London calling to the imitation zone,
Forget it, brother, you can go it alone
London calling to the zombies of death
Quit holding out and draw another breath
London calling and I don’t want to shout
Yanlış zamanda yanlış yerde olmak gibi tuhaf bir alışkanlığım var. Londra’ya geldikten kısa bir süre sonra önce tuhaf saçlı Boris Johnson hükümeti düştü ardından Kraliçe Elizabeth hayatını kaybetti. En fenası da tüm şehri kasıp kavuran sıcak havaydı. Yazın birbiri ardına kırılan sıcaklık rekoru, görünüşe göre Eylül ayında da devam ediyordu. İngilizler yağmura alışkındı. Kimse sıcak havalarda ne yapılacağını tam olarak bilmiyordu bu yüzden hükümet sıcaklıkla mücadele rehberi adı altında bir çizelge bile hazırlamıştı. Küresel ısınma bu şekilde devam ederse meşhur İngiliz romantizmi ve melankolisi yerini Akdeniz neşesine bırakacak, yüzyıllardır devam eden bir kültür ortadan kalkacaktı. Böyle bir durumda tüm kariyerini mikrofon başında ağlayarak şarkı söyleyerek geçiren Thom Yorke gibi dertli müzisyenler zor durumda kalacaktı.
Londra’nın soğuk ve her dakika yağmurlu olma ihtimaline karşı bavuluma Glastonbury Festivali’ne gider gibi tıka basa yerleştirdiğim şemsiye, yağmurluk ve kazaklar daha şimdiden fazlalık olmuştu. Havalimanında beni üniversiteden sınıf arkadaşım Ercan karşılamıştı. Onunla görüşmeyeli saçları iyice kırlarmış, karnında futbol topu büyüklüğünde evlilik göbeği oluşmuştu. Ercan, bundan 5 yıl önce eşi Seda’yla evlendikten sonra Ankara Antlaşması’ndan faydalanıp Londra’ya taşınmıştı. Ercan, meşhur cazcı Abidin Sermet röportajı için Londra’ya geleceğimi duyunca “Seni otel köşelerinde asla bırakmam, bizde kalıyorsunuz” demişti.
Evleri Kuzey Londra’da West Ham yakınlarındaydı. Londra 2000’li yıllarla birlikte büyük bir değişime girmişti; kentin merkezi ‘soylulaştırma’ adına lüks konutlar, alışveriş merkezleri ve lokantalarla çevrelenmişti. Konut fiyatlarının yükselmesine paralel Londra’nın kuzeyi ve güneyi arasında ciddi bir ekonomik farklılık oluşmuştu. Kuzey Londra’da daha çok göçmenler, işçi sınıfından insanlar yaşıyordu. Tüm yolculuğumuz boyunca alışamadığım bir şekilde sağımda direksiyon başında oturan Ercan, mahallerinde Ali isimli Malatyalı bir marketin olduğunu, İngilizceyi burada öğrendiğinden BBC Radyo programı sunucuları gibi konuştuğunu söyledi. Ali’nin müşterilerine yaptığı meyve, sebze sunumu bir noktadan sonra E.E. Cummings dizesini andırıyormuş.
Ercan’ı en son bir yıl önce Ankara’da kısa süreliğine görmüştüm. Ailesini ziyaret gelmişti. Brexit sonrası Boris Johnson hükümeti saçmalıkları derken bir anda pasaport, vatandaşlık hakkı ve ekonomik belirsizliklerle karşı karşıya kalmışlardı. Üstelik işsiz kalma tehlikesi de halen sürüyordu. Çalıştığı şirketler batmış, bir süre işsiz bile kalmıştı. Şimdilerde Londra’da reklamcılıkla uğraşıyordu eşi de göçmen bürosunda çalışıyordu. Vatandaşlığı henüz alamadığı ve pasaport sorunu olduğu için adadan dışarıya adımını atamıyordu. Geçen yaz adayı baştan aşağıya dolaşmışlardı.
Seda ve Ercan’ın evleri iki katlı küçük bahçeli tipik bir İngiliz eviydi. Eve geldiğimizde Seda işte olduğu için ev sessizdi. Arka bahçelerinde büyük bir elma ağacı vardı çimler biraz bakımsızdı. Ercan hem iş yoğunluğundan hem de tembelliklerinden bahçeyle ilgilenemediklerini yakınıyordu.
Akşam yemeğine Seda’nın arkadaşı Ecem de gelecekti. Ercan, Ecem için “Biraz farklı bir dünyası var ama hoş sohbettir seversin” demişti. Eski dostum son hazırlıklar için mutfağa geçtiğinde, Abidin Sermet’i aramadığımı fark edip, editörüm Metin’in bana verdiği numarayı çevirdim ama açan olmadı. Görünüşe göre şansımı yeniden denemek zorundaydım.
