Okuyucular hatırlayacaktır R.M. Rilke “Kalem ve Kılıç” adındaki eserinde ve aynı adı taşıyan öyküsüne şöyle bir giriş yapar: “Bir odanın bir kösesinde bir kılıç duruyor, gövdesinin çelik yüzüne güneşin şavkı vurmuş, pembemsi pembemsi ışıldıyordu. Derken kasılarak çevresine bir göz gezdirdi kılıç. Gördü ki odada bulunan her şey kendi parıltısından beslenip geçiniyordu. Her şey mi? Ama yo! Şu oradaki masanın üzerinde bir mürekkep hokkasına miskin miskin yaslanmış bir kalem duruyor, onun çakmak çakmak görkemi karşısında boyun eğmeyi şuncacık aklına getirmiyordu. İşte buna içerledi kılıç ve konuşmaya başladı.” Bu cümlelerden sonra kılıcın gururlu sözleri buna karşılık kalemin vakur duruşu ve sözleri dile getirilir. Ancak öyküde bir kalem ve kılıç sürtüşmesi de söz konusudur. Merak edenler bu öyküyü okuyabilirler. Çünkü bu yazımın konusu kitap ve kılıç değil kalem ve kitap olacaktır. Bunu yaparken de kalem ve kitabın kavgası değil kalem ve kitabın birlikteliğine, dostluğuna, bir anlamda ezeli ve ebedi yürüyüşlerine, birlikte varoluşlarına, kalem ve kitabın zamanına bakacağız.
Kalem yazdıklarından ve yazacaklarından dolayı vazgeçilmezdir. Kitap kalemledir, kalem kitapla. Elbette asıl yazana bakmak gerekiyor. Bende birini elime alınca hep diğerini hatırlatır. Çünkü benim kalemim okuduğum kitapların başında dikkatli bir nöbetçi gibi bekler. Arkadaş gibi, uyarıcı gibi, vefalı bir dost gibi desem daha yerinde olacak. Çünkü gözlerim kitabı okurken kalemim elimden düşmez. Onun yanında olduğumu bazı cümlelerine işaret koyarak bazen de onun düşüncelerine katıldığımı veya karşı olduğumu ya da soru işareti koyarak ne demek istendiğini sormaya çalışırım. Okuduğum kitaplarda kalemimle bıraktığım izlerin her biri anılardır, beynimden sayfalara yansıyan düşünce kıvılcımlarıdır, kitaplarla zihinsel yürümemin ayak izleridir. Kalemim sadece düşüncelerimi, duygularımı yazmaz aynı zamanda okuduğum kitaplarla yan yana, iç içe, omuz omuza yürür. Nedendir bilemiyorum elimde kalem olmadan kitap okuyorsam o kitabı fazla önemsemediğim, ciddiye almadığım gibi bir duygu oluşur bende.
Kalem ve kitap mı, kitap ve kalem mi? Bazen böyle düşündüğüm olur. Her birini ayrı düşünmekten rahatsız olurum. Çünkü benim gözümde kitap ve kalem sadece iki nesne, iki araç değil. Bunlar giydiğim giysilerden, bindiğim arabadan, hatta taze açmış kokladığım çiçekten, çiçeğin üzerinde dolaşan böcekten ve diğer varlıklardan ayrı ve seçkin bir yere sahiptir. Bu cümleden bir “kutsal” çıkardığımı sanmayın ama kalem ve kitabın bir araya gelişiyle doğan düşüncelerin zihindeki sonsuz sayıda kıpırdanışlarını da bir kenara atmak mümkün değil. O kıpırdanışlar ki şiir olur, öykü olur, destan olur, roman olur, insanları sarıp sarmalar. Yani kalem ve kitap bilinen canlılıklarının dışında canlılığın bir başka boyutu, bir başka biçimidir. D. H. Lawrence “Kitaplar” adlı denemesinde: “Bir kitap, iki kapaklı bir yeraltı kovuğudur. Yalan söylemek için eşi bulunmaz bir yer,” der. Yani kalem ve kitap mağarayada davet çıkarır aydınlıklara da barışa da vesile olur savaşa da. Gönül yıkan, gönül yapan, aşka sevdaya kucak açan sözler kalem ve kitabın eseridir. Bu ikilinin hangi sözlerine uyulup uyulmayacağı akıl zenginliği olan, sorgulamanın hazzına varan insana bırakılmıştır.
İçinde bulunduğum bazı zamanlar var ki, her insan gibi sevindiğim de olur, üzüldüğüm de. Bazen kendiliğinden gelen bu duygularımın sebebini bilemem. Ya içim içime sığmaz coşarım ya da içime çekilirim. Hemen kalemimi çağırırım, kalemim gelmezse yanıma ben kalemime giderim. Masamın üzerinde kalemim ve kitabım varsa bütün yalnızlıklar uzaklaşır benden. O an bana hangi duyguları paylaştırıyorsa o duygudan bir hisse çıkarmak adına, alır kabullenirim. Gerçi bunu reddetmek gibi bir şansım da olmaz. Çünkü ben Kanadalı edebiyat eleştirmeni Northrop Frye’in söylediği gibi kitapları içlerinde yaşanacak yerler olarak görürüm. Çünkü okuyorken kitabın içine giremediğimde o kitabın iğreti kaldığını hissederim.
