“Eğer gençliğinizde Paris’te yaşamak şansına erişmişseniz, ömrünüzün geri kalan bölümünde nereye giderseniz gidin, o da sizinle birliktedir artık, çünkü Paris devingen bir şenliktir” – E. Hemingway
Hydra’dan ayrıldıktan sonra bir haftalığına Paris’e gelmiştim. Paris hem hiç gitmediğim bir yerdi hem de dönüş yolunu bir süre daha uzak kalmak için şık bir bahane gibi görünüyordu. La Villette’de hostel kiralamıştım. Paris yalnızlar, bohemler, gönüllü sürgün yaşayanlar için ideal kentti.
Şehrin kendine has kimliği o kadar baskındı ki, bir noktadan sonra siz de o kimliğin bir parçası haline geliyordunuz. Burada kendime bir rutin oluşturmuştum. Müzeler, tarihi yerler, ölmeden önce mutlaka gitmeniz gereken lokantalar dahil olmak üzere hiçbir turistik yere uğramamaya çalışıyordum. Her sabah hostelden çıkıp şehir etrafında turluyordum. Yürüyüşümü hep Le Peloton’da bir kahve içerek sonlandırıyordum. Kafeye gide gele mekân sahibi Jean Pierre’le ahbap bile olmuştuk. Jean Pierre, fanatik bir Marsilya taraftarıydı. Ne zaman gitsem Cantona, Marsilya ve PSG’den ne kadar hoşlanmadığımız üzerine konuşuyorduk. Le Peloton, Paris’in şöhretli kafelerinin aksine bisikletçilerin, öğrencilerin ve akademisyenlerin uğrak noktalarından biriydi. Dükkânın içerisinde siyah beyaz Julien Absalon fotoğrafı vardı. Girişte de mutlaka kahve içen bisikletli olurdu.
Müşteri profili öyle olunca mekânda kozmopolit bir ortam oluşmuştu. Bir masada İtalyan akademisyen oturuyor karşısında ise Senegalli öğrenciler yer alıyordu. Serra’yla da işte burada, Paris’e veda etmeden önceki gün tanıştım. Serra da kafenin müdavimlerinden biriydi. Her gün aynı saatlerde ya arkadaşlarıyla ya da tek olarak kafeye gelir. Sigara tiryakisine (Paket, paket Gitane içiyordu) yakışır bir şekilde peşi sıra sigara içiyor, heyecanlı bir beden diliyle arkadaşlarına bir şeyler anlatıyor, kitap okuyor ya da telefonuna bakıyordu. Düz siyah saçları vardı. İlk bakışta hemen fark edilecek mavi gözleri vardı. Onu ilk bakışta Fransız sanmıştım ta ki Jean-Pierre bizi tanıştırana kadar.
Onunla tanıştığım gün, her zaman olduğu gibi şehir turundan sonra Le Peloton’da mola vermiştim. Serra da arkadaşlarıyla kafedeydi. Kahve almak için Jean Pierre’nin yanına geldiğimde, Serra da arkamdan Jean Pierre’e şarj aleti olup olmadığını sormak için gelmişti. İkimizi yan yana görünce Jean Pierre, ikimizin de Türkiye’den geldiğini hala tanışıp tanışmadığımızı sormuştu. Bunu duyunca ikimiz de şaşırmıştık. Ben onu ne kadar Fransız sanıyorsam Serra da beni Yunan sanıyormuş. Yüzümde tatilci yanığı, saçımda deniz tuzu vardı. Yunan adasından hemen dönmüş bir turist gibi duruyordum. Beni öyle sanması normaldi bence de. Birbirimize gülümseyip, merhabalaşmıştık. Yabancı bir ülkede aynı milletten iki insanın karşılaması tüm yabancılığı ortadan kaldırıp, hızlı bir kaynaşmayı sağlayan bir durumdur. İki Türkiyelinin ayrı coğrafyada buluşmasında ise ortak konu her zaman Türkiye’nin bitmek bilmeyen sorunlarıdır. Kısa süre sonra Türkiye’nin hal ve gidişinden, yaşanmaz oralarda artık muhabbetine giriş yapmıştık bile. Yahya Kemal “Paris’e gidilmez, kaçılırdı” demişti. Tarih, Paris’e politik sebeplerden ötürü kaçan yazar, sanatçı hikayeleriyle doluydu. 21. Yüzyılda bizim payımıza düşen gönüllü sürgünlüklerdi, kendimizden kaçmaktı. Serra’yla ikimizi Paris’te buluşturan da buydu. İnsan nedense başka bir ülkede bir tek kendi milletinden insanlardan şüphe duymaz zaten. Bizim yakınlaşmamız da aynen böyle oldu.
