Onu ilk defa İstanbul’un Anadolu yakasında yeni taşındığımız semte yakın otobüs durağında beklerken gördüm. Önü iliklenmiş takım elbisesi, tıraşlı yüzü, boyalı parlak ayakkabılarıyla yolcuların arasında hemen seçiliyordu. Kısacık boyu, elinde küçük bir bavulu andıran evrak çantası ve poşetin içine gizlediği sefer tasıyla gözlerini ayırmaksızın otobüsün geleceği yöne doğru bakıyordu.
“Günaydın”, diye kalabalığa seslendiğimde birkaç kişiden “ günaydın “ diye mırıltılar geldi. O ise, hafifçe bana dönüp tekrar başını bakmakta olduğu yöne çevirmekle yetindi. Sık sık saatine bakıp duruyordu. Kaçta, nereye yetişecekse otobüsün geciktiğini düşünüp huzursuzlanıyor gibi bir hali vardı.
Nihayet otobüs geldi, telaşla diğer yolcuların önüne geçip ilk sırada bindi. Meraklanıp oturduğum birkaç sıra arkadan izlemekten kendimi alamadım. Sonraki duraklardaki kalabalık yolcuların otobüsü bekletmesiyle, neredeyse kaybolduğu koltuktan başını uzatıp ritmik hareketlerle öne doğru uzanıyor, sonra aceleyle yine saatine bakıp kıvranıyordu.
Adliye durağında aceleyle toparlanıp, ayaktaki yolcuların arasından sıyrılıp indi. Otobüs, iki durak sonra ineceğim üniversiteye doğru devam etti.
Üniversitenin Çevre Mühendisliği bölümünde derslere giriyordum. Doktoramı yeni bitirmiş ve aynı üniversitede öğretim üyesi olarak göreve başlamıştım. Her gün olmasa da haftada üç, dört gün derslere girip çıkıyordum. Her halde yeni olduğum için, derslerin yanı sıra angarya denilebilecek bazı işler da bana geliyordu. En çok zamanımı alanlar ise, değişik kurum ve kuruluşlardan istenen bilirkişi raporlarıydı.
Bir zaman sonra bilirkişi ropları çoğaldı. Sanki yeterince işim yokmuş gibi bunlara adliyeden gelenler de eklendi. Doğal olarak adliye ziyaretlerim de başladı.
Onunla bu dosya ve evrak alış verişi sırasında tanıştık. İlk gidişimde makamında yoktu. Makam deyince şık bir masa, gösterişli bir makam koltuğu, masa önünde misafir koltukları, üzerinde ikram için sigara, çikolata bulunan bir sehpa, ahşap bir dolap, duvarda bir televizyon, masa üzerinde kalemlik, sümen gibi şeyler bulunan ferah bir oda hayal etmiştim.
Girişte, kapının hemen yanında, yazıları solup bazı harfleri neredeyse kaybolmuş bir ‘ Yazı İşleri Müdürü ‘ levhası olsa da burası adeta dosyaların hücumuna uğramış bir arşivi ya da evrak odasını andırıyordu.
İkinci gidişimde, biraz şaşkınlıkla onu dolapların ve dosyaların arasında kaybolmuş gibi duran küçük masasında ayakta dururken gördüm.
Evet, oydu, birkaç hafta önce durakta gördüğüm ve sonraki günlerde de sıkça karşılaştığım çelimsiz kısa boylu şahıs. Masasının gerisinde yüksekçe bir tezgâhın arkasından bakar gibi duruyordu. Dışarıda ilk gördüğüm zamanki düzgün kıyafeti ve asil duruşu kaybolmuş, saçları dağılmış, kravatı gevşeyip yana kaymış, omuzları hafiften çökmüş vaziyette, endişeli bir yüz ifadesiyle dikiliyordu. On, on iki metrelik bir odada biraz daha küçük bir yazıcı masasında, eski bir daktilonun gerisinde, daha sonra Kâtip olduğunu öğrendiğim orta yaşlarda bir bayan oturuyordu.
