Çok üretken bir yazar olan Feridun Andaç diğer bazı kitaplarında, denemelerinde de edebiyat konusunu değişik boyutlarıyla işlemiştir. Başka eserlerini de okuyanlar onun edebiyata adanmış olduğunu hemen fark edeceklerdir. Edebiyatın birçok alanında ürünler veren Andaç diğer kitaplarında ve denemelerinde de edebiyat düşüncelerini değişik şekillerde dile getirmiştir. Ancak burada 2016 yılında yayımlanmış olan, Feridun Andaç’ın Çıkmazdaki Edebiyat kitabının kapsadığı edebiyat düşüncelerinin bir kısmı kısaca irdelenecek.
Kitabın adından da anlaşılacağı gibi yazar bir aydın sorumluluğu ile edebiyatın çıkmazlarını anlatırken edebiyata katkı sağlayacağı düşünülen konularda eleştirel ağırlıklı bir yaklaşımı tercih etmiştir. Bu seçimde şüphesiz yazarın “eleştirisiz edebiyat”a karşı olması da sebep olmuştur.
Kitabı baştan sona dikkatlice okuyanlar Andaç’ın kitabında gerektiğinde, “siyasetimiz neredeyse popüler kültürümüz de orada”, “ayakların baş olduğu ülkede, bilin ki göç geri dönünce topallar hep önden gider” ve benzeri cümlelerin anlamı içerisinde edebiyatın çıkmazını da hatırlatarak toplumsal sorunlara da dokunmuştur. Fakat yazarın bu kitabında ağırlıklı olarak edebiyat, eleştiri, yazar-yazman, okur, roman-öykü, konuları üzerinde durduğunu göreceklerdir.
Edebiyat kavramı kitabın merkezinde yer almıştır. Andaç da edebiyatın gücü olduğuna inanan biridir. İnsanın edebiyata bağlanarak kendini inşa edebileceği (s.20) görüşünde olan yazar edebiyata çok önemli roller de yükler. Hatta yurt, yurttaşlık kavramlarına bakışını daha çok edebiyattan beslenerek edindiğini de yazar. Ona göre toplumsal, siyasal ve ahlaki değerlerimizin oluşumunda edebiyatın vazgeçilmezliğini edebiyatın kendisi ve hayat göstermiştir. Ancak edebiyatın “anlık hevesleri” kaldıramayacağı özellikle vurgulanır.
Andaç kitabında edebiyatın “iyi” ve “kötü” olabileceğini işaret ederken Eduardo Galeano’dan şu cümleleri aktarır: “Benim için, iyi olanı, okunduğunda yaratıcılığı zincirlerinden boşaltan, imgelemi ve bilinci coşturan, kısaca etkin bir edebiyattır. Okunduğunda insanı yineleten, onu beslemeksizin, zenginleştirmeksizin biraz olsun değiştirmeyen de ne denli iyi bir biçimde yazılırsa yazılsın kötü edebiyattır.” Feridun Andaç ayrıca bu düşünceye bir eklemede bulunur ve iyi edebiyatın bir göstergesinin de “yazılan bir yapıt üzerine “iyi edebiyatçılar”ın ettikleri sözlerdir” der. Ona göre özellikle günümüzde popüler kültürün ikonu haline getirilen “çok satarlık” yazar için “iyi edebiyat” ölçüsü değildir, çünkü bunların geleceğe kalıcılığı söz konusu bile olamayacaktır.
Andaç, Çıkmazdaki Edebiyat ’ta yazılan her kitabı veya yazarı bir “kuşak” ile ilişkilendirmenin günümüzde gerek olmadığından yana. Çünkü artık edebiyat kuşaklar ekseninde gelişmiyor. Yazarın edebiyatla ilgili önemli bir tespiti ve aynı zamanda eleştirisinin özünü de şu ifadelerinde okuyoruz: “ülkemiz tarihsel seyirde her dönem edebiyatını var etmiş ama bir edebiyat çağını kuramamıştır… Roman okurunu, öykü okurunu, şiir okurunu, deneme ve eleştiri okurunu pek yetiştiremedik. Bunu yalnızca okuryazarlık için söylemiyorum, yazarlar için de aynı şey geçerli.”(s.74) Andaç bir “edebiyat çağı”na vurgu yapmakla biraz da Mme Stael’in Edebiyata Dair adındaki kitabında ifade etmiş olduğu edebiyat yüzyılından sonra ancak felsefe yüzyılına geçileceği düşüncesini de hatırlatmaktadır.