Ercan, Seda gelene kadar barda bira içme teklifinde bulundu. Ercan, beni bu civardaki favori barı Cat&Horses’e götürdü. Cat&Horses, Iron Maiden’in ilk kez sahne aldığı bar olarak da biliniyordu. Bar bir tarafıyla müze gibiydi. Her yerde Iron Maiden’a ait başka bir detay vardı. İçeride 1980’li yılların rock parçaları çalıyordu. Barmen Dublin’liydi, Kraliçenin ölümüne hiç üzülmemişti. Şişelerin tam arkasında siyah beyaz Bobby Sands fotoğrafı asılıydı. Suratı on bardak Guiness içmiş kadar kırmızıydı. Gündüz saati olmasına rağmen içerisi doluydu. Cama yakın masalardan birine oturduk. Kendimize birer Guiness söyledikten sonra sohbete başladık. Birbirimizi 20’li yaşlardan beri tanıyorduk. Ercan, sakin ve düzenli biriydi. Sinema televizyon bölümünde okuyan bir öğrenci olarak büyük hayalleri yoktu, memur bir ailenin çocuğu olarak önce ekonomik durumunu garanti altına almak istiyordu. Reklamcılığa da böyle bulaşmıştı zaten. İstanbul’a taşınıp, farklı ajanslarda çalışmış sonra da karşısına Seda çıkınca soluğu Londra’da almıştı.
İçilen Guiness miktarı arttıkça sohbet ister istemez genelden özele gelmişti. Ercan, onunla ayrılığımıza çok üzülmüştü. Dördümüz en son bir yıl önce Ankara’da buluşmuş Londra’ya tatile gitme planı yapmıştık. Dört yıl sonra Ercan Londra’ya taşınmış ve ben buraya tek başıma gelmiştim. Eski günlerdeki gibi yine çok içmiştik. Sarhoşluk limitine yaklaşmıştık. Harfler yuvarlanmaya başlayınca hesabı alıp, sallana sallan eve gelmiştik. Seda bizi kapıda karşılamış, sarhoş olduğumuzu anlamıştı. Ercan’a doğru göz devirmiş, ben misafir olma imtiyazını kullanarak doğrudan salona geçmiştim. Ecem henüz gelmemişti. Mutfaktan harika kokular geliyordu. Sigara içmek için arka bahçeye çıkıp Abidin Sermet’i bir kez daha aramıştım yine açan olmamıştı. Bu durum giderek sinir bozucu hale geliyordu. Londra’ya Abidin Sermet’i bulamamak için gelmemiştim. Metin’e durumdan haberdar etmiştim, yanıtı keskindi “Yarın bir evine uğra istersen adam yaşlı, aradığını görmemiştir”. Metin’in yaşlı ayrımcılığı bir yana hiç bilmediğim bir yerde hiç tanımadığım bir adamı bulmak zorundaydım.
İkinci sigaramın sonuna gelirken Seda’nın Ecem arkadaşı geldi. Kızıl uzun saçları, yeşil gözleri, kollarında da dövmeler vardı. Ecem, burada dövmecide çalışıyor, grafik sanatlarda doktora yapıyordu. En büyük hayali ABD’ye gidip animasyon filmleri çekmekti. Dövme işine doktoranın ilk yıllarında başlamıştı. İskoç bir dövmecinin yanında çalışıyordu.
Akşama doğru hava soğumaya başladı. Sırtlarımıza kalın bir şeyler aldık. Elma ağacının tepesinde dolunay belirdi. Ecem, heyecanla dolunayı gösterdi, Çerkez masallarındaki dolunayın önemine dair bir konuşma yaptı. Dolunayın insanlar üzerinde farklı etkiler ve çekim gücü yapabileceğini anlattı. Ecem, rahat biriydi hızlı samimiyet kurabiliyor, aynı anda birden fazla konu üzerine konuşabiliyordu. Belgesel ve senaryo işleriyle uğraştığımı duyunca benimle daha ilgilenmeye başladı. Sektörle ve daha önce yaptığım işlerle ilgili bir dolu soru sordu. Kendi hayallerinden bahsetti. Akrep burcuymuş, yükseleni boğaymış. Lafın orta yerinde bana ne burcumu olduğumu sordu. Balık olduğumu ama diğer detaylar hakkında bilgi sahibi olmadığımı söyledim. Burcumu öğrenince şaşırdı. Hiç balık gibi durmadığımı uzaktan soğuk, mesafeli, hatta duygusuz durduğumu söyledi. “Olsa, olsa senden yay olur” dedi. Bu konularda bilgim yok denecek kadar az olduğundan bir şey demedim. Cümlesiz dakikalarımı “Balıkla, akrepler çok iyi anlaşır biliyor musun?” sorusuyla tamamladı. Burçlara inanmıyordum ama Ecem’e inanabilirdim. Pozitivizm de bir yere kadardı. Burçlarımız bu kadar uyumluysa biz de uyumlu olabilirdik.