“ Ben Rıfkı, Yazı İşleri Müdürü “ diye kocaman, kalın gözlüklerinin üzerinden bakarak kendini tanıttı, elindeki bir tomar evrağı diğerine aktarıp boşta kalan elini uzattı.
“ Ben Erhan “ diyerek gönülsüzce uzanan eli sıktım. Sıkılan elini hemen geri çekerek uçmasını önlemek istercesine diğer elindeki evraklara götürdü.
Başıyla masasının önünde iskelet gibi duran eski iki sandalyeden birini işaret ederek:
“ Buyurun Hocam, oturun, her halde dosya için geldiniz “ dedi. Sormadan yan masadaki Bayan’a işaret ederek çay söyledi. Çay içeceğimi nereden biliyorsa.
Oturdum. Onun da oturup bir şeyler sorup sohbet edeceğini düşünüyordum. O ise ayakta, sanki odada ondan başka kimse yokmuşçasına, işine kaldığı yerden devam etti.
Çay geldi, o farkına bile varmadı.
Kendinden geçmiş bir vaziyette dosyaları karıştırıyor, dosyalara evrak takıp evrak çıkarıyor, arkasındaki panoya karaladığı küçük notları iliştirip bir kısmını söküp çöpe atıyor, masasının üzerindeki evrakların yerlerini değiştiriyor, sonra beğenmeyip tekrar düzenliyordu. Ara sıra da göz ucuyla bakıp “ çay geldi mi?“ diye mırıldanıp tekrar işine devam ediyor, bir süre sonra aklına yeni gelmişçesine farkında olmadan tekrar “ çay geldi mi?” diye soruyordu.
Ama hep ayakta.
Böylelerinden bizim üniversitenin idari işlerinde de var, fakat bu bir başka.
Sabırla, biraz da eğlenceli bir şey bulmuşçasına sesimi çıkarmadan, onun da kendinden geçip devam ettiği ‘önemli işlerine’ gülümseyip bir süre bekledim. Biraz da acıma duygusuyla böyle bir hayatın sonrasını, sonunu düşündüm. Pek belli etmemeye çalışsam da kızmaya, huzursuzlanmaya başlamıştım.
“ Rıfkı Bey, çayımı içtim, teşekkür ederim, ben artık dosyayı alıp izninizi istesem “ dedim.
O işinden ayrılmadan, başını bile kaldırmadan:
“ Tamam, az kaldı “ dedi.
Neyi bitirmeye çalıştığını da anlamadan beklemeye devam ettim. Bu sırada yandaki Bayan durumumu anlamış olacak ki, işini bırakıp üzerine tesellüm evrakı iliştirilmiş bir dosyayı Rıfkı Bey’in önüne getirip koydu. Önüme uzatıp bir imzamı alacak. Hepsi bu.
O işine büyük bir ciddiyetle devam ediyor.
Belki bir yararı olur düşüncesiyle ayağa kalkıp tekrar:
“ Ben müsaadenizi isteyeyim “ dedim.
Nihayet uykudan uyanmış gibi durdu, yüzüme anlamsız bir bakıştan sonra:
“ Kusura bakma Hocam, biraz beklettim, görüyorsun işler birikmiş, dağ gibi “ dedikten sonra da ekledi “ Hocam aman geciktirmeyin, konu biraz acil de, biliyorsunuz çevre konuları hassas, çevreci kuruluşlar, valilik, hatta bakanlık bile konuyu yakından takip ediyor “
“ İşleri acil ve hassasmış, herkesin işi acil, sanki bizim acil işlerimiz yok “ diye içimden geçirdikten sonra önüme sürdüğü dosya üzerindeki evrağı imzalayıp bıraktım, dosyayı aldım.
“ Merak etmeyin, en kısa sürede inceler raporla birlikte size iade ederim “ diyerek çıktım.
Bunalmıştım. Kendimi adliye binasından dışarı atıp otobüs durağında birikmiş kalabalığı geçip bir sonraki durağa kadar yürüdüm.