Yazar, Cemal Süreyya’nın düşüncesini benimser. 1900 yıllarına kadar edebiyatta bir “İstanbul Dükalığı” olduğunu Anadolu çocuklarının ancak 1900’den sonra edebiyatta varlık olmaya başladıklarını da işaret eder. Yerel edebiyatın toplumlarda gerekli olduğunu ancak bizde bir türlü yerel edebiyatın oluşturulamadığını da eleştirir. Çünkü ona göre kendi insanını, ülke gerçeğini, değerlerini anlatamayan bir edebiyat insanının bilgiyle donanımına da yardımcı olamaz.
Edebiyatta, sanatta, toplumsal hayatın alanlarında bir türlü rayına oturtulamayan, önemi gerçek anlamda kavranamayan eleştiri konusunda sorun hala devam etmektedir. Nitekim az sayıdaki bazı yazarlar gibi Andaç, edebiyatımızın çıkmazlarından birinin “eleştiri” olduğunu özellikle vurgular. Yüzeysel, derinliksiz kitap tanıtım yazılarını eleştiri yoksunluğunun sonucu olduğunu, bunun içinde eleştirinin vazgeçilmezliğine inandığını yazar(s.13). Aslında eleştirinin her zaman “iyi edebiyat”a yüzünü döndüğünü, kötüsüyle işi olmadığını kitabının değişik sayfaları arasında tekraren hatırlatır. Bu bakımdan edebiyatta eleştiriyi olmazsa olmazlardan biri olarak görür. Çünkü edebi bir metnin ancak edebiyat eleştirisiyle açıklanabileceğini, çözümlenip tanımlanabileceği gerçeğine işaret eder. Andaç eleştirinin yanında olmasına rağmen bunun da bir yöntemi, etiği olduğunu hatırlatır. Edebiyatta eleştirinin bir çıkmaz gibi görülmesinin nedenini onun gerçekçi olarak kavranmamasına bağlar. Eleştirinin doğruların yanında somut gerçeklikleri çekinmeden ifade etmesi gerektiğini, bir anlamda rüzgâra göre yön değiştirilmemesi gerektiğini, toplum yapısındaki çelişkili davranışları şu cümlelerle eleştirir: “Bir hırsızı, dolandırıcıyı, yozlaşmış politikacıyı aynı oranda eleştiremeyen bir toplum; iyi-kötü bir şey yazıp ortaya çıkaran bir romancıya koro halinde saldırmak için pusuda bekler.(s.154)”
Yazar eleştirinin önemini işaret ederken “eleştiri” diye ortaya konulan sıradanlıkları kabul etmez, eleştirinin de eleştirmenin de eleştirisini yapar. “Geçmişte ve kısmen bugün de eleştiriye soyunanlar birer edebiyat tarihçisi gibi davranarak; tarihçe ile tanıtımı, bilimsel eleştiri ile edebiyat sosyolojisini karıştırıp ortaya ‘eleştirisiz edebiyatı’ çıkarmışlardır bir bakıma”(s.11) der.
Çıkmazdaki Edebiyat, yazarı “edebiyat” kavramından sonra bir çıkmaz olarak işaret eder. Kitabın başlarından son sayfalarına kadar “yazar-yazman” konusunda somut düşünceler, yazarın edebiyatımızda niçin çıkmaza sebep olduğu örneklerle açıklanır. Andaç, yazar olarak doğulmayacağını, yetişmesi için tutku, sadakat, bağlılık gibi birtakım şartlara bağlı olduğu, ayrıca yazmanın öğretilebileceği, iyi okuma yöntemi edinerek yazma alışkanlığı kazanılabileceği, yazmanın da başka yazarların yazdıklarından öğrenilebileceği görüşündedir.(s.273)
Andaç’a göre yazar tarih ve edebiyat bilincinden yoksun olmamalıdır. Bu iki bilinçten yoksun olanların da yazabileceğini ancak bunların YAZAR değil ancak YAZMAN olacağını ifade eder. Yazman’ın yazdıklarının sabun köpüğü gibi olduğu vurgulanır. Edebiyatımızdaki çıkmazları biraz da bu “yazmanlarda”, bunların yazdıklarında aramak gibi bir düşünceyi de okuyoruz.
