Söyleşi: Kader Bolat
Polat Özlüoğlu, İthaki Yayınları’nda çıkan son öykü kitabı Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar’da aile kavramını derinlemesine ele alıyor. Toplumumuzda kutsal olarak atfedilen “aile” içinde yaşanan, çocukluktan getirilen ve ömür boyu taşınan yükler, zaman içinde çözülemeyen bir düğüme dönüşüyor. Yaş alsak da çocukluğun hiçbir yere gitmediğinin altını kalın çizgilerle çizen dokunaklı öyküler bunlar!
Öncelikle kitabın ismiyle başlamak istiyorum. “Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar”. Başlığın sendeki çağrışımını merak ediyorum.
Kitabın içinde yer alan bir büyüyememe hikâyesi üzerine kurulu öykünün ismi olmasının dışında tematik bütünlüğü aile olmak, ebeveyn olmak ve evlat olmak kavramları üzerinden bir tür çağrı yapıyor bana göre. Biraz da bir Peter Pan öyküsü. Annenin, büyüyüp de babasına benzemesin istediği bir çocuk anlatılıyor. Kitaptaki tüm öykülerde bir aile mefhumu mevcut ancak bildiğimiz, bize dayatılan kutsal, ideal, varsayılan mükemmel aile değil daha çok bir cendereyi, arızayı, travmayı, sorunu imleyen aile, daha doğrusu mutsuz aile masaya yatırıldı. Kitapta daha çok iktidar olan baba kavramı üzerinden ailenin otopsisini çıkarmayı denedim. Başlıktaki ‘Anne’ ailenin üçlü sacayağı andıran baba-anne-çocuk sarmalındaki en güçlü kavram olduğunu unutturmamak içindi açıkçası. Evin iktidarı babaya ait olsa da baba daha çok uzak, erişilmez, yabancı ve soğuk bir mensuptur. Anne ve çocuk arasındaki ilişkiye her zaman bütünüyle dâhil olmaz, olamaz. Tabi bu söylenenler hep mutsuz aileler göz önüne alınarak kurulan cümlelerdir. Kitaptaki öykülerde de pek mutlu aile yok
Kitapta toplam on bir öykü var. Hepsinin de vardığı nokta çocuklukta yaşanan travmalar. Çocukluk gerçekten de hiçbir yere gitmiyor mu? Hayatımız boyunca giydiğimiz bir giysi olmaya devam mı ediyor?
Ne güzel söyledin, çocukluk bir ömür boyu giydiğimiz derimize, tenimize, benliğimize yapışan bir giysi maalesef. Ve bu topraklarda insanlar üzerlerine dar ya da bol gelen, yakan ya da üşüten hatta hiç istemediği şeyleri giymek zorunda kalan çocukluklarını sırtlayarak hayatta kalmaya çalışırlar. Çocukken ne gördüysek büyüyünce o tür yetişkinlere dönüşüyoruz. Doğduğumuz aileyi, ebeveyni ve evi seçemiyoruz. Bize dayatılan bir çocukluğu şanslıysak mutlu olarak yaşıyor, değilsek sorunlu, arızalı, şiddetli, korku ve kederli bir şekilde tecrübe ediyoruz. Hayat herkese adil davranmıyor. Çocuk olsanız bile. Çocuklar evlerin kara kutusu gibi, duyuyor, görüyor, dinliyor, kaydediyor ama susuyor. Ve o kutular büyüyünce ya çatlayıp kırılıyor ya tedavi ediliyorsunuz ya da ömrün sonuna kadar tamir edilemeden eksik, yaralı ve sorunlu bir insan olarak yaşamınızı sürdürmek zorunda kalıyorsunuz. Çocukluk mühim bir mesele benim için. Konuşulması, çözülmesi, değerlendirilmesi ve üzerine düşünülmesi gereken bir kavram açıkçası. Bu ülkede neden en kolay gözden çıkarılanlar hep çocuklardır, göz ardı edilen, gözden düşen, gözden kaçan varlıklar niye hep çocuklardır? Aile içinde en savunmasız birey her zaman bir çocuktur. Bu ülkede aile toplumun aynası gibidir. Ve bu ayna çatlaklar, kırıklar, paslar, kirler ve sırlarla doludur.
Bu kitaptaki öykülerinde en çok karşılaştığım, dikkatimi çeken kavram “düğüm”. Bu öykü toplamında düğümü leitmotif olarak kullandığını söyleyebilir miyiz?