Serra, geçen sene Paris’e siyaset bilimi doktorasını yapmak için gelmiş. Burada arkadaşlarıyla Rue de Lancry’de bir ev kiralamışlardı. Doktora programı yoğundu. Yurtdışında yaşamak zordu. Tanımadığınız bir dolu insan, yabancısı olduğunuz kültürle mücadele ediyordunuz. Serra da tüm bu zorlukları yaşamıştı. Paris, göçmenlik ve kimlik üzerine doktora tezi yazmaya çalışıyordu. Fransızcasını hâlâ geliştirmeye çalışıyordu. Geçtiğimiz yaz garsonluk yapmış, iki ay öncesine kadar mutfakta aşçılık deneyimi bile vardı. Yazları İzmir’e ailesinin yanına gidiyordu. Doktora sonrasında Türkiye’ye dönmek istemiyordu. Bir şekilde yurtdışında akademisyenliğe devam etmek istiyordu. Paris pahalı bir şehirdi ama yine de güzeldi. Öğrenciyken bir şekilde hayatın keyfi çıkıyordu işte. Onunla kısa sohbetimiz bizi yeni tanışmış iki yabancıdan öteye götürmüştü. Bunda aynı yerden gelmemiz ve ertesi gün Paris’e veda edecek olmamda da etkili olmuştu.
Serra’yla kısa bir Paris turu yapmaya karar verdik. Paris klişelerden ibaretti. Modernizmle beraber Paris de çökmüştü. Roland Barthes gibi Eyfel’den hoşlanmıyordum. Ben ne kadar klişe isem Paris de bir o kadar klişeydi bana göre. Her yer turist kaynıyordu. Balzac haklıydı Paris’te herkes ölü ve kitap sahibiydi. Benim de kitaplarını okuduğum tüm Parisliler mezardaydı… O yüzden Serra’ya farklı bir yerlere gidelim, gerekirse kaybolalım ama sinema ve kitaplardan öğrendiğim Paris’i gösterme bana senin bildiğin Paris’i görmek istiyorum demiştim. Serra da zaten şehri çok iyi bilmediğini, kaybolmanın hiç mahsurunu olmadığını söyledi. Şemsiyelerimizi açıp birlikte önce onun bildiği sokaklardan sonra da bilmediği sokaklara doğru yürümeye başladık. Yağmur şiddetini azaltmıştı. Sokaklardaki su birikintileri ortalığı Henri Cartier-Bresson karelerine dönüştürmüştü. Birlikte önce yerel lokantalarıyla meşhur Rue Mouffetard Caddesi civarında dolaştık. Cadde boyu sıralanmış küçük barların, peynircilerin, nargilecilerin, şarapçıların, pazar yerinin arasında dolaşırken Serra’yla ilişkilerden, hayal kırıklıklarından, her yerden uzak olma üzerine konuştuk. Geçmişten uzak kalmaya çalıştık. Geçmişin kapısı ne zaman aralanmaya kalksa kendimi Paris’te Son Tango filmindeki Marlon Brando gibi hissediyordum. Her an bir köprü altında kulaklarımı kapatarak “Hayır” diye bağırabilirdim. Neyse ki o kadar delirmemiştim.
Serra ciddi biriydi. Üniversite döneminden beri türlü işlerde çalışmış, yurtlarda kalmış, kendine sil baştan yeni hayatlar kurabilmiş, cesaret edebilmiş özgür biriydi. Sıcak, güven veren bir gülümsemesi vardı. Özgüvenli olduğu kadar çok güzeldi. Ne istediğinden çok ne istemediğinin farkındaydı. Onu çekici kılan da buydu. Birlikte geçirdiğimiz 48 saat boyunca bana hep bir film karesi gibi göründü. Paris her şeyi bir şiire mi dönüştürüyordu yoksa?
