Söyleşi: Burak Soyer
Alman besteci-yazar Stefan Pohlit’in kaleme aldığı ‘Münzevi Adası’yla ilgili incelemeyi bu sayfalar için yazmıştım. Adalar’ın bir döneminin toplumsal, sosyokültürel ve tarihsel yapısını anlatan kitap, tasavvuftan müziğe, dinden felsefeye, astrolojiden mitolojiye kadar birçok farklı alandan yararlanarak ‘insan arası’ bir köprü kuruyordu. Bir batılının, doğuya bakışındaki o sunilik ‘Münzevi Adası’nda yoktu ve epey de işçilik isteyen bir kurgu ve dile sahipti. Ben de kitabın daha derinine inmek, yazarla fikir çarpıştırması yapmak ve sadece yazıda kalmaması gerektiğini düşündüğüm ‘Münzevi Adası’ için Stefan Pohlit’le bir röportaj yaptım. Haliyle benim yazdığım yazıdan çok farklı bir ‘inceleme’ ortaya çıktı. Sözü Stefan Pohlit’e bırakalım…
Bir yabancının Türkçe roman yazması bizim yazın basınının üstüne atlayacağı bir konudur. Ayrıca seninle yaptığımız konuşmada da kitabın bu yönünün öne çıkarıldığı söylemiştin. Kitabı neden “İrfan” müstear ismiyle yayınladın?
“Call me Ishmael” meselesi. Romanımdaki bazı karakterlerin ismi de değişiyor ve bu özelliğin, kitabın sürrealist yapısından “gerçek dünyaya” kadar yansıması hoşuma gitti. Bir insanı anlamak için soyadı, aşiret, milliyet kavramlarını irdelemek gerekiyor mu? Yabancılar hakkında biraz ön yargı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca kişisel görüşleri böyle açık bir şekilde sergilemek, yazarın görevi değil bence. Gerçi çağdaş okuyucu öncelikle yazarın kimliğini sorgular. Eğer bir takım düşüncelerine yakınlık hissederse kitabı okur.
Kitabın Türkçede gördüğü ilgiyi biliyoruz. Senin ülken bu durumdan ne kadar haberdar oldu? İlgi gördü mü?
Türkiye’de gösterilen ilgi ve ilk okuyucuların sevimli tepkisi, gazetelerdeki tanıtımlar, TV’de yapılan portre programları beni çok mutlu etti. Bestecilik kariyerime yoğun olarak devam ettiğim için kitabım Almanya’da henüz yayınlanmadı.
“’Taraftar’ şeklinde siyasi bir yaklaşımım yok.”
Adalar, evet turistlere otantik gelen bir yer. Senin Adalar’da yaşadığın süreyi saymazsak, kitabı Adalar üzerine kurmanda ne etkili oldu?
Her insan dolu geliyor. Ben otuz yaşımda, hayatıma derin etki eden bir olayı geri bırakmak amacıyla İstanbul’a taşındım. Ülkeyi ve müzik çevresini gayet iyi biliyordum. İslam-Hıristiyanlık arasındaki çatışmanın içinde yaşamıştım, Arapçam, biraz Farsçam da vardı. Bu rengârenk âlemlerin arasında gezinirken başka kimsenin göremediğini düşündüm, edebi bir yaklaşım ve bol sabır gerektiren izlenimler… Bunun dışında bazı olumsuz deneyimleri aklımdan çıkarmak istedim. Örneğin kitabın yapısında kullandığım, Türk toplumunu simgeleyen (ve aslında müzikten gelen) “yalancı çember” metaforu aynı zamanda kutsal kitapların temelini sağlıyor. (Bu konuları bilimsel çalışmalarımda uzun zamandır incelemiştim; gözlemci müzik bilgisinden gerçekten öğrenecek çok şey var.) Sarmal bizim maddi evren gibi, gittikçe genişliyor. Çember ise bilakis kendi etrafında dönüyor. Türkiye’deki kolektif bilinçte her yönden travma ve yalanlarla karşılaşıyoruz. Bunlar, fikrimce, sağlam bir geleceğe engel oluyor. Romanın coğrafi “zıt kutbu” olan Avusturya da tesadüfen geçmiyor. Bir yandan “Kamil Kaya” adlı karakterin doğduğu şehir; diğer yandan Avusturya tarih bakımından, Türkiye ile birçok noktada karşılaştırılabilir. Sonrasında yavaş yavaş bir dönemin portresi oluştu ve kitap bu sayede, Adalarda “bölgesel” bir sahne kurup kapitalizm, demokrasi, çevrecilik, ilham, ahlak, ayrımcılık gibi daha evrensel konuları inceliyor. “Taraftar” şeklinde siyasi bir yaklaşımım yok. Genel anlamda yabancıların başka ülkelere müdahale etmesi yanlış olduğunu, hatta bazı alanlarda her halkın kendi kendine başarması gerektiğine inanıyorum.
