Söyleşi: Mehmet Özçataloğlu
Füsun Çetinel’le Günışığı Kitaplığı’ndan yayımlanan kitabı “Kraliçenin Maceraları” üzerine konuştuk.
“Kraliçe’nin Maceraları” bu yaş grubuna yönelik yazdığınız ilk kitap. Yeni bir deneyim sayılabilir. Neler hissettirdi size?
Resimli kitapları kim sevmez ki!“Kraliçe’nin Maceraları” elime geçer geçmez hemen Merve Atılgan’ın muhteşem desenlerini inceledim. Daha önce internet ortamında hepsini görmüştüm tabii ki ama kitap sayfalarında kanlı canlı görmek bambaşka bir duygu. Atılgan’ın çizimleriyle öykülerin atmosferinin çok iyi örtüştüğünü düşünüyorum.
Kitap pek yeni daha… Minik okurlarıma ulaştıktan ve okullarda, fuarlarda onlarla söyleşi yaptıktan sonra belki de daha iyi anlatabilirim bu deneyimin bana neler hissettirdiğini.
Kitabın doğuş hikâyesinden söz edelim istiyorum. Sürecin en heyecan verici kısmıdır bana göre. Nasıl doğdu bu fikir?
Pandemi dönemiydi; ev hapsi, belirsizlik, çeşitli söylentiler, korkular, hepsi peş peşe girdi yaşamımıza… Kimimiz çeşit çeşit ekmek, kek, börek yapmakta buldu kurtuluşu. Kimimiz yoga… Çevrimiçi atölyelerde öğrencilerim yazamamaktan, okuyamamaktan, bir konuya odaklanamamaktan şikâyet edip duruyorlardı. Biraz onlara cesaret vermek, biraz kendimi oyalamak için inadına yazmam gerektiğini telkin ettim kendime. Tam da o sıralarda İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan’ın “Duvara Bantlanmış Muz” eserine dair bir haber gördüm internette. Sanat nedir, nasıl olmalıdır gibi sorular dolaşmaya başladı kafamda. İlk hikâye işte böyle bir karmaşa hali içinde çıktı ortaya.
Kitabın ikinci öyküsüne adını veren yün bebeği gerçekten de bir su birikintisinin içinde bulup almıştım pandemi öncesinde. Hikâyesini yazmayı hep istiyordum. Suriye savaşı, denizde yaşamını yitiren mülteciler, yabancılara karşı olan önyargılarımız, korkularımız, hastalık… Hepsi yoğrulup beni Yün Bebek hikâyesine götürdü.
Üçüncü hikâye zorunluluktan doğdu. Mutsuzduk, yalnızdık, korkuyorduk. Hepimize umut ve mutlu son gerekiyordu. Tutunacak bir şeylere ihtiyacımız vardı. Oturup Dilek Vadisi’ni yazdım.
Kraliçe deyince hemen hepimizin aklına tek bir isim gelir aslında. Bu sıfatla başka birini tanımadığımız için hayatımızda. Fakat kitaptaki kraliçe, bildiğimiz kraliçeye benzemiyor. Farklı bir örnekle karşı karşıyayız. Biraz anlatır mısınız bu kraliçeyi bize. Neden böyle?
Otoriteyi temsil eden kişiler genelde koyu renk giysiler içinde, asık suratlı, sıkıcı, kuralcı insanlardır. Gücü ellerinde tutabilmek için altlarındakiler arasında rekabeti desteklerler. En azından ben böyle gördüm, böyle deneyimledim. Eğlenceli, kahkahalar atan, insanları birleştirici, barışçıl, yapıcı bir otoriteye rastlamadım hiç. Hele çocukça şeyler yapanına… Arzu ettiğim, olabileceğine inandığım bir kraliçe yarattım hepimiz için.
Öykülerdeki karakter isimleri de çok başka. Örnekcan, Güneşsu vd. Kraliçe masalları/ hikâyeleri için fazla çağdaş isimler bunlar. Karakterler nasıl oluştu?