Turistik yerlere yaklaşınca lanet olası vlogcular, selfie çubuklarını gökyüzüne tutarak, manzarayı ve gezginci ruhumuzun içine ediyordu. Onlardan, turistlerden, klişelerden uzakta olmaya çalışıyorduk. Marketten bir şişe şarap ve karton bardak alıp, Seine Nehri’nin Eyfel manzaralı, turistlerin pek de bilmediği bir yerine gittik. Serra üniversiteden çıktıktan sonra burada yürümeyi, nehri izlemeyi ve sigara içmeyi çok severmiş. Şehir buradan kartpostala benziyordu, önümüzde büyüleyici bir manzara vardı. Yağmur dinmişti. Kara bulutlar dağılmıştı, güneş batmak üzereydi, tüm kızıllığı nehrin üzerine düşmüştü. Yeni ay tepemizdeydi. Eyfel uzaktan ışıl ışıl parlıyordu. Dünyanın en güzel kentlerin birindeki iki yabancı olarak evimizden uzakta, tüm kimlik, bayrak, aidiyetten ve geçmişten arınmış bir şekilde manzarayı seyrediyorduk… Ne Parisliydik ne tam olarak Türkiyeliydik. Türkiye’de doğmuş bir türlü farklı müziğe, filme, kitaplara âşık olmuş, başka ülkelerde yaşamaya çalışıyorduk. Evimiz neresi bilmiyorduk, nereye aittik bilmiyorduk, her yer çok uzaktı ama bir yerde yabancı olmak her yeri de yakın kılıyordu. Serra’yla olan yakınlığımızı hem derinleştiren hem de muğlak kılan da buydu. İkimiz de şimdi yetiyordu. Birbirimize bu denli hızlı yakınlaşmamızda da yaşadığımız bu anın tek seferlik olduğunun bilincinde olmamızdı. Bir süre hiç konuşmadık şarap içip etrafı izledik. Sessizlik anlarından birinde Serra elini elime yakınlaştırdı, parmaklarımız buluştu. Birbirimize gülümsedik ve öpüşmeye başladık. Klişeler ancak böyle anlarda anlamlıydı zaten.
Geceyi onun evinde geçirdik. Serra’nın evi küçüktü ama anlattığına göre tipik bir Paris eviydi. Portekizli bir ev arkadaşı vardı. Ailesinin yanına gittiği için evde yalnızdık. Yerler parke, manzarası idare ederdi, balkonu ferahtı. Duvarda da eski kiracıdan kalma dev bir Clint Eastwood posteri vardı. Evin tek sorunu tesisattı. Üst katın akıtan borularının oluşturduğu nem tavanda olduğu gibi kendini belli ediyordu. Tavanda dünya haritasından tanıdık adaları görebileceğiniz küçük çatlaklar bile oluşmuştu. Sabah yatakta vakit geçirirken, Serra bazı çatlakları bana gösterip “Şurası Kıbrıs’a benzemiyor mu?” diye takılmıştı. Paris’te yaşamanın en zor tarafı bürokratik ve usta işlerinin çok yavaş ilerlemesiydi. Haftalar önce çağırdığı tesisatçı hâlâ gelmemişti, ev sahibi geçen kış gittiği Noel tatilinden bir türlü dönmemişti. Serra ve ev arkadaşları yavaş bürokrasi, eski tesisat düzeni ve gitmeyen nem içinde bir düzen kurmayı başarmıştı. Paris, kısıtlı bütçeye sahip öğrenciler, flanörler, bohemler en ideal kentti. Beş parasız bile olsanız en azından kent atmosferi bedavaydı.
Sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra balkona çıkıp kahvelerimizi içmeye başladık. Karşı apartmandan Jacques Dutronc parçası duyuluyordu: “Beş yüz milyar Marslı, ve ben, ve ben ve ben Her Parisli salak gibi, ay sonunu beklerim maaş için, bunları düşünürken derken unuturum, hayat, hayat böyle…” Birazdan ona veda edecektim. Bir uçak kara bulutları yara yara tepemizden geçiyordu. Sigaralarımızı aynı anda tüttürerek uçağın gidişini izledik. İçeri geçip seviştik. Tenlerimiz birbirine kavuştuğu an aslında vedalaşmanın ilanıydı.
Fotoğraflar: Bülent Çallı
edebiyathaber.net (19 Kasım 2022)
“İthaka’dan uzakta: Paris (1) | Can Öktemer” üzerine bir yorum