ya karlı bir endüstri ya da cahil insanların istenildiği gibi güdüleceği sosyal bir alan oluyor. Böylelikle kavramlar anlam köklerinden koparılıyor. Oysa bir inançla, sanatla, kültürle yaşamak demek hayatı anlamla, gerçek içeriği ile yüklemektir. Kavramların anlamlarını saptırmak, kaydırmak sadece kabukta, biçimde, görünüşte kalmıyor hayatın anlamını da biçimlendirebiliyor.
Bilinç, “hayatımızın bütün beyhudeliğini bizden gizlemek üzere vardır”. Schopenhauer ’un “istenç” dediğine Freud “arzu” der. T. Eagleton’a göre arzu “bir şeyin eksik olduğu yerde fışkırır. Ölüm ve arzu hasımdır; çünkü arzuyu engelleseydik tarih durma noktasına gelirdi. “ Freudçulara göre arzu “yaşamın itici gücü”. Arzu ya da bilinçdışının uyanık yaşantılardaki kurnazlıkları hayatın anlamıdır ve hayatın anlamının “ölüm” olduğunu Freud ve taraftarları kabul eder. Yazar doğrudan ne Freud’u ne de Schopenhauer’u onaylayıcıdır o bu konuya biraz “felsefi estetik” diyeceğimiz düşünceyle yaklaşır. Çünkü T. Eagleton hayatın anlamını açıklarken ölümün fazla kasvetli arzunun ise fazla şehvetli olduğunu düşünenler için “varoluşun hakikatini derinlemesine düşünmenin insanlığın en soylu amacı olduğu fikrinin” büyüleyici bir fikir olduğunu yazar.
Hayatın anlamı içerisinde düşünmeyi çok önemseyen T. Eagleton “Sevgi bir zihinsel durum değil bir pratik ya da bir yaşam biçimidir… Öyleyse hayatın anlamı sevgi midir? sorusunu sorar. Yani bir biçimde hayatın anlamını sevgide ararken Fuzuli’nin “her ne varise aşk imiş alemde…” deyişini hatırlatır. Sevgi, temel bir kavram ve başlı başına bir amaç gibi göründüğü için mutluluğu andırır ve mutluluk gibi o da doğamızla bağlantılı gibi görünür. Yani sevgi hemen ardından mutluluğu da çağrıştırır. Fakat sevgi ve mutluluğun aynı yaşam tarzının farklı tanımlarıyla sonuçlandıklarını söylemek mümkündür…Mutluluk, Aristoteles’e göre, insanın yetenek ve kapasitelerinin özgürce gelişmesinden kaynaklanan bir yaşam kalitesi halidir. Sevgi hiçbir zaman teklik ifade etmez. Sevgide, sevgi duyulanın bulunması gerekir. Başkası ya da başkaları olmadan sevgi anlamsız kalır. O, hayatın anlamı içerisinde sevgiye bu anlayışla yer verir.
Kitabın hayata bakışımı zenginleştirdiğini, hayata dair net olmayan bazı düşüncelerimin daha aydınlık ve net olarak farkına vardığımı, insanların hayatla ilgili görüşlerinin, yaşama biçimlerine neden yargılamadan, objektif yaklaşılmasının daha sağlıklı olacağı yönünde katkıları olduğunu söyleyebilirim. Neticede Terry Eagleton’ın ifadesine katılarak “hayatın anlamı bir sorunun çözümü değil, belli bir şekilde yaşama meselesidir” de diyebiliyoruz. Önemli olan hayatın soylu amacı olan “düşünmenin” hayatın anlam kazanmasında daha fazla yer etmesidir.
Kaynak: Hayatın Anlamı. Terry Eagleton. Çeviren: Kutlu Tunca. Ayrıntı Y. 4. basım. 2015
edebiyathaber.net (22 Ağustos 2022)