Türkân’ın yüreğinde çok uzun zamandır tuhaf bir sızı vardı. Öyle bir sızı ki, incitmeyecek kadar hafif, unutulmayacak kadar süreğendi.
Her gece, uykunun kollarına teslim olmadan bu sızıyı duyumsar, sabahları gözünü açar açmaz varlığını hissederdi.
Yüreğindeki sızının özgür kaldığı kısacık anlarla baş edebiliyordu. Sızısının rutin hayatının bir parçası olduğuna karar vermişti ve bu rutinini sevmeyi öğrenmişti.
Yasemin’i kucağına ilk defa aldığı şafak vaktinden beri, böyleydi.
Günün akışı içinde, sızıyı sustururdu. Okuluna gider, sınıflarına girerdi.
Bazı pencerelerinden yeşil tepeleri, bazılarından turkuaz Akdeniz’i seyredebileceği güzelliklerdeki sınıflarına.
Coğrafya öğretmeniydi. Çölleri, dağları, denizleri anlatmayı severdi. Gece ve gündüzün dünyayı aynı anda işgal etmesini anlatırken, yüreğindeki benzer tezat ona eşlik ederdi.
Evde Yasemin, okulda öğrencileri, günlük yaşamının esas ödülleriydi. Sızısını unutturan sevdalarıydı. Günü kapatana kadar, en azından.
Uykunun kollarına teslim olmadan o sızıyı duyar, çabucak uyumayı arzulardı. Ertesi sabaha kadar, rüyasız bir uykuya kavuştuysa, gecesini iyi geçmiş sayardı.
Rüyalarını sevmezdi. Rüyaların sızıdan nem kaptıklarını bilirdi. Oyun bozandı rüyalar. Onun anneliğinin, öğretmenliğinin ötesinde kadın olduğunu hatırlatan bu rüyalardan uyandığı sabahlar, sızısı katlanılmaz olurdu.
Bir şekilde alışmıştı bu sızıya.
Ama bu sabah, sızı yerinde yoktu. Kendini yokladığında bulduğu, nedensiz bir sevinç ve umut duygusuydu. Uykusunu bu kadar dinlenmiş ve duygu yüklü bitirdiği bir başka sabahı hatırlamıyordu.
Yüreğinde kelebekler uçuyor, içi içine sığmıyor ve şarkı söyleme arzusunu engellemekte zorlanıyordu.
Bol rüyalı bir gecenin sabahına uyandığını ayırt edebiliyor ama rüyalarını hatırlayamıyordu.
Ferit, erkek güzeli kocası, aynı yatakta yattığı yabancı. Bu tatlı heyecanı dindirme arzusu ile, onu aradı. Yatağın ona düşen bölümü, bozulmamıştı. Gözleri, pencere kenarındaki, rahat divana ilişince, düzgünce katlanmış battaniyeyi ve yastığı fark etti.
Uyku sersemliği yaşadığını düşündü. Elbette yanında yatmamıştı. Ferit, her ayın ilk hafta sonu, Türkân’ın nadiren kabul edildiği, Yasemin’in ise ancak uzun yaz tatillerinde gidebildiği dağ evine gider; dönüşünü takip eden günlerde, divanda uyumayı tercih ederdi.
Çoğu zaman Türkân’dan önce uyanır, mutfağa iner ve ofisine gitmeden önce, ailesine muhteşem kahvaltılar hazırlardı.
Yasemin evden ayrılana kadar, yatakları ve odaları ayırmayacaklardı. Böyle kararlaştırmışlardı. Kızlarının ruh sağlığı bunu gerektiriyordu.
Yatak kocamandı ama arada, kazara ayakları birbirine dokunsa, Ferit, elektrik çarpmış gibi olurdu. Türkân, suçlu ve mahcup hissederdi. Bir şey bekliyor gibi görünmek, onu kırardı.
Alıştığı sızıyı bulma umuduyla, düşünceleri, Ferit’in ailesi ile onu istemeye geldiği güne gitti. O kadar güzel bir adamdı ki…kanatlarını açmış bir tavus kuşu gibiydi. Gökkuşağının göz kamaştıran renklerini kuşanmış bir tavus kuşunun, dişisi olma olasılığındaki tuhaflığı düşünmeye fırsat bulamamıştı bile.
Annesi, hayran olmuştu bu güzel adama. “Kibar ve romantik. Böyle bir adamdan zarar gelmez kızım” demişti. Üstelik adı Ferit’ti.