Bazı yazarlarda da okuduğumuz gibi Andaç da yazarın varlığının ölçütü olarak “yapıt”ını görür. Belirleyicilik yazarın siyasi aidiyeti değil estetik ölçüdür. Kitapta ifade edildiğine göre “iyi yazarlar” duygu iklimlerini de nasıl anlatacaklarını, nasıl yaşadıklarını, nasıl okuyup yazdıklarını bilen insanlardır. “Kurucu yazarlar” olarak yazarlar “öncül” olan yazarlardır. Bunların farkında olmayanlar ancak yavan şeyler yazar. Çünkü onlarda edebi “bellek/ bilinç aşısı” eksiktir. Andaç’a göre yazarın çağına bakma bilinci olmalı, insan-toplum gerçeğinden kopmamalı, çağının neleri içerdiğini gözlemlemeli ve görebilmelidir. Oysa içinde yaşadığımız toplumda bazı yazarların /belki birçoğunun/ çoğunlukla çağlarının gerisine yönelik konuları daha çok işlemeleri onların “çağına bakma bilinci” yoksunluğunu yaşadıklarını hatırlatmaktadır.
Yazı yazmanın hafife alınamayacak, sorumluluk ve soluk gerektiren ciddi bir iş olduğunu, yazmanın bir bakıma “söylemek”, “düşünmek” olduğunu işaret eden Andaç bu kitabında yazmanlara yazarlık dersleri de verir. Öncelikle yazarın “kendisini yetiştirmesi” gereğinin önemi üzerinde durur. Görüşlerinde, önerilerinde de büyük bir oranda haklılık payı vardır. Bilindiği gibi ülkemizde kendilerine “yazar” diyen bazı kişiler arasında bazen yazma konusu bulmakta sıkıntı çektiklerini söyleyenler de bulunur. Bunun için kitapta yazılacak konu bulmanın ülkemiz için “cennet” olduğu, hatta edebiyatın her türünde konu bulmak için ülkenin bir günlük gündemine bakmanın bile yeterli olacağı hatırlatılır. Kitabın son sayfalarına doğru “yazar” ve “yazmak” konularını somutlaştıran Andaç yazmanın sadakat/bağlılık, merak/keşif, okuma tutkusu, her gün yazmak, yolculuk/gitmek, bir mekân kurmak, buzdağı ilkesi, yazar olmak, başka disiplinler, sözlük yaratmak, vazgeçilmezlik gibi on bir kuralından bahseder. Sonra da yazarların okudukları için, görmek için, aktarmak, paylaşmak için, öfke duyulduğu için, kendisini ifade etmek için, kendisini tanımak için yazdıklarını da açıklamaya çalışır. “Yazıda tutunmak için Aforizmalar”(s.321) başlığı altında kitapta yazılanlar üzerinde derli toplu olarak durulmaya değer fikirlerdir.
Andaç’a göre yazmak bitmeyen bir yolculuktur (s.275) ama yazmak derken işe kendimizi keşfederek başlamalıyız (s.275) düşüncesini de vurgular. O kendisinin nasıl bir yazar olduğunu ve niçin yazdığını şu cümlelerle açıklar: “…Nemalanmak için yazmam. Vicdanım aklımdır. Aklım, çağımın çağdaşı olmak sorumluluğunu verir bana. İşte bu duygu ve düşüncelerle yazarım. Bilimin, sanatın ve aklın tarafındayım. André Gide ’in şu sözünü sıklıkla hatırlayarak yazdığımı da söyleyebilirim: Bir yazar toplumun vicdanıdır.”(s.277)
Yazar, yazmanın olmazsa olmazı olarak okur ve okuma üzerinde de önemle durur. Yazmadan önce tek yolun iyi bir okur olmaktan geçtiğini işaret eder. “Okudukça yazarak, yazdıkça okuyarak kendinizi geliştirebilirsiniz”(s.274) der. Kitapta okumak kazı yapmaya benzetilir. Yani ona göre okur bir düşünce/fikir arkeoloğudur. Andaç’ın düşüncesine göre ayrıca okurun kendi kazısının yol işaretlerini çıkarmak için okumaya devam etmesi de gerekir. Flaubert’in “yaşamak için okuyun” cümlesine karşılık gibi “okumak ömrü uzatır!” düşüncesine yer verir. Yazmanın nasıl öğrenileceğini açıklarken de “okumayı bir tutkuya, bir uğraşa dönüştürebilirsek hayatla aramızdaki örtüyü kaldırmış oluruz” der.
