Söyleşi: Nilgün Emre
“Gergedan” adlı şiir kitabı üzerine f. Rüzgâr’la söyleştik.
İlk kitabın Gergedan, Orlando etiketiyle çıktı. Kitabın ismi neden Gergedan, bize biraz bundan bahseder misin?
Gergedan her hâliyle cüretkâr bir hayvan. İsmiyle dahi tunçtan bir zırha bürünüyor zihinlerimizde. Hatta gergedan sözcüğünün kendi başına bir “imge” teşkil ettiğini düşünüyorum. Tabii tek bunlar neden değil. Gergedanı bütün kitap boyunca bir “iç hayvanı” olarak kullandım. Yer yer dertleştim onunla, yer yer acayip günahlarımı yükledim ona. Belki de deruni dehşetimi taşıyabilecek en potansiyel hayvan olduğunu düşündüğüm için faydalandım ondan.
“gergedanını birkaç dilde sev.” dizesinden faydalanarak sormak istiyorum: Gergedan senin için somut bir imge mi, soyut bir imge mi?
Savanda, ağzında sütleğen geviş getiren hür bir siyah gergedana “ti amo mio rinoceronte” diyerek ilanıaşk etme keyfine erişebileceğim âna kadar soyut.
Şiir yazmaya nasıl başladın? İlk şiirini yayımladığın günden bugüne kitabının oluşum sürecinden biraz bahsedebilir misin?
2010 yılından beri şiirin benim hayatımda feci bir alan işgal ettiğini söyleyebilirim. Ortaokulda fen bilgisi öğretmenim teşvik etmişti beni. Ama şiiri değil de kendi öğretisi olan bilimi teşvik etseydi bana galiba bugün onunla uğraşırdım. Çünkü şiirden öncesinde bilimi seviyordum. Sanırım hâlâ bilimi daha çok seviyorum. Fakat daha ziyade şiirden zevk alıyorum / aldığımı farz ediyorum. Bunu anlatmamdaki ilk neden, kafamdaki ve hayatımdaki zıtlıklardan az çok haberdar olman. Bilim hocam beni şiire teşvik ediyor, şiirse beni estetik arayışlar çerçevesinde evrene ve evrenin çözümleyicisi olan bilime götürüyor. İşte bu yığıntılar toplamından da şiir çıkıyor. Aslında toplam bile sayılmaz benim şiirim. Gergedan’da gördüğün üzere birbirine aykırı yaklaşımlar mevcut. Bana kalsa her biri bir diğerinin devamı niteliğinde. Ama bana kalsa işte… Diyorum ya işin içinden sıyrılabilmek için vazifeyi gergedanıma yükledim. Miço diyorum ona. Ne ayıp bana! Bu bahsi kapatmadan şunu da söylemek istiyorum ki bundan sonraki şiir kitaplarımın bilimle paralel hareket etmesini istiyorum. Bilim yapamasam bile şiirini yazmak istiyorum. Hatta cüretkâr davranıp destanını…
Seni etkileyen şair / şairler kimdir?
İlk tanıştığım şair Tevfik Fikret’tir. İlk olarak Şermin’i okumuş ve çok beğenmiştim. O zamanlar çocuktum ama hâlâ beğenirim o şiirleri. Fikret’in çoğu şiirini beğenirim. Yahya Kemal’i çok çok okudum, okurum. Hatta Kendi Gök Kubbemiz kitabı ezberimdeydi bir aralar. Şiir estetiğini ondan öğrendim diyebilirim. Kelimeleri doğru telaffuz etme merakım da onun şiiriyle başladı. Fakat şiirin asıl sesini ilk olarak Haşim’de duydum. O bu konuda bir ilahtı. Bundan yaklaşık yüz yıl evvel, çağın ötesinde bir manifestoyla şiirin anlamsızlığından dem vurmuş. Bu cesurca bir yaklaşım. Bravo Haşim! İlhan Berk, Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel, Lâle Müldür de çok beğendiğim şairler. Ama biri var ki ona hayranım: Ece Ayhan. Normalde kimseye hayran olmayı sevmem: Dâhiler hariç! Darwin, Einstein; Atatürk, Cicero gibi hayran olduğum nadir insanlardan birisi de Ece Ayhan’dır. O, şiirimizin kanun tanımaz kaymakamıdır. Gergedan’ın son bölümü de bir Ortodoksluklar öykünmesidir. Doğruya doğru… Ha bir de divan şiiri maceram vardır. Osmanlıca mosmanlıca ayırt etmem; elime ne geçse okur, güzel mısraları ezberlerim.