Rahmetli annesi, Hidayet Hanım; Muazzez Tahsin, Kerime Nadir romanlarının sadık okuyucusuydu. Ağır köy işlerinin arasında, bu romanları defalarca okumaya fırsat bulmayı başarırdı.
Türkân’ın dudağının kenarına istemsiz bir gülücük kondu. Annesi, masal yerine, Feritlerin, Tarıkların, Hülyaların, Filizlerin, Türkânların filmlerini, romanlarını anlatarak büyütmüştü çocuklarını. 14 yaşında, hiç görmeden evlendiği kocasını sevmiş ve bu çalışkan, dürüst toprak adamının, hayatının ışığı olmayı başarmıştı. Çocuklarının adlarını okuduğu romanlardan ve Yeşilçam filmlerinden bulmuş; kocası Hamit de hiç karşı çıkmadan karısının tercihlerine uymuştu.
Yokluğun, yoksulluğun farkında olmadan, bir düş dünyasının içinde, aşkla, inançla ve çok çalışarak yetişmişlerdi. Bazen azalan bazen çoğalan dört-beş büyükbaş hayvan ve 15 dönümlük tarla, nasıl olduysa hepsini okutmaya yetmişti. Sessiz ve âşık babaları, çocuklarının yaşına, cinsine, okul durumuna göre görev bölüşümü yapar; karısını, tarla işlerine salmak istemezdi. Hidâyet Hanım, süt sağar, yoğurt, hellim yapardı. Fazlasını satar, eline geçen para bazen kendisine kaldığında, kızlarına rengarenk elbiselik kumaşlar, oğullarına Teksas, Tommiks, Karaoğlan resimli romanlarını, kocasına sevdiği konyağı ve hala parası varsa kendine de roman alırdı.
Annesinin cennetine, bu tavus kuşu girdiğinde, en büyük oğlu, İngiltere’de, ikinci oğlu, Lefkoşa’da memuriyette, üçüncü çocuğu, ilk kızı da Mağusa’da bankada çalışıyordu. Üçü de evliydi ve beş torun sahibiydi. Türkân, Türkiye’de okuyup öğretmen olarak dönmüş ve Karpaz’daki bir köye birkaç ay önce atanmıştı. Okulunu henüz bitirmeyen üç erkek kardeşi daha vardı. Biri lisenin başında, diğeri lise son sınıfta öbürü de Mağusa’daki Hukuk okulunda son sınıftaydı.
Annesine göre, her şey yolundaydı. Her zamankinden daha neşeli ve daha sevecen olmuştu. Ellisine geldiğinde, bütün çocukları okullarını bitirmiş, torunları çoğalmış olacaktı.
Umutların çoğalttığı mutluluk, nişan töreninde çekilmiş fotoğraflarda saklı kalmıştı. Nişanlısına evlenene kadar dokunmayı haram sayan bir genç erkekten daha romantik biri bulunabilir miydi?
Çok çabuk evlenmişler, çok çabuk gebe kalmıştı. Gebe kaldıktan sonra, sorunlar ortaya çıkmıştı. Beraber olamıyorlardı. İlk gittikleri psikolog, gebeliğin bazı baba adaylarının üstünde böyle bir etki bıraktığını, sabırlı olmalarını, doğumdan sonra her şeyin düzeleceğini umduğunu söylemişti.
Ama hiçbir şey düzelmemişti.
Ferit, normal bir eş olmak için çok çaba göstermişti. En iyi psikologları bulmuş, verdikleri taktikleri uygulamaya çalışmıştı.
Sonunda, bir mühendis inceliği ile, durumu özetlemişti: “Sende bir şey yok, Türkân” demişti. “Sorun bendedir. Miskler gibi koktuğunda bile, midem kalkıyor. Kabul ediyorum, sorunluyum.”
Onca bireysel ve çift terapisinin ardından, evliliğini ailesinin arzusu ile yaptığını, kadınlara hiçbir zaman ilgi duymadığını, ailesini dinleyerek, her şeyin evlenince düzeleceğine inanmayı tercih ettiğini itiraf etmişti.
Özür dilemiş ve kararı ne olursa olsun, uyacağını söylemişti. Yeter ki onu Yasemin’den ayırmaya kalkışmasın. Kızı olmadan, bu hayatı yaşamaya devam edemezdi.
Yasemin o sırada iki buçuk yaşındaydı.
Annesi ise, o fena hastalığın pençesinden, kurtulmaya çalışıyordu. Ferit, maddi manevi desteğinde, öz evlâtlarından geri kalmıyor; annesinden daha yakın hissettiği kayınvalidesinin, sağlığına kavuşması için çırpınıyordu.