Geçip giden günler, haftalarda Rıfkı Bey’le otobüs durağında ve adliyede sık sık görüşür olduk. Durakta “ Günaydın Rıfkı Bey, nasılsınız ? “ Günaydın Hocam, siz nasılsınız ?” dışında bir diyaloğumuz olmuyor, aynı kısa mülâkatlar adliyedeki o küçücük odasında da devam ediyordu. O, ilk karşılaştığımız günkü gibi hep meşgul, hep telaşlı ve tedirgindi. Pek yansıtmak istemese de mutsuz, umutsuz, çaresiz görünüyordu. Kapana kısılmış bir tavşan gibi ev, adliyedeki odası, evraklar, dosyalar arasında dolanıp duruyordu.
Tanışmamızın üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçti. Onun dalgın, meşgul, telaşlı, kayıtsız hallerine, ifadesiz yüzüne alışmıştım. Hatta sevimli bulmaya bile başlamıştım. Benden yaşça oldukça büyük olmasına rağmen, fazlaca konuşup dertleşmeden dost olmuş gibiydik.
Çoğu zaman işlerimin yoğunluğunu bahane edip odasında oturmadan, ayaküstü dosya alıp, evrak iade edip çıkıyordum. Bazen de Kâtip Bayan Rıfkı Bey’e vermeye gerek görmeden teslim evrakını imzalatıp dosyayı bana teslim ediyordu.
Son gidişimde onu daha önce hiç görmediğim bir ruh halinde buldum. Sanki her şeyi bırakmış, çocuk kadar küçülüp, koltuğa gömülmüş, arkasına yaslanmış, boş, anlamsız gözlerle bakıyordu. Belli ki bir şeyler olmuştu.
“ Hocam, hoş geldiniz, buyurun “ diyerek hafifçe yerinden doğrulduktan sonra tekrar arkasına yaslandı.
Bir süre merakla yüzüne baktım. O da beni dikkatlice süzüyor gibiydi, ama gözleri dalgın ve sabitti. Sanki bir boşluğa, bir karanlığa bakıyordu. Yorgun ve bitkin görünüyordu.
“ Hayırdır, ters giden bir şey mi var ?” diye sordum.
Beni duymamış gibi bir süre sessiz kaldı. Bir şeyler anlatmak istiyordu, ama anlatmak, paylaşmak pek onun tarzı değildi. Konuşup konuşmama konusunda epeyce bir muhasebe yaptıktan sonra dertleşmeye karar vermiş olacak ki, yan masada bir şeyler yazan Bayan’ı “ Kızım istersen biraz ara ver, zahmet olmazsa bize de iki kahve söyleyiver “ diyerek gönderdikten sonra yavaş yavaş, tane tane anlatmaya başladı:
“ Hocam, bizimki çok nankör bir meslek, insanı parçalayıp dağıttıktan sonra bir kenara atıveriyor “
“ Merak ettim, kötü bir olay mı oldu ? “
O, benim merakımı gidermek ve sorduğum soruya bir yanıt vermekten ziyade kendi kafasında bir sıraya soktuğu şekilde ayrıntılı olarak anlatmaya devam etti:
“ Ben elli beş yaşındayım, Burada neredeyse otuz senemi doldurdum, yıllık iznimin çoğunu burada geçiriyorum, acil konu diyerek izinde, tatillerde bile koşarak geliyorum. Benim eşim ve üç çocuğum var, hiç değilse yılda birkaç gün onları da alıp bir yerlere dinlenmeye, eğlenmeye götürmem gerekmez mi ? Bunu beklemezler mi? Onlar belli etmemeye çalışsalar, bir şey söylemeseler de ben anlamaz mıyım ? “
Kahveler geldi. Biraz soluklanıp geri kalanını anlatma konusunda kısa bir tereddüt daha yaşar gibi görünse de, ben merakla sözlerinin devamını bekledim. Devam etti:
“ Her yıl yüzlerce dosya, binlerce evrak elimden geçiyor, her şey aksamadan tıkır tıkır yürüyor. Arada, yılda bir, iki de olsa hiç mi aksaklık olmaz? Nihayetinde makine değil insanız. Geciken bir dosya yüzünden Hâkim Bey söylemediğini bırakmadı. Vallahi ne yalan söyleyeyim, meslek hayatımda bu kadar kırıldığımı hatırlamıyorum. Yok, yaşım ilerlediği için dalgınlığım artmış da, emekliliğim geldiği halde ne duruyormuşum da, gençler görev almak için sırada bekliyormuş da, daha neler neler”
“ Üzüldüm. Sizin için ne yapabilirim ? Hâkim Bey’le biliyorsun arada bir de olsa yüz yüze görüşüyoruz, az çok diyaloğumuz var, istersen kendisiyle konuşayım” dedim.
