Tahir Yüksel’i tanıdığımda sinema tutkusunun neler yaptırabileceğini bir kez daha gördüm demeliyim.
Bunu Türkân Şoray kitabını hazırlarken, sonrasındaki kitap söyleşilerimizde de karşılaştıklarımız az-çok anlatmıştı sinemanın büyüsünün neler yaptırabileceğini.
Bir sinema insanına dönük bunca simgeleşen tutkunun ne olabileceğini ancak o tutku insanlarıyla karşılaşınca anlayabilirsiniz!
Yaptığımız o imza/söyleşi günlerinde Türkân Şoray’a ilginin öyle sıradan bir ilgi olmadığını söylemeliyim. Bir yanda sinemaya olan ilgi/tutku, ötedeki bir oyuncu olarak onun sinemadaki imgesi vardı.
Benzer durumu sinemamızda Yılmaz Güney’in yarattığını söyleyebiliriz.
Tahir Yüksel’in ilk çalışmasını, Karanlıktaki Işık: Yılmaz Güney, henüz kitaba dönüşmeden okurken bunu daha iyi gözlemlemiştim. Özellikle onun Yılmaz Güney’le gençliğinden beri kurduğu bağ, yakınlık, yazışmaları, ziyaretleri… Ve elbette onun sinemadaki imgesinden yol çıkarak biriktirdikleri…
Bunların her birinin belgesele dönüşebilecek öyküsünü kendisinden de dinlemiştim. Şimdi ikinci kitabı “Yılmaz Güney: Endişesiz Bir Ülke, Endişesiz Bir Dünya İçin” (*) yayımlanınca; kısa bir ömrün, sinemadaki uzun bir maceranın öyküsünü bir kez daha okumaya başladım.
Zaman zaman Özdemir İnce ile konuşmalarımızda onun gençlik dönemi arkadaşı Yılmaz Güney’e dair birçok öykü dinlemişimdir. Mersin-Adana arası yolculuklarında Nihat Ziyalan’la oluşturdukları üçlünün edebiyat tutkusu anlatılmaya değerdir.
Yüksel’in kitabında, bu kez, Güney’in sinemadaki yolculuğu kronolojik metinlerle anlatılırken, fotoğraflarla da bu akış belgeleniyor.
Bir sinema insanının hayatına/sanatına dair biriktirilenlerin belgesel bir kitaba dönüştürülmesi önemlidir. Üzerine birçok kitap yazılan, öyküsü farklı bakış açılarıyla dillendirilen Yılmaz Güney’i bir efsane, sinema “Çirkin Kral” yapan olgu onun hayata bakışı, yaratıcı enerjisi ve koşulların gücüdür elbette.
Güney’in öyküsü bir varoluş öyküsüdür. Başlama noktası edebiyattır. Yeni Ufuklar, Varlık, Pazar Postası dergileri erken yaşta hayatına girer. Öyküler yazıyordur. “Hikâyeci Yılmaz Pütün” olarak bilinir. 1954 yılında Yeni Ufuklar’ın yayın yönetmeni Vedat Günyol’la yazışmaya başlar, öyküleri dergide yayımlanır. 1955’te “On Üç” adlı dergide yayımlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” öyküsü nedeniyle hakkında “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle dava açılır. Bir bakıma bir dönüm noktasıdır onun için. Hapis, sürgünlük… Sinema için asıl başlama noktası İstanbul’a ilk adımıyladır.
Yaşar Kemal’e gidişi, onunla Cumhuriyet gazetesinde tanışması (1957) hayatının sinemadaki rotasını belirleyecektir.
Sinemada Bu Vatanın Çocukları’yla başlayan öykü (1958), Fransa’da çektiği Duvar’a (1982) kadar sürecektir.
Onlarca film, senaryo, roman ve öyküler sığacaktır bu ömre.