Babası yıkılmış ve annesi ölürken, Türkân, kocasının sorununun, evliliğini yıkmaya yetecek bir sorun olup olmadığını düşünmeye bile kalkışmamıştı.
27 yaşının getirdiği bütün cesareti ile, bu iyi yürekli, yumuşak huylu adam ile çocuklarını büyütmeyi başaracaklarına inanmıştı. Varsın, cinsel hayatı olmasındı. Zaten cinsellik de ona lâzım değildi. Ferit’le yaşadıkları, yüreğinde acı bir sızı bırakmaktan başka işe yaramamıştı.
“Cinsellik olmasa da olur. Arkadaş olmak yeterlidir” demişti, Ferit’e. “Önemli olan, kızımıza bir yuva vermeyi başarmamızdır.”
Yasemin babasına tapan bir küçük kızdı. Babası gibi deniz gözlere, pembe beyaz bir tene sahipti.
Çok erken konuşmuş ve yürümüştü. Masaldaki altın toptu. Hüznü, suskunluğu sevmezdi. Ne yapar eder, bir şekilde, üçünün de neşeleneceği bir şeyler bulurdu.
Evin neşesinin, doyasıya gülmelerin mucidiydi.
Türkân, dudaklarının kenarına kıvrılan gülümsemesini serbest bırakarak “Yasemin cephesinde, değişen fazla bir şey yok” diye düşündü. Anne babasına daha da düşkün olmuştu. Çok güzel bir genç kız olma yolundaydı. Dersleri de iyiydi.
Arkadaşlarının anlattığı, ergen bunalımları, evlerine henüz ulaşmamıştı.
Duşa girerken, “onları ayırmamakla doğru yaptım” diye düşündü. “Yasemin için doğru olan, bizim için de doğrudur. Üstelik, Ferit iyi bir adam, bizim için elinden geleni yapıyor.”
Karşılıklı anlaşmalarının ve annesinin kaybının üzerinden yaklaşık on bir yıl geçmişti. Yasemin 13 yaşındaydı. Yüreğindeki sızı da öyle. Düşünmek istemese de sızının nedenini bilirdi.
Bir tarafta analığı, diğer tarafta kadınlığı dururken; savaşmayı reddetmişti. Üçünün de kazanacağı tek formülü yüreği ve aklıyla kabul etmişti.
Yalnız yaşamını bir münzevi olarak sürdürmeyi seçen babası da böyle yapmıştı. “Ben bir erkeğim, ihtiyaçlarım var” dememiş; her arzusunu, karısı ile beraber toprağın altına vermişti.
Tıpkı babası gibi o da içindeki sızıyı suskun tutmayı başarmış, korkak arzularının uyanışına izin vermemişti. Üstelik bunu, canlılığını bütün hücrelerinde yaşamayı başaran Yasemin için yapmıştı. Sonuç, neredeyse mükemmeldi. Bu sabaha kadar, en azından.
Giysi dolabının önünde dururken, pembeli yeşilli ipek elbisesini giymek için duyduğu arzu ile sarsıldı. Kısa bir an, elbiseyi üstünde, yeşil kuşağını da ince belinde görür gibi oldu.
Öfkeyle kapattı dolabın kapağını ve diğer kanadını açtı. Siyah pantolonunu askıdan kopartırcasına çekip aldı. Yeşilli mavili kareli gömleğini de kırışmasına aldırmadan aceleyle yatağın üstüne attı.
“Kendini kandırma Türkân. Ekim ayından beridir, bir şeyler var sende, inkâr etme” dedi, içindeki ses.
Susturmak istediği ama giderek güçlenen bu sesi nasıl idare edecekti?
Her sabah, böyle uyanmaları kaldırabilecek miydi?
Saçını sıkıca toplarken, boy aynasından, gömleğinin eteklerini düzeltti. Pantolonun üzerindeki görünmeyen tozları silkeledi.
Ne yaparsa yapsın, şarkı söyleme isteğini durduramıyordu. İçerisinde bir yerlerde, kelebekler uçuşmaya devam ediyordu. Renkleri, ipek elbisesinin renkleriyle aynıydı.
İçindeki kıpırtıyı, neşeyi, umudu kovmak için, cılız bir hamle daha yaptı. Sertçe ve yüksek sesle, “saçmalama Türkân, çocuk değilsin. Kırkına yaklaştın. Bu saatten sonra romantik macera mı istiyorsun?” diye söylenmeye devam etti.