Açıkçası bilinçli bir şekilde ‘düğüm’ü leitmotif olarak düşünmemiştim. Ama yazarken ilk öykü ortaya çıktıktan sonra peşi sıra gelen diğer öykülerde de hep ortak bir tema etrafında dönenip durduğumun farkındayım. Daha önceki kitaplarımda tecrübe ettiğim bir şey bu. Mesela ‘Günlerden Kırmızı’ ve ‘Hevesi Kirpiğinde’ kitaplarındaki öyküler tam da Gezi süreci, seçimler, bombalar, toplumsal karışıklıklar ve travmalar yaşanırken yazılan öykülerdi ve dolayısıyla tematik bütünlük bu yönde ilerlemişti. ‘Peri Kızı Af Buyrun’da ise kadına şiddet olayları her zaman olduğu gibi hız kesmeden, artarak devam ediyordu ama daha çok dillendiriliyor, gündem oluyordu hatta Dünyada #metoo hareketinin izleri tüm ülkelerde neredeyse konuşuluyordu. Aldığım eğitim dolayısı ile olsa gerek, Gazetecilik Bölümünü bitirdim, ilgim, algım bu yönde konulara ve hikâyelere yöneliyordu. Yazdığım tüm öyküler neredeyse kadınların ağzından anlatılan, onların çaresizliğini, acısını, yalnızlığını, mücadelesini, hayata tutunma çabasını, isyanını konu ediniyordu. Bu kitapta ise biraz da benim kişisel takvimimdeki sarsılma ve kırılma noktası dolayısı ile bu defa biraz daha kadın ekseninden kayarak baba ve evlat ilişkisine yönelik hikâyeler ortaya çıktı. Elbette mutsuz, sorunlu, şiddet içeren, zorbalık, hırs, korku barındıran aile ilişkilerinde bir düğüm her zaman vardır ve bu düğüm çoğunlukla çözülemez. Düğüm ölene kadar hatta öldükten sonra bile soluksuz bırakır geride kalanı.
Öykülerde en çok babayla hesaplaşma karşımıza çıkıyor. Babanın yokluğu, terk edişi, ölümü… Babayla hesaplaşma isteği ağır basıyor. Sendeki baba imgesini merak ediyorum.
Boşanmış bir ailenin evladı olarak baba imgesi uzun zaman sorunlu, uzak, yabancı, çözümsüz gelmiştir bana. Dediğim gibi bu öyküler uzun zamandır gizlediğim, derinlere gömdüğüm bir zamanda, bir süredir görmediğim bir babanın adeta yeniden ortaya çıkmasıyla birlikte azar azar kaleme geldi. Mutlu ailelerde anlatılacak, ilgi cezbedecek, yazacak cazip pek bir şey yoktur. Tolstoy’un ‘Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır’ dediği gibi Anne Karenina romanında benim için yazılası hikâyeler hep bu minvalde sorunlu ailelerdir. Babanın, erkin, iktidarın, dokunulmazlığın, kutsallığın, eril şiddetin, zorbalığın, mutsuzluğun hikâyesini yazmak hesaplaşmanın en uç noktasıdır. Bunu hikâye edebilmekse bence muazzam bir kapı aralar hem yazana hem de okuyana. Aile kutsal değil hele bu çağda daha çok çürümüş bir kavramdır. Toplumsal çürüme, yozlaşma, bozulma en küçük yapıda ailede başlar maalesef. Edebiyat iyileştirir mi bilmiyorum ama sadece bana ait olduğunu sandığım acının, yaranın, eksikliğin aslında hepimize ait olduğunu, ortak bir kederi, acıyı, derdi paylaşmanın sadece edebiyat, sanat aracılığı ile mümkün olduğunu göstermiştir. İnceliklerden yoksun bir toplum olmaktan kurtulmak için acıyı, utancı paylaşmamız gerektiğine inanıyorum. Ben içimdeki derdi, meseleyi yazarak paylaşmaya çalışıyorum. Yazdığım öyküleri okurken rahatsız olan, irkilen olursa da ne mutlu bana ki onlara bambaşka hayatların olduğunu hatırlatmış oluyorum.
Bizim toplumumuzda aileye kutsallık atfedilmiştir. Hatta bu yüzden aile içinde yaşanan farklı türdeki şiddet, istismar pek yansıtılmaz. ( Kol kırılır, yen içinde kalır, anlayışıyla) Sağlıklı bir toplum için aile ile nasıl bir bağ kurulmalı sence?
Uzak bir bağ desem belki tuhaf kaçabilir ama bu topraklarda o tür arızalı, sorunlu ailelerden uzak kalabilmek de pek mümkün olmuyor. Arayıp buluyorlar hatta peşinize düşüp çekip vurabiliyorlar sizi. Travmatik bir çocukluk geçirmiş bir insan büyüyünce de o sorunları ya aklında ya bedeninde ya da içinde taşımaya devam ediyor. Tedavi olabilenler çok değildir zannımca. Ya kesip atıp kurtulmak ya da derinlere gömüp hiç olmamış gibi davranmak mümkün. Ama sağlıklı mı değil elbet. Devletin en küçük yapı taşı yani devlet içinde devletleri aileler olduğuna göre, varlıklarını sürdürmek için erkin, iktidarın hep eril bir boşluk aradığı doğrudur. Eril düşünceyi gerek medya gerek din aracılığıyla dayatıyorlar. Güç babanın elindedir, erkeğin, amcanın, dayının, erkek çocuğun. Şiddet, cinayet, istismar, tahakküm hep eril bireylerin hâkimiyetindedir. Aile içi zorbalığa, zalimliğe, maskülen güce, cinsiyet eşitsizliğine, baskın olan iktidar düşüncesine karşı sağlıklı bireylerden oluşan ilişkiler kurabilmek pek mümkün görünmüyor bu çağda, üzerinde yaşadığımız bu dünya denen gezegende. Karamsar bir tablo olduğunun farkındayım biraz umut kırıntısı yok değil var elbet ama olması gerektiği kadar değil henüz.