Yılmaz Güney, sinemada yarattığı imgeye aşan, hayata bakışı/dünyayı okuma biçimiyle yeni bir sinema dili kurmaya öne alan yönetmen olarak adını Umut (1970) filmiyle öne çıkarır. 1968’de yönetmen/oyuncu/senarist olan çektiği Seyyithan Güney’in sinemada ne yapacağının ilk işaretlerini vermiştir aslında. “Çirkin Kral” efsanesi henüz sürmektedir. Ama onu asıl dönüşüme uğratan “12 Mart” askeri darbesi döneminde tutuklanmasıdır (1971). Hapiste yazdığı Hücrem, Sanık anlatıları Güney’in bu dönüşümünün öyküsünü anlatır.
1974’ta afla hapisten çıkında baş uğraşı sinemaya döner. Arkadaş filminin çekimi sonrasında yeni bir filme (Endişe) başlarken onu yeniden hapishaneye taşıyacak olan o dramatik olay gerçekleşir.
Güney’in yazdığı öykü nedeniyle başlayan ilk hapishane deneyimi (1961), üçüncü kez karşısına çıkar. Bu kez uzun süren cezaevi serüveni 1981’de yurtdışına kaçışıyla sonlanır. Sonun başlangıcıdır bu gidişi.
Güney’in sinemasında iz bırakan filmlerin de oluşma sürecedir hapisliği. Özellikle Sürü ve Yol filmleri bunun birer örneğidir.
İşte sinemaya adanmış bir ömrün tanıklığını aşama aşama belgesel kitabıyla gözlerimizin önüne seriyor Tahir Yüksel. Bence önemli bir işi kotarıyor.
Yazı/edebiyat, yaşam ve sinema…
Yılmaz Güney’in öyküsünün üç denklemi. Bunların nerede nasıl buluşup birleştiğinin öyküsüdür elimizdeki kitapta anlatılan.
1961 Nevşehir Cezaevi günleri ona, daha sonra Orhan Kemal Roman Armağanı’nın getirecek olan, Boynu Bükük Öldüler romanını yazdırır. Edebiyatla hayata bakışını, sinemada alacağı yolun da işaretlerini belirler.
Sekteye uğrayan sinemadaki başlangıç dönemini şöyle dile getirir kendisi:
“Bir hikaye yüzünden cezaevine girmem ve iki yıl yattıktan sonra (1961-1963) dönüşüm bende farklı bir düşünce yapısı geliştirdi. Bu düşünce şu idi: Ben sinemada bir şeyler yapmalıydım; ancak yaptıklarımı büyük kitlelere ulaştıracak bir araç haline nasıl gelebilirdim? Çünkü tek başına bir adama yönetmenlik vermiyorlardı, doğru dürüst senaryo yazdırmıyorlardı. Ve ben o günün şartları içinde bir güç olan ‘starlığa’ oynamak zorunda kaldım.”
Böylece Yeşilçam “oyuncu Yılmaz Güney”e adım adım kapılarını aralar. Öyle her şey kolayca gerçekleşmiyor elbette!
Bir süre sonra sinemada işletmecilerin “Yılmaz Güney filmi” isteme döneme başlar. Bir filmin galasında halkın karşısına çıktığında şunu söyleyecektir:
“ Mecburum meşhur olmaya, çünkü iyi şeyler düşünüyorum. ‘Hayatınızı anlatacağım filmlerimde. Bir şeye ihtiyacım var. Yani İstanbul’da Anadolulu olduğum için horluyorlar. Bana sahip çıkın. Size söz veriyorum. Beni destekleyin, şunları, yapacağım.”
Bir tür onun çıkış manifestosu gibidir bu sözleri…
“Mecbur insan,” kavramı Yaşar Kemal’in de yazarlığında sıklıkla yinelediğidir.
Bu aynı zamanda çıktığı yolculuğun kararlılık ifadesidir.
Bu öyküyü daha yakından, hatırlayarak, hissederek okumak istiyorsanız Tahir Yüksel’in belgesel kitabına dönmeniz gerekir sevgili okurum.
(*) Tahir Yüksel, Yılmaz Güney: “Endişesiz Bir Ülke, Endişesiz Bir Dünya İçin…”, 2022, Küçükçekmece Belediyesi Yay., 180 s.
edebiyathaber.net (18 Ekim 2022)