Hortlak babaların, çocuk sahibi olması şart değildir, ama onların genellikle kız çocukları vardır. Günün herhangi bir saatinde ya da gece rüyaların bin bir çeşidinde ortaya çıkabilirler. Örneğin, bir bardak su doldurmuş, tam ilacımızı içecekken, başımızı kaldırdığımızda beliriverirler karşımızda. İşimizi halletmek için kurumun birinde, asansörün içindeyken bakıverirler yüzümüze. Çiçekli yollarda yürürken, yavru kediler oynaşırken, o anda yanımızdan geçebilirler. Dinçtirler hep. Sırtları dimdiktir. Kulaklığımızdaki müzik bizi gülümsetirken seslenebilirler bize aniden ve aşabilirler tüm titreşimleri.
Yüzyıllar önce yasaklandığı için onlara soru soramayız. Onlar bize sorarsa, açıklama yapamayız kendilerine. Çünkü bizi asla dinlemezler. Sorular, yanıtlanması veya düşünmemizi sağlaması için sorulmamıştır. Sorular, yalnızca birer korku unsurudur.
“Ben sana ne dedim?”
“Dediğimi yaptın mı?”
“Yine mi dediğimi yapmadın?”
Tanımaya çalışırız. İyice bakarız hortlağın suratına. Bizim babamız olsa böyle davranmaz, değil mi? Bizi korkutup durmaz, bize sevgiyle sarılır. Karşılıklı sohbet ederiz, deneyimlerinden faydalanırız. Yaşayarak öğrenmemizin yolunu açar bize babacığımız. O zaman yaşlanmayan, ölmeyen, her yerde karşımıza çıkan, başarısız, değersiz, aşağılık hissettiren hortlak, kimin babasıdır? Bir korku filminden mi etkilendik yoksa? Okuduğumuz kitaplardan mı? Sormamış mıydı bize, “Bu saçma filmleri niye izliyor, bir işe yaramayan kitapları niye okuyorsun?”
Hortlak babamız, bir gece, rüyamızda fenalaşır. Parktaki bankta, yanımıza yığılıverir. Saçları dağılmış, gözleri kapalıdır. Biraz da çökmüş müdür sanki? Kaldırırız hemen, sarsarız omuzlarından tutup, sallayarak onu. İçimizi büyük bir üzüntü kaplar. Babamız ölüyor. Gelen geçene bağırırız: “Babamız ölüyor, yetişin!” Ambulans gelir, alır babamızı. Biz de peşinden taksiyle hastaneye… Bekleriz acil serviste. Tetkikler yapılır. Hasta yakınını sorarlar. “Benim! Kızıyım!” deriz. “Babanız sapasağlam, daha yüz yıl yaşar!” derler. “Sıcaklar onu bunaltmış. Hortlak babalar, sıcağı pek sevmez.”
“Oh! Çok şükür!” deriz. Derin bir oh çekeriz. Koluna gireriz babamızın. Hastanenin bahçesinde birlikte yürürken, tenimize dokunana karşı büyük bir tiksinti duyarız. O, çürümektedir, ama sonra yeniden sağlamlaşmaktadır. Çamlı tepeye doğru, vicdan azabıyla, babamızı orada yalnız bırakıp kaçarız. Tepeden aşağıya baktığımızda, yavaş yavaş gelmektedir peşimizden. Oh çekeriz yine. En azından biraz daha vaktimiz vardır, kendimizle kalmak için.
edebiyathaber.net (30 Kasım 2022)