Kabul etmedi.
Bir süre sessizliğini koruyup başka da bir şey anlatmadı. Sonra yüzünde hüzünlü bir ifade ve kararlı bir sesle mırıldandı:
“ Demek ki buraya kadarmış “
Mesele az çok anlaşılmıştı. Teselli edecek bir şeyler söylemenin pek bir yararı olmayacağını biliyordum. Onu o üzüntülü halinde bırakmak benim için zor olsa da yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu düşünerek ayrıldım.
Bir hafta, adliyeye gideceğim güne kadar onu düşünmekten, meraktan kıvranıp durdum. Sabahları durakta da göremedim. Bir ara, bir bahaneyle gidip görmek istedim. Sonra vazgeçtim.
Bir hafta sonra elimde dosya ile adliye kapısından girip doğruca odasına yöneldim. Kapı açıktı. İçeride Kâtip yalnız oturuyordu. Dosyayı teslim ederken Rıfkı Bey’i sordum:
“ İzinde, emeklilik dilekçesini de bıraktı, her halde ayrılacak “ dedi.
Birkaç hafta sonra gittiğimde onu yine göremedim. Masasının üzeri boşaltılmış, özel eşyaları küçük bir kutuya konmuş, duvarın kenarında duruyordu. Odada bir matem havası vardı. Kâtip Bayan’a baktım:
“ Rıfkı Bey…” dedim, arkasını getiremedim.
“ Sizlere ömür, üç gün önce kalp krizi geçirmiş, kurtaramamışlar “ dedi ve ekledi “ Onun hayatının yarısı evi, yarısı da burasıydı, yarısı elden gidince yerini dolduran özgürlük ona fazla geldi, kalbi yeni hayatının heyecanına dayanamadı, olacaklar belliydi “
Şaşkınca dönüp massına, kenarda duran kutuya baktım. Bu küçük, sararıp solmuş masada bir hayat gelip geçmişti. Geriye birkaç parça kitap ve şahsi eşyanın yer aldığı kutunun üzerindeki isimlik kalmıştı sadece.
‘ Yazı İşleri Müdürü- Rıfkı Şahin ‘
Rıfkı Şahin, Yaşamının yarısını dört yanı duvarla çevrili bir apartman dairesine, diğer yarısını da loş ışıklı bu odaya, şu küçücük kutuya sığdırmıştı. Onu hayatının dar koridorlarında dolanıp duran mutsuz birisi gibi görmekle yanılmıştım. Evi ile işi arasındaki labirentin içindeki özgürlük kırıntıları ona fazlasıyla yetiyormuş. Belli ki daha fazlasını tanımaya pek zamanı olmamış.
Yanılgılarımın yanında öğrendiklerim de çok oldu.
İdealist birisi olan ben, onda sıradan insanı, yaşamın dar alanlarında boğulup giden ömürleri, zamanında farkına varılamayıp ulaşılamayan özgürlüklerin nasıl uçup gittiğini gördüm. Onun iç çatışmalarını, hayata nasıl baktığını, neleri gördüğünü ise fazlaca anlatmadığı için bilmiyorum.
Daralmıştım, başım dönüyordu, sandalyelerden birine çöktüm. Bir süre oturup kendime geldikten sonra elimdeki dosyayı yavaşça masanın üzerine bırakıp koşarcasına dışarı çıktım. Bir boşluğa doğru yürüdüm, yürüdüm.
edebiyathaber.net (18 Ekim 2022)