İlk kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu Ters Kule Yayınları’ndan çıkan Perdesizler adlı kitabıyla Şebnem Gökçen.
“Perdesizler’in birden fazla katmanı olduğundan bahsedebilirim ancak merkezinde çağımızın yarattığı ‘büyük yalnızlık’ var.”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?
1974 İstanbul doğumluyum. Sanat Yönetmeni olarak San Francisco’da başladığım mesleğimi 2003’ten beri Türkiye’de sürdürüyorum, daha doğrusu sürdürmeye çalışıyorum. Çocukluk yaşlarımda edindiğim ve ilerleyen yıllarda gölgede kalmış bazı tutkular, orta yaş krizimle birlikte saklandıkları yerlerden ortaya çıktılar sanki. Çocukluk dünyam, elimden düşmeyen Türkçe ve İngilizce kitaplar, çeşit çeşit dergi ve ansiklopedilerin yanı sıra renkli kalemler ve günlük olarak yazılan süslü defterlerden oluşuyordu. Ciltlenmiş Çitlembik dergilerini saatlerce karıştırmak, babamla Cağaloğlu’ndaki gazete matbaasına ve Tepebaşı’ndaki kitap fuarına gitmek, annem yemek masasında tekstil desenleri çalışırken onu seyretmek çocukluğumun güzel anıları arasında. Madalyonun diğer yüzündeyse, ilkokulda küçük bir travmayla başlayan ve üniversitedeki ilk yılıma kadar aralıklarla devam eden bir çeşit kaygı bozukluğu var. Okula giderken ve okulla ilgili durumlarda çok heyecanlanınca midem bulanıyordu. Buna rağmen başarılı bir öğrenciydim, çok çalışan değil belki ama çok dinleyen. Sonra anladım ki, ben genel olarak dinlemeyi seviyorum; derslerde öğretmenlerimi, annemle babamın yemek masasında misafirleriyle uzun sohbetlerini, arkadaşlarımın bana saatlerce anlatmaktan sıkılmadıkları aşklarını. Çok dinlemekle ve konuşmayı istememekle birlikte gelişen bir şey oldu, o da yazmayı sevmek. Önceleri uzun cümlelerle uzun metinler yazmayı seviyordum, sayfalarca günlük ve mektuplar, üniversitedeki derslerim için makaleler gibi. Son yıllarda mesleğimin ve çağın da etkisiyle kısa yazmayı sever oldum ve öykü yazmaya yöneldim.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
Yazmaya 2016 yılında Antalya’ya taşındıktan sonra başladım, ama ilk öykümün ismi “Arzuhalci ve Postacı” İstanbul’da yaşarken zihnime düşmüştü. Fabl tadında öyküler yazmak istemiştim; her öyküde iki yabancı arasında yaşanan kısa, basit ama aynı zamanda duyguları dönüştürücü katalizör etkisi olan buluşmalar üzerine kuracaktım kurguyu. Bu serideki 14 öyküyü birkaç ay içinde yazdım. Sonra iyi yazdığıma inanmayan tarafım hem bu öyküler hem de seriden bağımsız yeni öyküler üzerinde defalarca düzenleme yaparak çalışmaya başladı. Kitap ismi konusundaysa şunu söyleyebilirim ki, beni en çok zorlayan kısım bu oldu. Fabl tarzındaki seri öykülerime odaklandıkça aklıma gelen isimlerin hiçbiri içime sinmiyordu. Sonunda, seriden bağımsız öykülerimden “Perdesizler”i bütünün ruhunu da çok iyi yansıtacağını düşündüğüm için kitap ismi yaptım.
Rutin demek doğru olur mu bilmiyorum, ama öykülerimin yazılma şekli genelde hep aynı oluyor. Nedense benim aklıma ilk olarak öykünün ismi geliyor, pat diye, bir şeyden ilham aldığımda ya da çağrışım olduğunda. Öykünün bana kendisini tanıştırma yöntemi bu, “Merhaba, ben Yedek Viyolonsel”, “…ben de Gölge Tozu” gibi… İsimle birlikte tema ve karakterler de zihnimde canlanmaya başlıyor. Deftere aldığım notlarım yeterince şekillenince, bilgisayar başına geçip öykünün kurgusunu olabildiğince planlıyorum ve sonra da yazmaya başlıyorum. Bunun dışında yazarken düzenli olarak her gün uyguladığım rutin ya da ritüellerim yok, ama uzun zamandır olmasını ve disiplinli yazmayı çok istiyorum.