Zamanımızda okumadan yazanların varlığı hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Sanki havanda su döğmek deyimini hatırlatırcasına Andaç, okumadan yazmayı boş bir kuyudan su çekmeye benzetir, doğal olarak okurun da okumanın da ülkemizde edebiyatın çıkmazlarında ortak olduğu vurgusunu yapar. Bunun için “Bugün nasıl ülke siyasetçisine güvenmiyorsam, okuruna da güvenmiyorum. Çünkü bukalemundur günümüz okuru. Okuyamıyor, okumasını bilmiyor”(s.286) ifadesiyle aynı zamanda toplumsal bir sorunu işaret etmiş olur.
Çıkmazdaki Edebiyat’ta buraya kadar açıklanan konulardan sonra ağırlıklı olarak roman konusuna da değinilmiş, eleştiri ve öneriler de getirilmiş. Ayrıca Çıkmazdaki Edebiyat ’ta romanın edebiyatımızdaki çıkmazları “Hangi Roman” bölüm başlığı altında işaret edilmiştir. Roman, anlatılamayanları anlatma sanatı, insanı anlamak, tanımak, toplumu anlatmak yolculuğu olarak tanımlanır. Roman, bilgi toplumuyla ortaya çıkan bir olgudur. Bizde romanın “sözlü gelenek” ve “çeviri edebiyat” kanallarından yol bulduğu kabul edilir. Kitapta roman “insanlığın en önemli edebi keşiflerinden biri” olarak ifade edilmekle kalmaz 19. Ve 20. Yüzyılları da ”roman yüzyılı” olarak adlandırılır. Yazar uzun soluklu romanlar döneminin kapandığına inandığını kısa romanlardaki yalınlık ve yoğunluğun okuru kendine çektiğini yazar. Romanda gelişip gelişmeme düzeyimizi tarih bilinci, felsefe, bilimsel ve teknik alandaki verilerin etkileyici kaynak oluşturdukları da ifade edilir.
Romancı bakışı, yorumu, tanıklığı Andaç için önemlidir. Çünkü bunların bizi özgür kılacağına inanılır. Bunun için bir romanda yaşanan, unutulan zaman romana nasıl, neden, niçin yansımış irdelemek gerekir. Ancak bu şekilde ülkenin tarihsel, toplumsal, kültürel zamanlarına dönüp bakılabilir. Tarihi bir romanda bu bakış geniş bir zamana ve geniş bir coğrafyaya, tarih-kültür iklimine de yayılmalıdır.
Andaç, romancının ülke gerçekliğini, içinde yaşadığı zamanı (Soma faciası vb. örneği verir), toplumdaki yarılmayı özellikle yazmasını gerekli görür. Toplumdaki değişim ve dönüşümü bilip gözlemlemeden günümüz yazarının roman yazamayacağı düşüncesine yer verilir. Bu tür romanların yazılması için haklı olarak neyin beklendiğini de sorar. Ancak bugünün yazılan romanının da öyküsünün de bu gerçeklerden çok uzak kalındığının tespitinde bulunur. Yaşadığımız zamanların romanlarının hâlâ yazılmamasını “roman yazmanlarının” başka şeylerle meşgul olmasına bağlar. Belki bunlar tarihe kaçmak, içinde yaşadığı zamandan uzaklaşmak olarak da değerlendirilebilir. Çünkü içinde yaşanan zamanı yazmak aynı zamanda bir aydın sorumluluğu belki de cesaretli olmayı da gerektirir. Andaç’a göre romancıların yaşanan zamanın ruhunu yansıtamamaları sadece işaret edilen sebeplerden değil aynı zamanda “yaşam bilgisi” eksikliği ve “edebi bellek” yetersizliğinden de kaynaklanır. Aynı zamanda “roman yazma bilinci” eksikliği de bu soruna sebep olarak gösterilebilir.
