Alışık, garipsenmeyen bir karakterim okulda. Sessiz, enerjik olmayan bir agresif. Mesafeli, az konuşan, ilgisini çeken konular harici konuşmayan… Tabiatım mesafeli değil, sonradan böyle mesafeli oldum. İçe kapanık biri haline döndüm. Hatta başlarda suskunluğumu, kısık sesle konuşuyor olmamı saflığıma, tecrübesizliğime verenler oldu. Bu da insanların bana karşı pervasızlık yapmalarına, her an saygının azalmasına neden oldu zamanla. Ancak ben de böylesine muameleler görmemek için hırçın, lafı ağzında, tok konuşan biri olup çıkıverdim…
Benden başka kimsenin olmadığı öğretmenler odasında oturmuş, çay içiyordum. Öğle yemeğimi az önce yemiştim. İkinci çayımı sigaramı tellendirirken içeceğim. Asya, kapıyı tıklatıp içeri girdi. Bir sandalye çekip oturdu. Yüzü asık, canı sıkkın… Yorgun, yılgın. Asya’yı hiç böyle görmemiştim. Asya nadiren yakın ilişki kurduğum birisi. Sevinci, coşkunluğu, terbiyesi onu okulda herkese sevdirmiş. Ne geçim derdinden, ayrılıktan, ölümden ne de başka bir şeyden şikâyet ettiğini hiç duymadım. Yapıcı, çözüm odaklı daima. Solup tükenmiş hali dikkatimi çekti.
“Hayrolsun Asya, bir derdin mi var?” diye yokladım. Kafasını çaresizce oynattı. Gözleri dolu dolu oldu.
“Gel bir sigara içelim,” deyip kaldırdım. Bahçeye çıktık.
“Sorma hocam! Babamı kaybettim bugün.”
Asya babasını çocukken kaybetmişti. Kendi henüz sekiz yaşındayken…
“Anlamadım Asya. Baban sen çocukken vefat etmemiş miydi?” Sessizleşti. Donuk donuk yere baktı bir süre…
“Babam bana bir gün balon almıştı. Beraber şişirmiştik. Babamın nefesi vardı balonda. Bugün baktım, balondaki nefes bitmiş.”
Teselli edemedim Asya’yı. Ağladı kesi kesik. Sonra birer sigara içip kalktık. Gün boyu, gece hep Asya’yı düşündüm.
Babamı seyredemedim hiç. Korkup kaygı ettiğindeki hallerini seyretmek, ışıl ışıl gözleriyle kucaklayıp havaya atılıp tutulmak… Bir an, çok kısa bir anlığına unutulup unutulduğumu fark ettiğinde gıdıklanmak… Çok sevineceği, mutlu olacağı bir haber aldığındaki rahatlamasına… Basit bir soğuk algınlığında ya da fiziksel bir güç gerektiren bir işte zorlanıp boncuk boncuk terleyişine… Yeni saç sakal traş olmuş; kolonya, pudra kokusuna… Bayram günü kis kip giydirip boyuma; çikolatalar, dondurmalar yedirip ağzıma bakmasına… Onun gün gün yaşlanmasına, bir türlü yaşaramayan gözlerimle, fakat içimden kalkıp kalkıp gelen ağlama hissine tanık olup güven, huzur, şefkat dolu bir baba imgem olsun isterdim. Bunları hep hayal ettim. Yaşamımın diyemi budur.
Babamın kokusu nasıldı? Sesinin tınısı nasıldı? Nasıl öğrenebilirdim? Mendile süzülüp düşen bir gözyaşı olmuş mudur hiç? Annemi ilk gördüğünde heyecanlanmış, iç dünyasında bir karmaşa yaşamış mıdır? Açılmaya nasıl karar vermiştir? Bunları hiç bilemeyecek olmak… Bir duvar resmine bakarak bunları hayal etmek hep.
İlkokulda kasvetli bir kış günü… Hava kapalı. Üst sınıflardan bir çocuk sıkıştırmıştı beni. Öğretmene şikâyet etmek aklıma bile gelmemişti. Fakat öğretmen, zorbalığı görmüş; acıyarak mı, severek mi tam anlayamadığım bir ilgi göstermişti bana. Acınarak sevilmekle, korunarak sevilmek arasındaki farkı sanki doğuştan edindim. Acınarak sevilince başlarda hoşuma gitmiş, ancak sonradan hoşuma giden bu şey bende tiksinti uyandırmıştı. Korunarak sevilince de hıçkıra hıçkıra ağlamak isterim hep. Ne korunarak ne de acınarak sevilmek istiyorum. Babam nasıldı? Çocukken nasıl sevilmek istiyordu? Hiç acınmış mıdır ona da? Babam, peki, beni koruyarak, acıyarak sevseydi?
Birini kaybettiğinizde içinizde kırk ateş yanar, her gün bir ateş sönermiş. Fakat kırkıncı günkü ateş hiç sönmez, o ateşle yaşarmışsınız. Bende hiç böyle olmadı. Bir gün oluyor, ateşin kırkı birden yanıyor. Bir gün oluyor, hiçbir şey yanmıyor içimde.
Bir yaz günü ve akşamüstü… Gökten güneş çekildi çekilecek, hava karardı kararacak. Elime, uçunca anladım ki, bir ateşböceği konmuş. Umuda, iyiliğe, güzelliğe, özgürlüğe uçar gibi yaktı ateşini ve uçtu. Bir kuyruklu yıldızın ihtişamı gibiydi. Hiç ateş böceği görmememin ve bu tanışmamızın bir adı olsaydı keşke. Adı yok, ancak bu ateş böceği, hiç görmediğim babamdı sanki. Kısacık bir veda töreniydi. Kızı için yaptığı kısacık bir veda töreni.
Gece karar verdim; Asya’ya acımayacağım, üzülmeyeceğim. Fakat onun da kendi babasına veda edebilmesi için elimden geleni yapacağım. Çünkü ben bir babaya nasıl veda edildiğini bir ateşböceğiyle öğrendim. Asya’yla o haftasonu sarı, koygun, iri taneli sicim gibi bir yağan yağmur yağarken mezarlığa gittik. Babasının mezarında ıslanarak bekledik. Mezar taşına bakınca babasının ismini öylece öğrendim. Bir babanın isminin ne önemi var ki? Asya babasının mezarına bir sürü çiçek ekti, serçelerin su içtiği suluğu doldurdu. Aradan aylar geçtikten sonra Asya, okulda hep elinde taze bir çiçekle dolaşmaya başladı. Babasını kokluyordu ya da babasını yanında taşıyordu elbette. Yalnız ikimizin bildiği bir durum bu… Nefes bitse de insana bir koku kalıyor babasından… Belki bir çiçek kokusu belki bir ateşböceği…
edebiyathaber.net (10 Kasım 2022)