Konunun felsefi boyutu çok farklıdır elbette. Bunun için Martin Heidegger gibi “Varlık ve Zaman” üzerinde söz edecek değilim. Sadece bazen kitap ve kalem zamanlarında olduğumu düşünür, bu zamanları yaşarım. Kitap ve kalemin mevsimi ve yılı yoktur bende kitap ve kalemin gün içinde yaşadığım zamanları vardır. Kalem zamanını okuma zamanından okuma zamanını kalem zamanından ayırarak düşünmem. Bunun için zamanlar içinde kalem ve kitap zamanı asıl kendimi hissettiğim, varoluşumun farkına vardığım zamanlardır. Kalemimle zamanın benimi, benim zamanları paylaştığım da olur. Burada paylaşan kalem, paylaşmanın adı yazmak olur. Artık zamana güç mü yeter, zamanı kim tutar ki? Onun az ya da çok paylaştırdığını alıp kabul etmemek hiçbir insanın gücü içerisinde değil. Bunu kimisi daha derin, daha uzun, kimi de çok daha uzun yaşar. Yeni, bambaşka bir dünyadır, özgün tespitlere şahitliktir kalemle dolaşılan zamanın dünyası. Heyecanlı, duygulu, tutkulu ve zenginleştirici yolculuğa çıkmaya söz verir kitap ve kalem.
İşte ben de kitap ve kalem zamanının bana bir şimşek çakması gibi verdiği hüzünleri de coşkunlukları da tutkuları da çocukluğumdan kalmış olan sevinçleri de hayatımın mecburiyeti içerisinde bir yere koymaya çalışırken bazı insanlar gibi bir kısım yollara başvururum. Bu yollar belki çoğumuzun ortak olarak yürüdüğü yollardır. Ancak çıkınımıza koyduğumuz azıklar, gölgesinde nefeslendiğimiz duraklar, susuzluklarımızı gideren eşme başları çok farklıdır. Ama çıkmazlarla engellerle karşılaştıkça hüznü, üzüntüleri boşaltacak yeni yeni yollar denemek de insan olmanın bir gereği olarak karşıma çıkar. Hüznü boşaltacak veya dağıtacak yollar aslında çok fazla değil hayatımda. Yaşantımın bazı dönemlerinde çok kısa bir deneme yanılma yolu ile bulduğum yol kitap ve kalem olmuştur. Yani okumak ve yazmak… Okuyarak ve yazarak yaşamak.
Kitabın ve kalemin zaman tüneline girdiğim dönemleri bu günkü gibi hatırlıyorum ta ilkokul yıllarında bile oyuncaklarla değil kitaplarla oynamanın, yani okumanın mutluluğu beni hep sarmıştı. Onları en güzel şekilde kaplar, küçük ellerimde evirir çevirir severdim. Hele o kokusu yok mu? Benim için en güzel kokulardan birisi yeni basılmış taze kitap kokusuydu/hala da öyle ya/. Öyle ki o yıllarda anne baba özlemi duysam kitaba, öfkelerimi yenemesem kitaba, karşıma çıkan engelleri aşamıyorsam yine kitaba başvurduğumu hatırlıyorum. Sığınağım kitaplar sırdaşım kalemim oldu. Sonraki yıllarda da okudukça sıkıntıların benden, bedenden uzaklaştığını fark ettim. Hüzünlerime de sevgi ve sevinçlerime de yeni anlamlar kattım. Bunun üzerine hep okumayı seçtim. İnsanların, çevremdekilerin beni anlamadıklarını düşünüp kendime çekildiğimde hayretimi yatıştıran, bazen sorularıma cevaplar bulduğum nesnenin de kitap olduğunu sezmeye başladım. Böylelikle çocukluğumun en iyi ve unutulmaz arkadaşlarından birisi hep kitaplar oldu.
Bilemediğim bazı hisler beni hep kitaba doğru çekti. Kitap okudukça yeni yolu, en azından hüzünlerimi paylaştırarak azaltan yolu da mutluluklarımı çoğaltan yolu da kendiliğinden buldum. Bu yol da kalem ve kitap zamanlarında yaşamaktı.
Nüfusu çok az olan köylerde görev yaptığım yıllarda okul saatlerinin dışında kalan zamanlarda beni anlayan, bana destek olan hep kalemim oldu. Kitaplarla sohbet edip kalemimle paylaştığım düşüncelerle zenginleşme peşinde oldum. Zenginleşme, fikren gelişme, önce kendimi ve sonra insanı, insanları daha iyi anlama…
Kitap ve kalem böylelikle en güvendiğim, güvenmekten öte sıkıntılarımı, hüzünlerimi paylaşan ve zihnimdeki sorulara ışık tutan yollar oldu. Okudukça bazı bireysel ve topluma yönelik sıkıntılarımın hafiflediğini, yazdıkça da paylaşıldığını anladım. Çünkü sorunlara, sorunların getirdiklerine dayanma gücüm artıyor, sıkıntılarım çözülüyor, giderek hüzünlerim azalıyordu. En azından ben böyle hissediyordum. Belki de kitaplar hüzünlerden de zevk alınabileceğini öğretiyordu. Böylelikle Marcel Proust’un dediği gibi anladım ki “kitaplarda sahte sevimlilik yok” ama yazma zamanlarından da güzel zaman yok.
edebiyathaber.net (6 Eylül 2022)