Birlikte müzik seçimi yapmak için bilgisayarın başına geldiğimizde Ecem, ekrana yanaşmak için, elini omzuma dayadı, aramızdaki mesafe nefes aralığına dönüştü. Parfümün kokusunu yakından duyabiliyordum. Şarkı seçimi hızla erotik bir ana dönüşüyordu. Coldplay’den Sparks’ı çalmayı tercih etti. Coldplay’i sevmezdim ama şimdi sever gibi yaptım. Gecenin sonunda birbirimizi sosyal medyadan takip edip, numaralarımızı almıştık.
Sabah Ercan ve ben baş ağrısıyla, içkiyi kontrollü bir şekilde içen Seda sağlam bir şekilde uyandı. Ecem ise gecenin ilerleyen saatlerinde evine dönmüştü. Kahvaltıdan sonra Abidin Sermet’i bir kez aradım yine açmadı. Bugün yollarda mecburen Abidin Sermet’in evini bulmaya çalışacaktım. Hava yine sıcaktı. Gökyüzünde Londra’yla özdeşlemiş tek bir yağmur bulutu yoktu. Üzerimdeki Clash tişörtü daha şimdiden terden sırılsıklam olmuştu. Abidin Sermet’in evi Greenwich civarındaydı. Gizemli cazcıyı bulabilmek için sıfır noktasına kadar gitmem gerekiyordu. GPS ve eski usul adres yordamıyla evi buldum. Tuhaf bir şekilde evin içinde hayat belirtisi gözükmüyordu. Perdeler sımsıkı çekilmiş, bahçedeki otlar çürümüştü. Posta kutusunun içi faturalarla dolmuştu. Şansımı denemek için zile basıp, beklemeye başladım ama kapı açılmadı. Ev yüzyıllardır kimse oturmamış gibi görünüyordu. Metin’e duruma anlatan bir mesaj atıp geri dönmeye karar verdim. Seda ve Ercan işte olduğu için tek başına Londra gezintisine çıktım. Olabildiğince tüm turistik mekanlardan uzak durmaya çalıştım. Adanalı bir dönerciyle tanıştım. Lübnanlı bir tatlıcıda künefe yedim. Bir barda oturup ekranda duran İngiltere alt küme maçlarından birini izleyip bira içtim. London Eye’ın bulunduğu yere yakın lüks alışveriş dükkânın önünde birkaç Türkiyeli ünlü oyuncu gördüm. Eve dönmeye karar vermişken birinin bana seslendiğini işittim. Arkamı döndüğümde sesin sahibinin Ecem olduğunu gördüm. Onu görünce suratıma aptal bir gülümseme yerleşti. Bugün dövmecide işler erken bitmiş, randevuya gelmesi gereken biri de gelmeyince tüm öğleden sonra ona kalmış. Ecem, dün geceki enerjisini koruyan bir beden diliyle buralarda ne yaptığımı sordu. Durumu anlattım. Abidin Sermet’in ortadan kaybolması ona çok ilginç geldi. Birlikte biraz civarda yürüdük. Cazcının nereye gittiği üzerine düşündük, mantıklı bir hiçbir yanıt bulamadık.
İkimizin de karnı acıkmıştı. Ecem, bu civarda Padella isimli harika bir makarnacı biliyordu. Kendisi vejetaryendi ve bu konuda çok hassastı. Ben şehirde yabancıydım, ona istemsiz bir şekilde giderek âşık oluyordum. Londra’da makarna yiyeceğim aklıma gelmezdi ama yedim. Makarnaları eh işte seviyesindeydi mekân sahipleri beyaz önlükleriyle ‘Mutfak Sırlarını’ anlatan bir filmden çıkmış gibiydiler. Ecem, ayrıldığı sevgilisinden, ailesine, doktora tez danışmanına varana dek tüm geçmişini ortaya açık yüreklilikle döktü.
Akşam güneşi Ecem’in çillerini belirgin hale getirmiş, yeşil gözlerindeki renkleri tüm güzelliğiyle ortaya çıkarmıştı. Ona karşı ilgimin farkında olan ve oyunu sürdürmeyi isteyen Ecem, beni evine davet etti. Dolunayın etkisi, akrep-balık burcu uyumu nedeniyle bu teklife hayır diyemezdim. Hayatımın geri kalanında astrolojiye inanacaksam bundan daha iyi bir an olamazdı.