İstanbul’da geçirdiğin süre zarfında, mesela Tophane’de yaşasaydın yine bir kitap yazar mıydın? Yoksa yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak seni edebi bir şeyler ortaya çıkarabileceğin yer olarak özellikle mi Adalar’ı mı seçtin?
Tabii ki edebiyat her zaman “gerçeküstü”, “kutsal” bir hakikatin peşinde. Goethe, “sanat eserindeki hakikat” adlı makalesinde şöyle bir hikaye anlatır: Bir bilim adamının beslediği evcil maymunu, kütüphanedeki bir kitabı açıp sayfalarındaki resimleri keşfetmişti. Hayvan, görüntüler ile gerçek arasındaki farkı anlamadığı için betimlenen böceklerinin hepsini yutup yemişti. Demek ki sanatın amacı, doğayı kopyalamak değil. Adalar, roman yazmaya güzel bir olanak sağladı. Özellikleri kafamdaki hikâyeye uygun geldi. Adalara taşındığım dönemde aktif müzik hayatından kopuk yaşadım ve ara sıra keşfettiğim sosyal tarihini iç içe araştırmak bana doğal geldi. Çünkü bulunduğum ortamlar ile birleşmek, bu kişisel büyüme imkanını yakalamak gibi bir özelliğim var. Çalışmalarımda her zaman, genel anlamda, insanı araştırıyorum – bu bir tür sevginin ifadesidir.
“Dünya edebiyatında birçok eser okuyucu daha da zorluyor.”
Münzevi Adası’nda çok fazla karakter var. Bunların bir kısmının gerçek kişiler olduğunu biliyorum. Bir tiyatro eserinde rastlayabileceğimiz bu kalabalığın oluşturacağı bir risk söz konusu. Birkaç kez geri dönmek zorunda kalıyoruz karakteri yakalamak için. Bu karakter yoğunluğunu Ada’nın demografik yapısıyla alakalı olarak mı üst seviyede tuttun?
Riskin farkındaydım ama bunun hikâyede olması gerektiğine inanıyorum. Ancak “yüzeysel” olarak sadece Ada hayatını merak eden okuyucu da bu kitaptan zevk alabilir bence. Arkadaki sosyal tarihi herkes en az bir iki kez duymuştur, Ergüder Yoldaş, Aliye Berger, Madam Martha gibi… (Bir gün Adalarda kitabın gizli mekanlarına dair bir tur programı yapmak isterdim.) Bir tiyatro eserinde yapıldığı gibi bir karakter listesini ekledim. Esinlendiğim tarihi karakterlere dair ayrı bir sayfada, okuyucuyu hikayenin boyutlarından erken uyarıyorum. Roman, sadece, yaklaşık 300 sayfa içinde sona erdiğini de söylemem gerekiyor. Demek ki “Ulysses” kadar yorucu bir eser kesinlikle değil. Dünya edebiyatında birçok eser okuyucu daha da zorluyor. Her bölüm ana karakterlerden sadece birine ağırlık veriyor. Bunun sistematik yaklaşımı var, biraz da Wagner’in operalarından (özellikle Parsifal’dan) etkilenmiştim: ana karakterleri ile “hazırlıksızca” tanışıyoruz, ancak en önemli yan karakterlerin sahneye çıkışı çok dikkatlice hazırlanıyor. Örneğin: Subhan, Hasan, Ayşe, Lale, Muhyiddin gibi bir karakter henüz sahneye girmeden kendisiyle ilgili birtakım detaylar öğreniyoruz. Merak erken uyandıkça karakter artık ortaya çıkınca epeyce beklenti oluşturuldu.
Kitapta Türk musikisinden kutsal kitaplara, mitolojiden tarihe kadar birçok farklı alana dokunuyorsun. Ancak bunun sınırını iyi belirlediğini düşünüyorum. Bu konular ne tam olarak senin anlatmak istediğin şeyler noktasında ağır basıyor ne de kitaba renk katmak için yazılmış. Ada’nın kendini verdiğin sosyal yapısı, kültürü, tarihiyle kafa kafaya olmasa bile niyetini belli edecek derecede kendini gösteriyor. Bu dengeyi nasıl kurdun?