Kitapta roman yazarı toplumdaki çatışmaları, açmazları, sorunları “fark eden”, kopuşu değil bağlanışı anlatan olarak görülür ve bundan dolayı da “Gündelik yaşamın kavranışı, toplumsal olanın gözlemi, insan davranışları/ yaşantısının gözlemlenmesi, ekonomik/siyasi yapının ne olduğunu bilmesi, edebi estetik dokunun yeniden özümsenmesi, tarih bilinci” gibi unsurların kaçınılmaz olduğunu sıralar. Bu düşünceler kitabın daha sonraki sayfalarında da benzer şekilde dile getirilir. Romanı bilime yakın olarak gören Andaç roman yazarında biraz da bilim adamında bulunan özelliklerden bir kısmını arar. Roman yazarının tarih bilincine, estetiğe, sosyolojiye, iktisada, psikolojiye, mitolojiye kadar birçok alanda bağının olmasını gerekli görür. Dolayısıyla sadece tarihi fantezileri, kent bunalımlarını, taşra sıkılganlığını işleyerek roman yazılamayacağı da vurgulanır. Roman yazmanın gelip geçici bir heves olamayacağı mesajını da şu cümleler içerisinde verir: “Galiba roman yazmak uzunca bir zaman/ sabır istiyor. Dura dinlene yazmak… Araştırmak… Yeniden yeniden yazmak… Arındırmak… Bir yere, bir şeye yetiştirmeden yazmak. Tembel, kolaycı okur istememek…”(s.269)
Feridun Andaç kitabının “Hangi Öykü” bölümünde kırk sayfasını öyküye ayırmıştır. Öyküye ayrı bir başlık altında önem vermesinin sebebini kendisinin ifadelerinden çıkarılabiliyor. O, şu anki toplum yapımızı/ insanı en iyi anlatabilen edebi türün öykü olduğunu düşünüyor(s.168). Bunun için de edebiyat düşünceleri arasında öyküye ayrı bir yer ayırıyor.
Edebiyatta türler arası geçiş belki tartışılabilir. Ancak Andaç’a göre bazılarının sandığı gibi öykü romana geçmek için başvurulan bir edebi tür olamaz. Kitapta öykü konusu işlenirken yazarın okumuş olduğu yazarlardan da örnekler verilmektedir. Bu örnekler etrafında “öykü” anlamlandırılmaya ve açıklanmaya çalışılmaktadır. Roman yazmak için insanın bir meselesi olması gerektiği ama öykü için buna ihtiyaç olmayabileceği yazan Andaç “bir öykücü tutumu, bakışı, yaşam tarzı”nı önemser. Çünkü öykü sezgi, kavrayış ve bakış olarak ele alınır. Roman yazarlarına dediği gibi öykücülerin de öykülerinde zamanımızın dünyasına bakması, bugünü yazmasını önerir. Roman-öykü-deneme türlerinin bir şekilde karşılaştırmasını yaptığı cümlelerinde romanın bekleyebileceğini, öykünün hemen filiz verdiğini, kendini gösterdiğini, denemede ise birikimin kaçınılmaz olduğunu, bu sebeple de yazarın yaş almasını gerekli kılar. Bu düşüncelerinin arkasından da belki bize biraz ironi gibi gelen ama bir gerçeği yansıtan “bizde acelesi olan roman, beklemeyi seçen öykü yazıyor” cümlesini kondurur.
Kitapta öyküyü ne istediğini bilen okur ister derken öykünün bir gösterge, öyküyü kuranın duygu değil düşünce olduğu, hatta öyküde anlamın anlatıcıda değil, anlatılanın ne olduğunda bulunduğu ifade edilir.
ÇIKMAZDAKİ EDEBİYAT içinde yer alan yazılar Andaç’ın edebiyat üzerine düşündüğü fikirlerinin özü gibidir. Çünkü O diğer eserlerinde, denemelerinde edebiyat üzerine düşündüklerini yazmaya, edebiyatımıza yeni ufuklar aralamaya, edebiyatımızı zenginleştirmeye devam etmektedir.
Kaynak: Feridun Andaç. Çıkmazdaki Edebiyat. Erdem Y. 2016
edebiyathaber.net (12 Aralık 2022)