Elbette buna izin veremezdi.
Birden yüreğinin bir yumruk gibi boğazına yükseldiğini, tıkandığını fark etti.
Ya bundan sonra hep bu sabahki gibi uyanırsa? Her sabah bu işkenceye dayanabilir miydi?
Bununla baş edebileceğine emin değildi.
13 yıldır, susturmayı başardığı her şey üstüne geliyordu. Sakladığı arzuları, istekleri isyan etmişti. Bunlara teslim olma korkusu ile titrediğini hissetti.
Yüreğindeki gecikmiş baharın görünen nedenini biliyordu. Okula atanan yeni Fen bilgisi öğretmeni. Eski ilkokul arkadaşı.
Mehmet ile ilkokul 4 ve 5’te aynı sınıfta okumuşlardı ve o yıllarda iyi arkadaştılar. Mehmet’in polis olan babasının tayini başka bir bölgeye çıkınca köyden ayrılmışlar ve dört ay öncesine kadar hiç görüşmemişlerdi.
Yaşadığı kısa evliliğin ardından, 7 yıldır bekâr olan Mehmet, dostluklarını kaldıkları yerden devam ettirmeye çalışır gibiydi.
Düne kadar farklı anlama gelecek hiçbir yaklaşımda bulunmamıştı. Dün, haftanın ilk günü ve son teneffüsünde, “merak ederim” demişti. “Babamın tayini çıkmasaydı ve aynı köyde büyümeye devam etseydik, bugün nasıl olurduk acaba?”
İçindeki coşkunun nedeni düşüncelerinden kovamadığı bu sözcükler miydi? Her şey yolunda sanırken, bu sözcükler mi kurtarmıştı içindeki tutsakları?
Bunu nasıl denetleyememişti, nasıl durduramamıştı?
Hani mesafe ayarında, kendine çok güveniyordu?
Sınırlarını çizmişti ve bu sınırların içinde erkekler, flörtler falan yoktu.
Bununla beraber, Mehmet’in dostane yaklaşımları bile, uyuyan bir şeyleri uyandırmaya yetmişti.
Çocukluğundan kopup gelen Mehmet, onu etkiliyordu. Yasemin ve öğrencileri hatta kocası Ferit gibi, gününü meşgul ediyordu.
Kendinden kaçmakla uğraşırken, içerisindeki tutsakları, onu ele geçirmişti. Ne kadar zamandır, ders çıkışı, soluğu öğretmenler odasında aldığını hatırlayamadı. İçeri girmesiyle, Mehmet’in yüzünde açan gülümsemeleri hatırladı sadece. Türkân’a bakar ve yüzündeki mimikler hareket bile etmeden, huzurlu bir gülümseme, esmer yüzüne yayılırdı.
Hayır, ergen bir kız gibi davranamazdı. İlkokul arkadaşına tutulmak, söz konusu olamazdı. Sızısına dönecekti. Feritli, Yaseminli sızısı ona yetmeliydi. Yaşamlarını hallaç pamuğu gibi savuracak şeylere izin vermeyecekti.
“Korkak” diye seslendi ona içerideki tutsaklardan biri. Duymazlıktan geldi.
Yüzüne bir gülücük yerleştirerek, odasından çıktı. Merdivenden inerken, mutfaktan gelen kokulara, Yasemin’in ve Ferit’in kahkahaları eşlik ediyordu. Ekmekler kızartılmış, kahvaltı hazırlanmıştı, belli ki.
Aklındakileri bir tarafa bıraktı ve bu mutlu sabahın bir parçası olma arzusunu canlandırmaya çalıştı. Gülümsemesini büyütüp, mutfağa girdi.
Ferit, gözlerini kaçırmadan ona baksaydı, sıcacık ve dostça ve “nerede kaldın” gibi bir şeyler deseydi, Türkân’a yetecekti.
Ama o, Türkân’a, çocuğunun annesine bakarken, Yasemin ile paylaştığı gülümseme, yüzünde dondu. Yerine gelen bir bezginlikti. Yenilgi dolu bir kabullenişin ardından, gözlerini karısından kaçırdı ve “tostun soğuyor” dedi.
Türkân, içindeki tutsakların zincirlerini kopardıklarını kabullendi o an.
Tek istediği, o ipekli, rengârenk elbiseyi giymek ve pencereden bir kelebek gibi süzülüp gitmekti.
edebiyathaber.net (6 Kasım 2022)