Teşekkür ederim! Sanırım asıl mesleğim, klasik bestecilikten, esinlendim. Ayrı ayrı başlayan hikâyeler kitabın ortasında karışıp birleştikçe, “yanan ev”, “aldatma”, “medeniyetten kaçış” gibi motifler tekrar tekrar farklı ortamlarda şekilleniyor. Bazı bölümler (örneğin Dikran’a odaklanan 3. ve 11. bölüm) bir simetri içinde yer alıyor. İlk üç bölümü bir sonatın “sergi bölümü” olarak birleştirdim. Ana karakterleri üç ayrı “konu” olarak girerken okuyucunun izlediği sahne “karlı hava”, “yağmur”, “kuru hava”, en sonunda “yangın”a kadar adım adım geriliyor. Arkada gizlenen “gerçek olaylar” hikayenin üstüne gelip ada romantizmini distopiye çeviriyor. “Münzevi Adası” referanslara dolu bir kitap. Özellikle ellili yılların varoluşçu literatürden, ayrıca filmden etkilendim. Örneğin, renk genellikle sembolik bir anlamı taşıyor; Muharrem-Ayşe-“Kamil Kaya” üçgeni Alfred Hitchcock’un Vertigo‘suna armağan ve romanın ilk bölümü klasik “MacGuffin” ile başlıyor. Hitchcock’un “Rope” adlı filminde cinayet en başta gerçekleştiği için izleyicinin iki katilin yakalanma korkusunu odaklandığını biliyoruz. Ben de romanımda “kötü karakterin” yalan dünyasında dolaşıyorum, hatta bana çok zarar eden bir adamı yansıtan bir karakter. Toplumdaki patolojiyi algılayarak bu adamı yargılamak yerinde şefkat duymayı öğrenecek miyiz? “İlk taşı günahsız olanınız atsın” diye, naif beklentilerim.
Münzevi Adası’nın konusunu, değindiği noktaları, senin anlatmaya çalıştığın şeylerin ne olduğunu biliyoruz. Peki sen kitabı tekrar değerlendirdiğinde Münzevi Adası’nın “edebi” bir değeri de olduğunu düşünüyor musun?
Hikâyeyi daha fazla ele vermeden biraz “narrative” konuşalım. Eğer hakikati atlı bir faytona karşılaştırırsam, materyalist insan sadece arabayı çeken ata bakarak faytonda oturup bu atı yöneten adamı fark etmiyor. Çağdaş literatür, kutsal kitapların derinliğinin farkında değilse de yazarlığın önemini bu açıdan sadece “sanat” boyutunda görmüyorum. Dünyamızı iyileştirmek istiyoruz. Sanat ise bir çalıştay gibi çünkü dünyayı öncelikle hayal ederek değiştiriyoruz. Kitabımda İslam ile Hristiyanlık arasında bir köprü kurdum ve bu köprünün, toplumsal terapiye faydalı olduğuna inanıyorum. Anlattığım ruhsal deneyimlerin de tasavvufta bir temeli var, örneğin Muharrem’in geliştirdiği “yetenekleri”. Kitabın en başında Adaların bulunduğu Marmara denizine “styx” dedim – aslında ruhsal âlemlerde gezmemize dair bir ipucu. Romanın bir bölümünde, bir zaman “Aquarius” burcunu (yani, “yeni çağı”) yansıtan karaktere ait bir “hazine” ortaya çıkıyor. Hazinenin bulunduğu yer “yeni insan” (Neandros) adlı ıssız bir ada. Onu orada gömmüş olan adam ise hazinenin değerini ne anladı ne de paylaştı.
Bundan sonra yine Türkiye’yle ilgili bir şeyler yapma planın var mı? Müzikle ilgili de olabilir, araştırma da, edebiyat da…
Sanırım Türkiye hayatımdan kolay çıkmaz. Devlet sanatçısı Tahir Aydoğdu ve Deutsche Staatsphilharmonie için yazdığım kanun konçertosu 2023-24 sezonuna ertelendi. Başka bir devlet santçısı, piyanist ve besteci David Ezra Okonşar piyano etütlerimi içeren bir CD hazırlamakta. 2022 Nisan-Mayıs aylarında İran ile Türkiye’de alan araştırması yaptım. Halen Almanya Musikfonds vakfı ve Goethe Enstitüsü’nün desteği ile İran’ın Talış ve Karadeniz’in Pontos medeniyetleri üzerine bir müzik projesi yönetiyorum. Önümüzdeki yıl Kosovo’daki Bektaşı kültürünü incelemeyi planlıyorum. Beklenen iki roman var, biri Urla biri Elbistan’da geçiyor fakat keşke zamanı bulsaydım…
edebiyathaber.net (14 Ekim 2022)