Yabancı şiirlerle ise (şairlerle değil) aram pek iyi değil. Çünkü çevrilmiş her şiir ölüdür. Şiir ve lisan, iskelet ve yumuşak doku gibidir. Gene de bu düşünceme rağmen kitap buldukça okumaya çalışırım. William Carlos Williams’tan keyif alırım. Kavafis severim. Bir de yabancı dildeki şiiri o dilin gramer kurallarına göre okumaya çalışırım. Mesela çat pat İtalyanca okunan bir Ungaretti şiiri beni en âlâ çeviriden daha fazla heyecanlandırıyor. En azından şairin ritmik zekâsını duyumsuyorum.
Deneysel / somut şiir senin yazma sürecinde ne denli etkili?
Yeni olduğu iddia edilen her şey deneyseldir ama deneysel olan her şey yeni değildir. Bu minvalde yaklaşıyorum şiire. Şöyle diyebilirim: Benim şiirim yeni değil ama deneysel. Peki yeniyi mi arıyorum? Hayır. Aslına bakarsan hiçbir şey yeni değildir; yeni hiçbir şeydir. Çünkü “hiç”lik bir mevkide değildir. Onu konumlandırmayız ya da başka bir şeyle mukayese edemeyiz. Kara delikleri düşün. Olay ufkunun ötesi aslında karanlık değil, hiçliktir. Hiçliği anlamlandırabilmek için kara çalıyoruz onlara. Bilmediğimiz için. (Bilmemek berbat bir şey!) İşte yeni de buna dâhildir. Bir şiire yeni diyemeyiz. Yeni bir şiir deriz. Şiirin yenisinden bahsederiz. Kağşamış olana yanıltıcı bir sıfat eklemekten başka bir şey değil buradaki marifetimiz. Ne gerek var! Bu yüzden “deneysel” daha samimi geliyor bana. En azından netliği yok. Sürekli bir tecrübe hâli. Deli işi…
Kitapta görsel şiirlerin de olduğunu görüyoruz. Bu minvalde senin görsel şiire bakışın nedir?
İlk bölümdeki görsellere “rüzgârlar” diyorum. Mağaralardan mağaralara çarparak yol alan esintiler. İç hayvanımın ıslıkları. (Kristallere benzeten de oldu. Bu beni ayrıca mutlu eder. Her okurun farklı bir şey duyumsaması yani. Anlaması demiyorum fark ettiğin üzere. Anlamla pek işim yok. Benim işim duyumsatmak, çağrıştırmak.) Her biri bir imge aslında. f’ler ise dikkat ettiysen hep italik. Bu da üç ayrı şeyi simgeliyor: İlk simgelediği şey tayin edilmiş adım olan Furkan’ın baş harfindeki f harfi. Şu an kullandığım isimdeki f. da oradan geliyor. İkincisi, italik bir f harfi estetik bir algı yaratıyor. Göze hitap eden, hareketli bir harf. Üçüncü ise bu harfin bir esinti gibi ağızdan çıkması. Çok yumuşak ve lezzetli bir tınıya sahip. Yani kulağa da hitap ediyor ve bu hususiyeti de “rüzgâr” sözcüğüyle yan yana geldiklerinde tamamlanmalarını sağlıyor. Uzun lafın kısası, görsel şiirlerde de bir “derdim” olduğu muhakkak. Ama ben kelimelerin insanıyım. Zaten görsel işlerimi de kelimeleri dağıtarak, yele vererek, harfe indirgeyerek yapmaya çalışmamış mıyım?
edebiyathaber.net (13 Eylül 2022)