Orijinal benzetmeler kullanıyorsun. “Uyudum uyandım, üzerimde küflü bir palto gibi taşıdığım tanıdık bir uyuşukluk. s.29” Bu benzetmelerinin kaynağı nedir? Dilini kurarken yaptığın rutinler var mı?
Öyküleri bir avazda daha doğrusu bir oturuşta yazıp bitiriyorum. O an defterin başına oturduğumda ne geldiyse, nasıl geldiyse öylece yazıyorum. Başı, sonu, kurgusu, atmosferi, karakteri, teması, bir bütünlüğü olan öykü çıkıyor her zaman ortaya. Bu benim için işin kolay kısmı. Asıl zor olan öykü üzerine çalışmaya başladığım zamandır. Öykünün işçiliğini yapmaya başladığımda o öykü ile yatıp kalkmaya başlıyorum. Bu uzun ve meşakkatli bir süreç elbette ama öykü yazma ritüelim genellikle böyle. En son noktayı koymak için ise öykü bittiğinde bir kez daha masanın başına oturuyorum ve öykünün dili üzerine mesai harcıyorum. Benim için öykünün konusu, karakterleri, kurgusu harika olsa bile o öykünün dili oturmamış, tekliyor, pürüzlü, çapaklı ise her şeye sil baştan başlıyorum. Dil bütün öyküyü ayakta tutan tek şey bence. O yüzden öyküyü defalarca okuyup yüksek sesle, tekrar tekrar çalışıyorum. Dil ile oynamayı, hemhal olmayı, dil içinde kaybolmayı seviyorum. Türkçeyi temiz ve doğru bir şekilde kullanmak için yola çıkıyorum. Marguerite Duras ‘Dili yanlış kullanmak cinayettir’ der bir kitabında. Haklı bence.
Kitapta en çok etkilendiğim öykülerden biri de “ Kılçık Babam ”. Çocuk gözünden babanın hali çok etkileyici anlatılmış. Bu öyküde aynı zamanda toplumsal bir yara olan işçilerin can güvenliğinin de altını çizmişsin ajitasyona kaçmadan. Yazarken bu ince çizgiyi ayarlarken zorlanıyor musun?
İçimden geldiği gibi yazmaya gayret gösteriyorum. Kendimi yazdığım karakterin yerine koymaya, o evin içinde ben olsam nasıl davranırdım onu çözümlemeye, o ruhsal ve duygusal durumu teneffüs etmeye çalışıyorum. Abartıya kaçmadan o karakterin hezeyanını, hayal kırıklığını, ikilemini, kaygısını yansıtmaya çalışıyorum bir çocuk gözünden dahi olsa ki çocukluk üzerine fazlaca kafa yoran birisiyim. Çocukluğun o tekinsiz, tereddütlü, ikircikli yollarında tökezleyen ihtiyar bir çocuk olarak bu kavram üzerine özel okumalar yapıyorum. Birde yazarken o evi, sokağı, ortamı gözümde canlandırmayı önemsiyorum. Bu ülkede devasa inşaatlarda ölen, kazaya kurban giden binlerce işçi, rezidanslarda pencerelerden yanlışlıkla düşen, intihar eden yüzlerce genç kız, maden ocaklarında şehit olan binlerce madenci, sözde namus, aşk cinayetine kurban giden binlerce kadın var. Bunlar zikredilmeli, hikâye edilmeli, unutturulmamalı, sık sık bahis açılmalı! Unutma çağında unutmamak için elimizden gelen her şey yapılmalı zannımca.
7. Antalya Edebiyat Günleri’nde En İyi Öykü Ödülü’nü kazandı “ Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar”. Bu ödüle dair hislerin ve yazınınla ilgili söyleyeceklerin neler olur?
Dördüncü kitapla gelen bu ödül özel bir heyecan yaşattı elbette. Çünkü kitabınızı aday olarak yollamadığınız, jüri üyelerinin yılın bütün öykü kitaplarını okuyup kendilerince aday belirleyip seçtiği farklı bir edebiyat ödülü. Bu yönden de keyif veren eşsiz bir ödül oldu benim için. Onur duydum. Bir şeyler anlatmayı, hikâye etmeyi ve paylaşmayı seviyorum. Ben konuşkan bir insan değilim, dinlemeyi, gözlemlemeyi tercih eden biriyim. Ve ne mutlu ki içimde birikenleri yazarak öyküye dönüştürebiliyorum. Yazmak mesleğim değil sevdiğim için yazıyorum. Teşekkür ederim bu incelikli sorular için Kader Hanım…
edebiyathaber.net (30 Kasım 2022)