Dosyanızı tamamladıktan sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
Bu hususta benim önem verdiğim şey yayınevlerini iyi tanımaktı. 10 yıl Amerika’da yaşadığım ve Türkçe kadar İngilizce kitaplar da okuduğum için çok sevdiğim bir yayınevi var mı yok mu onu bile bilmiyordum. İlk başvurularımda ret cevabı aldığım yayınevleriyle kendimin ve öykülerimin uyum içinde olup olmayacağından emin değildim, ama yıllar geçtikçe bu tablo netleşti. Bu yılın başında dosyamın son halini göndermeyi düşündüğüm sadece iki yayınevi vardı, içlerinden birini seçmekte zorlanmadım, çünkü kendimi ona daha yakın hissettim. NotaBene Yayınları’ndan kardeş yayınevi Ters Kule Yayınları ile yola çıkmak üzere olumlu cevap geldiğinde, tecrübeli bir ekiple çalışacağıma ve öykülerimin doğru zamanda doğru yayınevi ile eşleştiğine kalpten inandım. Ters Kule’ye olumlu dönüş yapmamdan sonraki tüm süreçler de bana bunu kanıtladı. Editöryal süreçle başlamak üzere her aşamada anlayışlı, nazik, titiz ve emin ellerde olduğumu hissettiğim bir deneyim oldu benim için.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
“Perdesizler”in birden fazla katmanı olduğundan bahsedebilirim ancak merkezinde çağımızın yarattığı “büyük yalnızlık” var. Teknoloji sayesinde birbirimize yaklaşmış gibi hissetsek de aslında çok uzaklaştık. Uzun sohbetlerimiz artık nadiren yaşanıyor, çünkü birbirimize anlatacaklarımız azaldı. Ekranda parmağımızı kaydırıp kaydırıp gördüğümüz hayatlar, bizi herkes gibi olmaya zorlamakla beraber herkes gibi olmadığımızın kaygısını da yaratıyor ve içi dışı bir olmayan kimlikler yaratıyor. Yalnızız ama bir o kadar da hiç tanımadığımız insanlara, yani yabancılara yakınız. Perdesizler de, “insandan insana” anlık etkileşimlere açık olma haline odaklanan 20 öyküden oluşuyor.
“İlk kitap” hem yazar hem yayınevi açısından birlikte yeni bir yola çıkmanın heyecanını ve soru işaretlerini taşır. Siz “ilk kitap” olgusuyla ilgili neler söylemek istersiniz?
İlk de olsa ikinci veya üçüncü de olsa her seferinde kitaba özel bir heyecan yaşayacağımı düşünüyorum, onu ilk olduğu için ayrı bir yere koymuyorum. Onun belirli bir zamanda fikir olarak doğması, sonra yazılması, önce dosya ardından kitap haline gelmesi “Perdesizler”e özel yaşadığım bir deneyim. Heyecanım kitabın ilk olmasıyla ilgili değil, ben de böyle olacağını sanıyordum, ama beklediğim gibi bir “ilk kitap” mutluluğu ve heyecanı hissetmiyorum şu an. Çok garip bir duygu bu, tam ifade edemediğim. Sanki kitap doğdu, birlikte yolculuğumuz başladı ve benim de şimdi yapmam gereken tek şey onun hayatıma kattığı yeniliklere alışmak. Mutluluk ve heyecan hep var ama düzeyli bir şekilde arka planda. Asıl önemli olan bu süreçte Ters Kule’yi hep yanımda hissetmem.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
İngilizce öyküler yazan ve çoğunlukla anadili İngilizce olan bir yazarlar topluluğuna üyeyim bir yıldır. Dijital ortamda atölyeler, dersler ve yarışmalar düzenleyen, öykü paylaşımlarına geri dönüş yapan, birbirini destekleyen ve motive eden çeşitli tecrübelerdeki yazarlardan oluşuyor. Teknik açıdan çok şey öğrendiğim bu grup içinde odaklandığım öykü formları, “flash fiction” ve “micro fiction” yani çok kısa öyküler. Geçtiğimiz yıl daha çok İngilizce yazmaya odaklıydım. Üzerinde çalışmaya devam ettiğim kelime sayısı 500’den az hatta “tam 100” olan öykülerim var. Bu kadar kısa öykü yazmayı Türkçede henüz denemedim, ama İngilizce yazdıklarım beni çok motive etti. Önümüzdeki aylarda Türkçe mikro öyküler üzerinde çalışmak istiyorum.
Henüz bir kitabı yayımlanmamış yazarlara ve yazar olmak isteyenlere tavsiyeleriniz neler olur?
İçinden geldiği gibi yazmak bana her zaman çok iyi gelmiştir. Karakter oluşturma, kurgu ve diğer tüm teknik detayların hepsi öğrenilebilen ve çalıştıkça geliştirilebilen şeyler, ama kendi sesini bulmak çok zor. Bu yüzden ben hep zihnimdeki filtresiz sese odaklanarak yazmaktan yanayım. Sorularınızı da bu şekilde yanıtlamaya çalıştım, umarım okuyanlar için de güzel bir etkileşim yaratır.
“İlk Kitap” söyleşi köşenize konuk olmaktan çok mutlu oldum, teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (10 Ekim 2022)