Pandemidehiç aklımıza gelmeyen şeyler yaşadık, gördük. Olmaz dediğimiz şeyler geldi başımıza. Gerçeklik algımız yerinden oynadı. Kime, neye inanacağımızı bilemedik.
Karakterler haliyle içinde bulunduğum atmosferden etkilendiler. Öyküler ince bir çizgi üstünde ilerliyor. Ne tam masal ne de tam gerçek… Tıpkı pandemi günlerimiz gibi…
Örnekcan’ın kırdığı vazo, Güneşsu’nun yün bebeği… Sizin koleksiyoner kişiliğinizin yansımalarını gördüm sanki bu satırlarda. Ya da benim hatırıma onları düşürdü. Bilmeyenler için biraz da o taraftan konuşalım isterim. Ne boyutta koleksiyonunuz şu anda?
Kitabın ilk öyküsünde koleksiyon tutkumu açıkça ele veriyorum dediğiniz gibi. İkinci öyküye adını veren yün bebeği yine koleksiyon merakım yüzünden bir su birikintisinin içinden çıkartıp, eve götürdüm. Dilek Vadisi öyküsünde de yine Vera ve Kraliçe ceplerinde bir şeyler biriktiriyorlar.
Hepimiz bir şeyler biriktiriyoruz ama bazen farkına varamıyoruz.
Çoğunlukla dönem oyuncakları biriktiriyorum. Resimli çocuk kitabı, deniz kabuğu, taş, kalem, teneke kutu, antika objeler, biblolar, bebek arabası, tahta at, pelüş oyuncaklar, trol, monçiçi, Alf, Şirinler, Garfield, figürler, mendil, bilye, fotoğraf, kartpostal, mektup ve daha bir sürü şey… Bir müze olabilecek hale geldi evimiz. Hatta oldu sayılır bile, epey ziyaretçi kabul ettik son zamanlarda.
Koleksiyon ilginç bir tutku, sonu gelmiyor. Ne biriktiriyorsun sorusunu cevaplamaksa çok zor benim için. İkinci el dükkânlarında, el arabalarında, bitpazarlarında gözüme gönlüme çarpan bir şey bulduğumda hemen alıp eve getiriyorum. Onları temizlemek, tasniflemek, damgalarına bakıp internette haklarında araştırma yapmak, diğer koleksiyonerlerle bilgi alışverişinde bulunmak hem hoşuma gidiyor hem de beni zenginleştiriyor.
Kraliçe diyor ki; “Sizi buraya toplayabilmek için küçük bir oyundu sadece. Tek amacım eski güzel günleri hatırlatmaktı. Birbirimizi kucaklamaktan çekinmediğimiz günleri. Kalplerimizin henüz kabuk bağlamadığı günleri…” Bir daha o günlere dönemeyecek miyiz dersiniz. Bir miktar geride bıraktık gibi ama…
Eskisi gibi olmak imkânsız sanki. Daha önce hayatımızda olmayan, adını bilmediğimiz alışkanlıklar edindik; maske, dezenfektan, sosyal mesafe… İmza etkinliğinde bir kızımız, “Sarılmak var mı?” diye sordu bana. İçim cız etti, ağlamamak için zor tuttum kendimi. Sarılmak, kucaklamak niye olmasın? Dünyanın en saf, en güzel, en bedava, en sağaltıcı şeyinden niye mahrum kalalım?
Son olarak, Kraliçe’nin yeni öyküleri olacak mı? Kraliçelerin yaşamından sadece üç öykü yeterli olmayabilir.
Kraliçelerin ne hikâyeleri biter ne de maceraları…
İyi bir kitabı okuyup bitirsek bile hikâyenin içindeki karakterlerle uzun bir süre daha yaşamaya devam ederiz. Umarım“Kraliçe’nin Maceraları” da okurda bu etkiyi yaratır.
Benimse aklımda bambaşka karakterler, bambaşka hikâyeler var şu sıra. Ama gelecekte ne olacağını kim bilebilir ki…
edebiyathaber.net (24 Ekim 2022)