Evi Enver ve Seda’nın evine 45 dakika mesafede bir beş katlı apartmanın giriş katındaydı. İçerisi çok dağınıktı. Masanın üzeri dövme malzemeleriyle ve çizgi film için hazırlanmış kağıtlarla doluydu. Ecem, gün boyu havasız kalmış evin tüm pencerelerini açarak, atmosfer temizliği yaptı sonra da dolaptan bira getirdi. Telefonundan London Grammer’dan Nightcall’ı açtı. Tüm gün Londra’yı kavuran sonunda güneş batmıştı. Gökyüzünde Turner tablolarını anımsatan renk paletleri oluşmuştu. Sigaralarımızı içerken Ecem, yanıma yanaştı. Kolundaki dövmeleri artık daha yakından görebiliyordum. Omzunda büyük bir çiçek, kolunda ise kuş dövmesi vardı. Artık bu mesafeden dönüş olamazdı, yaşanacaklar yaşanacaktı. Öpüşmeye başladık sonra aynı hızla soyunduk. Salonun ışığı kapalıydı. Sevişirken üzerimize araba farlarının ışıkları düşüyordu. Birbirini bir daha görmeyecek iki insanın tutkulu sevişmesiydi ikimizin, tekrarı olmayacak bir anın hazzı…
Seviştikten sonra birer bira daha içip sessizlik içinde müzik dinledik. Ecem, bir ara heyecanla yerinden kalkarak koluma gemi dövmesi yapmayı önerdi. “Geçmişinden bu kadar az söz eden biri mutlaka bir şeylerden kaçıyordur. O yüzden gemi dövmesi yakışır sana” dedi. Sarhoşluğun etkisi mi yoksa ona bir türlü hayır diyememekten mi bilemem ama dövme teklifini kabul ettim. Sabah uyandığımda artık kolumda bir gemi dövmesi vardı. Ecem’in yastığın üzerine düşmüş uzun kızıl saçlarına bakarken onunla bir gelecek hayali kurdum. Ecem, özgür biriydi. Bana ihtiyacı yoktu. Ben onun için yol üstünde karşılaşıp, iyi vakit geçiren ara durakta inecek bir yolcuydum. Biz hiç başlamamıştık zaten, başlamayacaktık, zaman bizi hızla kum tanesine dönüştürecekti ancak hatırlandıkça var olan bir hikâyenin parçasına… Kelimeler önemliydi özellikle birisi için özenle seçilmiş kelimeler her şeyden önce aidiyeti temsil eder. Ben söyleyecek tüm özel kelimeleri onun için söylemiştim sanırım. Aidiyetim ona ve geçmişe aitti. Buradan çıkış yok gibiydi. Onu çok özlüyordum ama özlemim giderek imkansız bir buluşmaya dönüyordu.
Ecem’le vedalaştıktan sonra Metin’den mesaj geldi “Abidin Sermet, ani bir kararla iki hafta önce Paris’e taşınmış. Söyleşiyi orada yapacaksın. Biletini aldım. Akşam uçağıyla uçuyorsun”. Ecem’le bir gece daha geçirmenin hayalini kurarken, şimdi başka bir yere doğru gidiyordum. Bavulumu toplamadan önce Hyde Park’ta dolaştım. Hava kapanmaya başlamıştı. Güneydoğu tarafından kuvvetli bir gök gürültüsü işitildi. Hep bu anı bekleyen şemsiyeciler parkın etrafına kümelendi. Kendime Lonrda günlerimi hatırlatacak siyah renkli bir şemsiye aldım. Boş banklardan birine oturdum. Yağmur tanecikleri yere düşmeye başladı. Sigaramı yakıp, şemsiyemi açtım. Parkın içinde atlı polis, birisini kovalıyordu onların arkasından da biri bağırarak koşuyordu. Sessizce onları ve yağmurdan kaçanları izledim. Güneşten solmuş Clash tişörtümle oturan, bir sonraki durağı saat başı değişen, evinin yolunu neredeyse unutmuş biriydim. Tüm yaşamı geriden izleyen Sessiz Ankaralıydım sanki… Yaşanmış tüm güzel hikayeler benden önce yaşanmıştı, dinlediğim müzikler eskimiş, sevdiğim müzisyenler botoks yaptırmıştı. Işıltısını kaybetmiş bir çağda her şeyden sıkılan biri olmuştum. İktidar koltuklarında dünyayı yok etmeye yemin etmiş tuhaf siyasetçiler oturuyordu, İngiltere’den artık iyi grup çıkmıyordu, rock müzik o kadar heyecan verici değildi, filmler bayat, tüm hayatlar birbirine benziyordu. İnsanlar hayatıma girdikleri gibi çıkıyorlardı. Her şey hızla unutulup gidiyordu…. Yağmur altında amaçsızca yürürken kolumdaki gemi dövmesine baktım, görünüşe göre daha gidecek çok yolum vardı.
Fotoğraflar: İrem Sunay
edebiyathaber.net (3 Aralık 2022)